VF kat sol
VF kat sağ

29 Aralık 2021

​İçeriden şehre yahut kendimize bakarken

Bina kalabalığı sokaklarda yığınlaşmış betonlar arasında yürürken birden karşınıza çıkan bir eski zaman silüeti size soluk oluverir. Modernin şehir olarak dayattığı şeye dair bir aidiyet ve kanıksama oluşturmamış, konformizmin dikenli yatağında rahatlık yanılgısına düşmemiş iseniz karşınıza çıkan bir ev, bir çeşme, bir mabed sizi o eserin mensup olduğu medeniyet bağından bağımsız olarak kavrayıverir. İçinizde güzelliğe dair bir pencere açar. Gözleriniz farklı bir kavram dünyası yahut masala açılıverir. Bazen bir insan bile bir Dede Korkut kahramanı olur elinizi tutuverir. Bunun en zorlu yanı ise mevcut halin o anda bir distopyaya dönüşüvermesidir. Peki, modern zevk, algı haz, mühendislik ve mimarinin yığınları arasında bizi cezbeden şey nedir? Bunun belki bazı müşterek belki de insanlar kadar çok cevabı vardır. Lakin merak edilen, bu şey/kalıntı, dayatmalara mahkûm hayatımızda mahrum kaldığımız neyi bize aşikâr eder? Şüphesiz en kısa yoldan ve doğrudan cevap insan olmanın değeri ve muhtevasını sezdiğimiz bir aklı, kalp ve zevkin kendi halince ve üslubunca bize kendimizi göstermesidir aslında bu. Kendimizi bir ayinede izleriz farkında olarak ya da olmadan.

Klasikleşen bir zamandan kalanlar bize insani özümüzün esrarlı, dile gelmeyen belki yalnızca musikide bulduğumuz efsununu gösterebilir/gösteriverir. Anadolu/Türkiye vatanımız bu manada muhtelif devirlerden bize ulaşan çoklu medeniyet bakiyeleri ile dolu bir müze gibi. İstanbul’da akıllı apartmanlar ve siteler içinde bir sokağın köşesine sıkışmış bir çeşme bizi neden/nasıl/nesiyle yakalayıverir? O kurumuş musluktan hala akan nedir? Yahut yukarıdan bakarken şehrin sliüetindeki bir zarif Bizans kalıntısında farklı bir medeniyet çevresinden olmamıza rağmen güzellik gösteren şey nedir? O tantanalı modern evlerimizde bulamadığımız şeyleri Ankara’da Hamamönü’nde yahut Safranbolu’da eski zamanlardan bir Türk evinde neden buluveririz? Hiç unutmam oğlum Ahmet daha çok küçük bir çocuk iken bir gezimizde Safranbolu’da kaldığımız eski zaman evinden dönüşen otelin bahçesine girerken burası çok huzurlu, sükûnetli demişti. Huzur ve sükûneti henüz tanımayan dört beş yaşında bir çocuğa dokunan ne olabilirdi? İşte şehre kuş bakışı; dron! ile baktığımızda kalabalık bina yığınları arasında adeta bir inci tanesi gibi parlayan yapılarda gönlümüzü çelen yan neye dairdir? Müzelik bir zamandan bize ulaşan, artık yaşayanları göçüp gitmiş bir devrandan kalan bu bakiyeler sessizce bize insan olmamızın güzelliğini fısıldarken aslında kalıcı olan ile fani olan arasındaki çizgiye de dokunuverirler. Bu şey şüphe yok ki siyasetin ve tüm çıkar kategorilerinin ötesinde bir şeydir. Bu şey belki de yerli bir unsurun nasıl insanlığa mal olacağını bize gösterir? Bir kere bu yapı bize kendini dayatmaz. Bize kendini dayatan her şey gibi suni değildir. Zorbalık etmez. Kendisine zoraki onay beklemez. Adeta tabiatın içinden var olan bir varlık gibi orada oluşunu garipsemeyiz. Hatta distopik yeni zamanlara ait kalabalıklar içinde eski bir Selçuklu medresesinde gezinmek, bir Roma-Bizans eserinde insanın o kültürü aşan özünün içinde dolaşmak, Bir Hitit kalıntısından insanlığın idrakine bakmak, Osmanlı’dan kalan bir mezar taşında bile o derin sükûnetin halini yaşarken kendimize baktığımızı fark ettiğimiz o yerde kendimize mensubiyetimiz güçlenmeye daha ötesi soluklanmaya ve aydınlanmaya başlarız. Modern Mısır’ın tıkışık şehirleri yanında zalim! firavunlardan kalan eserler bile ne kadar insani, zarif ve makul. Yan yana duran iki manzaraya baktığımızda medeniyetin el sürdüğü her şey gibi fark aşikâr olur. Bu medeniyetlerin kaynakları, içerikleri, amaçlarındaki bize göre manasızlık, yanlışlık, ilkelerindeki batıllık bize göre bu durumu değiştirmez. Öte yandan Türk olmanın manasındaki gerçek bize konuşmaya başlar. Geçmişte kalıp hayran olduklarımız ile şimdi ki hal ve gelecek arasındaki fikir köprülerimizi bu ibret nazarından müstakbele uzatmak gerekmez mi?

Bu eserlerde bizi meftun eden şey, dönemi ve kültüründen bağımsız olarak insan olmamızın müşterek hali ve insanın kendi eliyle kendini gerçekleştirmesinin güzelleşen bir tezahürüne muhatap olmamızdır. Maruz bırakılmadığımız ve zorlanarak tıkışmadığımız bir zaman ve mekân tasavvuru bize hatırlatmaya başlar. Neyi mi? İşte bu sorunun cevabı aslında okurun içindeki o sırlı yerde saklı. Ülkemizin hangi şehrinde olursak olalım bize el uzatan bu tezahürler ile kendiliğimizi düşünmek; toplumu, devleti ve şehri düşünmek hulasa medeniyeti tahayyül etmek modern hay huy dayatmaları içinde nefes aldırıcı olacaktır. Hele ekonominin her şeyi tutsak aldığı bir çağın çocukları olarak biz paraya, maddeye diz çöktüren ve insanı kucaklayan bu kalıntıların bir insanlık zevki abideleri olduğunu fark etmek bizi kendimize doğru canlandırmaz mı? Hülasa insanlığın Göbeklitepe’den bu yana kalıntılarında bizi kavrayan, hayran eden, şaşırtan lakin cezbeden tüm bakiyeleri eski olduğu için değil bize eskimeyen bir şeylerden haber verdiği için değersizdir; paha biçilemez. Eski eser kaçakçıları bunları da satıyorlar mıdır acaba? Oralarda insanın kendiliğine vefasını da ihanetini de görmemiz mümkündür. Lakin medeniyet efsunu kendini var ettiği her dönem ve onun çekildiği ara dönemler arasındaki o sırlı mana burada şekillenir. Gökdelenler arasından bize gülümseyen bir eski zaman zarafeti şaşaalı, gösterişli, ihtişamlı kaba gövdesi ile güç dayatan bir modern görgüsüzlüğünden şüphe yok ki binlerce kat daha değerlidir; lakin bu değeri para değil insanın ruhundaki o sessiz yer bilir ancak. Bütün bunlar arasında modern bir sermaye girişimini o medeniyet devirlerinin zarfı ile sunmaya çalışmak ise bizim modern zaman zavallılıklarımızdan fazlası değildir.  

Son sözü Sezai Karakoç’a bırakalım; Yine akşam oldu, Yalnızlık omuzlarıma çivisini çaktı yine, Uzaklık aynı gerçi, Her yerdeyken olan uzaklığın pek değişmedi, Yine akşam oldu orda olduğu gibi, Görebiliyorum seni burdan da, Aynısıydı ordayken de, Uzaklıktan korkmuyorum belki de, Orada da aynıydı uzaklık gerçi Donuklaşmış oldu artık bu, Bir o kadar da hüzünlü romanlar gibi, Galiba ben baştan kaybetmişim, Belki de ben baştan kazanmışım, insanlık kaybetmiş... Hülasa kazanmak ve kaybetmek bizim nicel dünyamızın tartısındaki kurallarla işlemiyor gerçeğin devranında. Şehir biz neysek bize onu sunan ayinemizdir.

Vesselam.