İçeriden şehre yahut kendimize bakarken
Bina kalabalığı sokaklarda yığınlaşmış betonlar arasında yürürken birden karşınıza çıkan bir eski zaman silüeti size soluk oluverir. Modernin şehir olarak dayattığı şeye dair bir aidiyet ve kanıksama oluşturmamış, konformizmin dikenli yatağında rahatlık yanılgısına düşmemiş iseniz karşınıza çıkan bir ev, bir çeşme, bir mabed sizi o eserin mensup olduğu medeniyet bağından bağımsız olarak kavrayıverir. İçinizde güzelliğe dair bir pencere açar. Gözleriniz farklı bir kavram dünyası yahut masala açılıverir. Bazen bir insan bile bir Dede Korkut kahramanı olur elinizi tutuverir. Bunun en zorlu yanı ise mevcut halin o anda bir distopyaya dönüşüvermesidir. Peki, modern zevk, algı haz, mühendislik ve mimarinin yığınları arasında bizi cezbeden şey nedir? Bunun belki bazı müşterek belki de insanlar kadar çok cevabı vardır. Lakin merak edilen, bu şey/kalıntı, dayatmalara mahkûm hayatımızda mahrum kaldığımız neyi bize aşikâr eder? Şüphesiz en kısa yoldan ve doğrudan cevap insan olmanın değeri ve muhtevasını sezdiğimiz bir aklı, kalp ve zevkin kendi halince ve üslubunca bize kendimizi göstermesidir aslında bu. Kendimizi bir ayinede izleriz farkında olarak ya da olmadan.
Klasikleşen bir zamandan kalanlar bize
insani özümüzün esrarlı, dile gelmeyen belki yalnızca musikide bulduğumuz
efsununu gösterebilir/gösteriverir. Anadolu/Türkiye vatanımız bu manada
muhtelif devirlerden bize ulaşan çoklu medeniyet bakiyeleri ile dolu bir müze
gibi. İstanbul’da akıllı apartmanlar ve siteler içinde bir sokağın köşesine
sıkışmış bir çeşme bizi neden/nasıl/nesiyle yakalayıverir? O kurumuş musluktan
hala akan nedir? Yahut yukarıdan bakarken şehrin sliüetindeki bir zarif Bizans
kalıntısında farklı bir medeniyet çevresinden olmamıza rağmen güzellik gösteren
şey nedir? O tantanalı modern evlerimizde bulamadığımız şeyleri Ankara’da
Hamamönü’nde yahut Safranbolu’da eski zamanlardan bir Türk evinde neden
buluveririz? Hiç unutmam oğlum Ahmet daha çok küçük bir çocuk iken bir
gezimizde Safranbolu’da kaldığımız eski zaman evinden dönüşen otelin bahçesine
girerken burası çok huzurlu, sükûnetli demişti. Huzur ve sükûneti henüz
tanımayan dört beş yaşında bir çocuğa dokunan ne olabilirdi? İşte şehre kuş
bakışı; dron! ile baktığımızda kalabalık bina yığınları arasında adeta bir inci
tanesi gibi parlayan yapılarda gönlümüzü çelen yan neye dairdir? Müzelik bir
zamandan bize ulaşan, artık yaşayanları göçüp gitmiş bir devrandan kalan bu
bakiyeler sessizce bize insan olmamızın güzelliğini fısıldarken aslında kalıcı
olan ile fani olan arasındaki çizgiye de dokunuverirler. Bu şey şüphe yok ki
siyasetin ve tüm çıkar kategorilerinin ötesinde bir şeydir. Bu şey belki de
yerli bir unsurun nasıl insanlığa mal olacağını bize gösterir? Bir kere bu yapı
bize kendini dayatmaz. Bize kendini dayatan her şey gibi suni değildir.
Zorbalık etmez. Kendisine zoraki onay beklemez. Adeta tabiatın içinden var olan
bir varlık gibi orada oluşunu garipsemeyiz. Hatta distopik yeni zamanlara ait
kalabalıklar içinde eski bir Selçuklu medresesinde gezinmek, bir Roma-Bizans
eserinde insanın o kültürü aşan özünün içinde dolaşmak, Bir Hitit kalıntısından
insanlığın idrakine bakmak, Osmanlı’dan kalan bir mezar taşında bile o derin
sükûnetin halini yaşarken kendimize baktığımızı fark ettiğimiz o yerde
kendimize mensubiyetimiz güçlenmeye daha ötesi soluklanmaya ve aydınlanmaya
başlarız. Modern Mısır’ın tıkışık şehirleri yanında zalim! firavunlardan kalan
eserler bile ne kadar insani, zarif ve makul. Yan yana duran iki manzaraya
baktığımızda medeniyetin el sürdüğü her şey gibi fark aşikâr olur. Bu
medeniyetlerin kaynakları, içerikleri, amaçlarındaki bize göre manasızlık,
yanlışlık, ilkelerindeki batıllık bize göre bu durumu değiştirmez. Öte yandan
Türk olmanın manasındaki gerçek bize konuşmaya başlar. Geçmişte kalıp hayran
olduklarımız ile şimdi ki hal ve gelecek arasındaki fikir köprülerimizi bu
ibret nazarından müstakbele uzatmak gerekmez mi?
Bu eserlerde bizi meftun eden şey,
dönemi ve kültüründen bağımsız olarak insan olmamızın müşterek hali ve insanın
kendi eliyle kendini gerçekleştirmesinin güzelleşen bir tezahürüne muhatap
olmamızdır. Maruz bırakılmadığımız ve zorlanarak tıkışmadığımız bir zaman ve
mekân tasavvuru bize hatırlatmaya başlar. Neyi mi? İşte bu sorunun cevabı
aslında okurun içindeki o sırlı yerde saklı. Ülkemizin hangi şehrinde olursak
olalım bize el uzatan bu tezahürler ile kendiliğimizi düşünmek; toplumu,
devleti ve şehri düşünmek hulasa medeniyeti tahayyül etmek modern hay huy
dayatmaları içinde nefes aldırıcı olacaktır. Hele ekonominin her şeyi tutsak
aldığı bir çağın çocukları olarak biz paraya, maddeye diz çöktüren ve insanı
kucaklayan bu kalıntıların bir insanlık zevki abideleri olduğunu fark etmek
bizi kendimize doğru canlandırmaz mı? Hülasa insanlığın Göbeklitepe’den bu yana
kalıntılarında bizi kavrayan, hayran eden, şaşırtan lakin cezbeden tüm
bakiyeleri eski olduğu için değil bize eskimeyen bir şeylerden haber verdiği
için değersizdir; paha biçilemez. Eski eser kaçakçıları bunları da satıyorlar
mıdır acaba? Oralarda insanın kendiliğine vefasını da ihanetini de görmemiz mümkündür.
Lakin medeniyet efsunu kendini var ettiği her dönem ve onun çekildiği ara
dönemler arasındaki o sırlı mana burada şekillenir. Gökdelenler arasından bize
gülümseyen bir eski zaman zarafeti şaşaalı, gösterişli, ihtişamlı kaba gövdesi
ile güç dayatan bir modern görgüsüzlüğünden şüphe yok ki binlerce kat daha
değerlidir; lakin bu değeri para değil insanın ruhundaki o sessiz yer bilir
ancak. Bütün bunlar arasında modern bir sermaye girişimini o medeniyet
devirlerinin zarfı ile sunmaya çalışmak ise bizim modern zaman
zavallılıklarımızdan fazlası değildir.
Son sözü Sezai Karakoç’a bırakalım; Yine akşam
oldu, Yalnızlık omuzlarıma çivisini çaktı yine, Uzaklık aynı gerçi, Her
yerdeyken olan uzaklığın pek değişmedi, Yine akşam oldu orda olduğu gibi,
Görebiliyorum seni burdan da, Aynısıydı ordayken de, Uzaklıktan korkmuyorum
belki de, Orada da aynıydı uzaklık gerçi Donuklaşmış oldu artık bu, Bir o kadar
da hüzünlü romanlar gibi, Galiba ben baştan kaybetmişim, Belki de ben baştan
kazanmışım, insanlık kaybetmiş...
Hülasa kazanmak ve kaybetmek bizim nicel dünyamızın tartısındaki kurallarla
işlemiyor gerçeğin devranında. Şehir biz neysek bize onu sunan ayinemizdir.
Vesselam.