İfşa -2: Hercümerç
-Ruzname; Kelime Günlüğü’nden-
Plastik sanatların (resim, heykel vs) tarihine uzandığınızda
karşınıza dinî mekân inşası çıkar. Kılık kıyafetteki modanın giyinme ihtiyacından
doğmasına benzer bir süreç olarak düşünebiliriz bunu. Nasıl ki moda, devasa
tekstil üretimlerinde milyonlarca adetlere varan tek tip kıyafet kuşatıcılığına
hükmediyorsa; Batı’nın dinî mekânlarının geçmişinden günümüze taşınan tasvir/plastik
sanatları da günümüz dijital ortamlarını kuşatan görsel hiyerarşisinin temelini
oluşturmuştur. Aslında insanoğlu farkında olarak ya da olmayarak her yeniliği
geçmişin üstüne bina ediyordur ve müzik, sinema gibi eğlence alanları da kısa
ya da uzun böyle süreçlerden geçmiştir.
Yukarıdaki hiyerarşik izah çabasının kısaca önümüze
bıraktığı bir gerçek var. Bugün muhatabı olduğumuz iyi ya da kötü tesirli her
tür meşgale bir köke aittir ve o köklerin misyonunu taşır.
Dolaysıyla gün içinde kişinin seçtiği ve meşgale olarak muhatap
oldukları onda iyi ya da kötü bir şeye sebep olur. Bir vakitler sanat eseri,
ilim, bilim, kıyafet, mimari, mabet ya da türlü geliştirici araçların birer
nüvesini taşıyan, dijital ya da gerçek satıhlar üzerinden geliştirdiği
muhataplıklar söz konusudur. Yöntemin nüvenin ilk sunumuyla hiçbir alakası
olmayabilir, ama nüve ne tür bir araçla sunulursa sunulsun o aracın içinde varolmaya
devam eder.
Bir misyona adanmış sanat eserinin belki de en güçlü yanı,
bin türlü farklı dolaylamayla etkisini sürdürebilmesidir.
Öyleyse önümüze yine iki kapı açılır.
Birinci kapının ardında misyona dair bir izah arayışı
vardır.
İkinci kapı ise ardında dolaylama örgüsünün hayata
etkilerine dair tarifleri tartışır.
Yani birincisi tasavvura, ikincisi yönteme dairdir. İzah arayışı,
misyonu yöntemle bitiştirir. Yöntem ise misyonun devamlılığını, idrakini ve tesir
gücünü belirler.
İki kapının ardında da kesin olan bir şey vardır: İnsan
zihni ve dolayısıyla kalbi, doğru taktiklerle istenilen kıvama getirilebilir,
istenilen şekilde terbiye edilebilir. Ama yine kesin olan bir şey vardır: Elde
edilen kıvam ve terbiye insan yaradılışına ve Yaradan’a aykırı/zıt/karşı olabilir.
Buna rağmen kişi farkına varamadığı bir biçimde bu terbiyeye teslim olabilir ve
istenilen biçime girebilir.
O tesiri mutlak biricik anı içinde saklayan bir sanat eseri,
insanın hayatında gerçekten çizdiği ya da çizilmişten gittiği yoldan çıkabileceği
bir nüve gizleyebilir ve bunu sahibi farkına varmaksızın bünyeye
yerleştirebilir.
Anlaşılan o ki muhatabın mahiyeti önemlidir. Kökler,
tasavvur ve yöntem önemlidir. İzler, izlekler, iz sürücüler önemlidir. Velhasıl
vesileler önemlidir. Ancak akıllı nesnelerle bin türlü dünya hâllerine yahut
eğlenceliklerine tanıklık eden insan, zararlı/aykırı/inkârcı nüvelerle nasıl mücadele
edebilecektir? Bu ise birçoğumuz için bilinmezdir.
Sanatın asıl mahareti ifşadır. O ifşa kolay kolay görünemez.
O zaman tesirine tutulduğumuz bir eser için sorduğumuz ilk soru şu olmalıdır:
Neyin ifşası?
Oysa ifşa çağındayız. Herkesin her şeyi merakla sömürdüğü,
kuytuda bir şey kalmaması için çabalanan, tanıklıklarda şaşkınlığın,
sarsıntının, tiksintinin, övgünün, takdirin günden güne azaldığı bir çağ bu.
Üstelik bizi öteki taraftan izleyen cam odalarda gibiyiz. Görünmeye, bilinmeye
değer olandan olmayana doğru sarsıcı bir yolculuk bu. Kimilerimiz kaybedecek
bir şeyi kalmayıncaya kadar görünür/bilinir olmaktan hoşnut. Öyleyse dolaylamalı
eğlenceliklerin ardındaki sırlı nüveler için fazla kafa yormaya gerek yok.
Pekâlâ anlaşılıyor ki kaybedecek bir şeyimiz kalmayıncaya kadar kendimizi ifşa
etmemizi istiyor nüve tasarımcıları.
Zararlı/aykırı/inkârcı ifşa teşvikiyle nasıl mücadele edeceğimize
gelince;
Besbelli yaradılışımıza uzaklaştıranlara inat dönüş yoluna
girmemiz gerekiyor. Bunun için içimizde sessiz bir ayaklanma başlatmamız
gerekiyor. İnsaniliğin hata payı, sapma ölçüsü, övgü ve yergi kabulünün sınırlarıyla
yüzleşmemiz gerekiyor. Yüzleştiklerimizi çok hatırlanır bir yerlere
iliştirmemiz gerekiyor. Bunun için de en önce ayetten de hadisten de payını
almış bir Kısas-ı Embiya okumamız gerekiyor.
Bilmediğimiz bir gün, bilmediğimiz bir yerde inkâr/bozuluş
zokasını yutmuş olabiliriz. Ama öz hiçbir yere gitmemiştir. O ki inkârcı nüvenin
tesir ettiği her bir yerden daha derindedir. Devamlı hatırlamak ümidiyle…