11 May 2017

İbn Haldun’un yeri

Bilimsel düzeyde tasavvurlarımızın istinat ettiği ideal ve/veya reel kavram dünyasının eleştirilebilir olması, bu tasavvurun zaman ve mekân için denenip gözlenebilir olması bir bakışa göre bilimsel doğasını gösterir. Zira varlıktan kopuk aforizmalarımız dilimizin ve varlığımızın sınırları dışında kalarak denetlenebilir olmaktan, yaşadığımız boyutların dışına taşan bir başka bilgi düzeyine yahut tam tersi safsataya işaret eder. Mutasavvıfların yaşadıkları tecrübeyi doğrudan ifade etmemeleri de belki sır emanetini ifşa etmemek endişesi belki de ve daha önemlisi anlam dünyamızın içinde idrake ve gönle dokunan bir mantık çerçevesi içine yerleştirmek endişesindendir. Zira insana dokunmayan “muğlak” dile getirilmiş hakikatin boşluğa geri döneceği aşikârdır. Hakikati bir muammanın içine gömüp hiçbir düzeyde anlaşılıp açıklanamaz, denenip eleştirilemez bir boyutta ifade eğer safsata değilse, olsa olsa tek kişinin şahsi tecrübesi olmanın ötesinde pek bir kıymeti de ifade edemez. Bu cümleden olarak modern düşüncenin ideal ve reel tabandaki gerçeklik okumaları en basit düzeyde siyasi düzeyde sağ ve sol olarak ifade edilen siyasi kutuplaşmaya kadar varan bir gerçeklik zeminini teşkil eder. Ahlaki iyiler, kötüler, felsefi doğrular yanlışlar hep bu perspektiflerin bağlamında anlamını buldu. Peki, bu ikisinin birleştiği veya düşüncemiz ve idrakimizin içine hapsolduğu aslında varlığın değişik yönlerinden birini/birkaçını esas kabul eden düşünce ekolleri ötesinde otantik bir düşünce zeminine ulaşmak, bir senteze varmak mümkün değil midir? Madde mi her şeyi var eder yok mana mı? İkisi birden biz iken bu bölünmüş aklın makul zemini nedir ve mevcudu sağlık değerlendirip anlamamıza, örneğin bir tarihi hadiseyi tahlilde bize tam bir nazariye verebilir mi?

İbn Haldun bu bakımdan, Farabi-İbn Sinacı gelenekle ile modern zamanlar düşünce zemini arasında duran bir verimli sahayı gösterir. Onun umran ilmi dediği tam da hiç ölmeyecek gibi dünya (reel) yarın ölecek gibi ahiret (ideal) için çalış yaklaşımının ifade ettiği ideal çerçevenin insan eliyle reel bir zemine taşınma imkânındaki ideareel bir doğayı taşır. Bu bakımdan mesela onun asabiye kavramı başlangıç önermesi itibariyle idealdir. Bilkuvve bir duruam iaşret eder. Ancak istinat ettiği zeminin bir mantığa dayanması ile bilfiil yani reel bir durumu gösterir. Yani üst yapı alt yapıyı ya da tam tersi dilemmasına tavuk mu yumurtadan yumurtamı tavuktan ikilemine düşmeye hacet yoktur. Zira İbn Haldun, Kuran'daki tarih tasavvuruna uygun olarak ideal olanı yeryüzünde anlama mantığını gösteren bir tefekküre sahiptir. Hâlbuki ideareel/mefkuregerçek bir düzeyde asabiyye'nin siyasi olarak devlete ve gelişme açısından hadariyet/medeniyetee ulaşmak ideali, onun bu dönüşümün gerçekleşme mekanizması olarak bahsettiği form teorisi ile bunun olma imkânını, tavırlar nazariyesi ile devletin geçirdiği doğal sürecin ideal zeminini, asabiyenin geçirdiği üç aşamalı dönüşümle kan asabiyesinden sebep asabiyesine geçişi ve daha bir çok meseleyi siyaset ve medeniyet planında ortaya koyar. Üstelik bunların tarihi süreç içindeki tecrübeyle örneklendirerek kendi ideareel zeminini izah eder. Bunu da otantik bir İslam medeniyeti bilgi zemininde ve o tarihin kendi gerçekleri ile yapar.  

İbn Haldun'un bu eleştiriye açık, hatta yanlışlanabilir(mevcut malumat ile makul kılınır olması) doğası onun varlığın hikmetinde ve reel dünyanın gerçeklerinden kopuk olmadığını gösterir. Mesela, O'nun asabiye teorisi Selçuklu-Osmanlı tarihi tecrübesine tatbik edilirse görülecektir ki açıklamaları afaki tasavvurların fantazisi değil tarihi malumatın tetkiki ile mevcudun makuliyetinin test edilip kaynaklardaki bilginin bir nazariye planında ideal çerçeveleri ve reel süreçleri ile köken-süreç ve gaye bağlamından makul bir metafizik tahlile imkân verir olduğu görülecektir. İbn Haldun'un eleştirilip kabul veya red edilebilirliği onun bilime dairliğinin de göstergesidir. Tefekkür dünyamız asırlardır var olanı/reelin muayyenetlerini dayatmacı bir zorlamayla sopa göstermeden makul çerçevede bir nazari dil ile açıklamayı unutup tesadüflerin kör evrenin savrulup durduğundan İbn Haldun'un modern seküler akıllarımıza söylediklerini onun dayandığı medeniyet zeminini, bilimsel nazariyelerin esaslarını, kavram ve tasavvurlarının mana ve mazmununu okumadan hele de ideolojik körlük içinde ön yargılarımıza hapsederek okumaya çalışmak bilimsel zeminde demagojik alana kaymak, içmediği badenin sarhoşu olmak olacaktır.  

Hülasa İbn Haldun bir tabu ve mutlak bir değişmez değil, belirli bir zaman ve mekânda medeniyetimizin tecrübesini okuyup açıklayan bir büyük aydınlıktır. Fikirlerinin ideolojik yakıt, demagoji vesilesi, safsata zemini olmanın ötesinde kıymeti vardır. Hatalarının olduğunu ileri sürerek onu maduniyetine mahkûm etmek doğru bir yol değildir. Asabiye teorisi ile gösterdiği ideareel zeminle modern seküler anaforun ötesinde bir anlama ve açıklama alanının olabileceğini bize göstermesiyle düşünce hayatımıza açısından hala değerli ve verimli bir saha oluşturduğunu anlamayı gerektirir. Bir tahta parçasını, ruhumuzun ideal ilhamlarıyla veya o zeminden gelen bir etkiyle şekillendirirken aklımızın reel ve elimizin işleyen tecrübesine dayanan gerçeklikle nihai formuna ulaştırdığımızı görememek varlığın bir tarafından koparak tek ayakla koşmaya benzer. Taklit ideolojilerin söylem papağanlığıyla mütefekkir değil ancak taşeron olunur. Hegel-Marx kıskacındaki zihinler için otantik olmak imkânı yoktur. İbn Haldun ve benzerlerini kutsamadan anlamaya ihtiyacımız olduğuysa aşikârdır.