16 Temmuz 2022

"İlâhî nizam ve ihlâller" ve "Maârif dâvâmız"

Ali Yurtgezen hocanın Semerkand dergisi Temmuz 2022 sayısında “İlâhî Nizam ve İhlâller” ve Mostar dergisi Temmuz 2022 sayısında “Maârif Dâvâmız” başlıklı iki yazısı var. “İlâhî Nizam ve ihlâller” adlı yazı modernizm karşısında ilâhî varoluşunu muhafaza edemeyen insan meselemize dokunuyor. Millî kimliğimize ve hayatımıza uygun olmayan yanlış bir modernleşmenin hâkimiyeti ve bir salgın gibi yayılan ifsad edici gücü karşısında yaratılış gayesini ve dinî hüviyetini tahrip eden bir kitle var maalesef. Kadın ve erkek ayrımcılığının ve cinsiyet eşitliği gibi bize ait olmayan seküler toplum projelerinin muhafazakârlar da dâhil birçok kesimin ciddiyetle eğilmediği, oysa millet varlığımıza tehdit oluşturan ciddî tehlike hâline geldiği bir gerçek. Adı geçen yazı bu meseleye temas ederek gelen tehlikeyi hatırlatıyor: 

Modernite denilen yeni cahiliye

Dünya hayatımızı sulh ve selametle idame, kulluğumuzu lâyıkıyla ifa ve imtihanımızdan yüz akıyla çıkabilmemiz için Rabbimiz’in rahmet nişanesi olarak ikram eylediği kâinattaki nizamı gittikçe daha çok ihlâl ediyoruz. Dünyanın dengesi her geçen gün biraz daha bozuluyor. Tabiat hızla tahrip oluyor, yeni yeni hastalıklar, afetler çıkıyor ortaya. Bilim ve teknikteki ilerlemeye, artan konfora rağmen insanlık bunalımlardan, huzursuzluktan, kavga ve çatışmalardan yakasını kurtaramıyor. Bir probleme çözüm diye alınan tedbirler, o problemi gideremediği gibi başka problemlerin doğmasına yol açıyor. İnsanlarla birlikte yeryüzündeki her şey ifsada uğruyor ve bunda modernite denilen yeni cahiliyenin payı büyük. Modernite, rasyonel aklı ve pozitif bilimi putlaştırıp yegâne rehber edinen seküler, maddeci, ilerlemeci ve faydacı bir anlayış. Hayatı dünya hayatından, insanı beşeriyetinden ibaret görüyor. Dolayısıyla sadece dünya refahının maddi planda teminini, beşerî istek ve ihtiyaçların karşılanmasını amaçlıyor. Beşer kimliği üzerinden yürümesi bu anlayışın evrenselliğine, ilerlemeyi ve faydayı esas alması gerekliliğine, sonuçta da kaçınılmazlığına yoruluyor. Oysa aslında nefsin ilâh edinilmesi diye tanımlayabileceğimiz modernitede gözetilen faydadan maksat, herhangi bir dünyevî alanda olabildiğince yüksek kazanç, fayda veya konfora ulaşabilmektir. Nefsin hevâsının sınırsızlığı sebebiyle bu en yüksek kazanç yahut faydanın bir üst sınırı yoktur. Elde edilebilmesi için sürekli koşturulur ve ilerleme diye adlandırılan bu koşuda hiçbir ilâhî ve ahlâkî ölçüye uyulmaz. Tabiatın yağmalanması ve tahribi, değerlerin ve duyguların istismarı, sömürü de dâhil, her yol mübah görülür. Böyle bir usulsüzlüğe izin vermeyen ilâhî ölçüler ilerleme ideolojisi ile itibarsızlaştırılır, tabiatta ve toplumda o ölçülerle tanzim edilen ilâhî düzenin verimsizliğine hükmedilerek, modernitenin ilkeleri doğrultusunda yeni bir düzen kurgulanır. Bu kurguda vahdet değil kesret esastır. Bir gaye istikametinde birbirini tamamlayan mahlûkatın her birine, ilâhî düzeni, dengeyi ve işleyiş ahengini bozan yeni roller biçilir. Özellikle insanın Rabbi ile, diğer insanlarla, canlı cansız bütün varlıklarla ilâhî ölçüler çerçevesinde kurduğu irtibatı kesmesi, bağımsızlığının ve birey olabilmenin şartı diye takdim edilir. Moderniteye göre bu uyum ve irtibatın insana yüklediği sorumluluk, vazife ve kısıtlamalar, onun özgürlüğünün ihlâlidir. Böylece yalnız kendilerini merkeze alan, bencillik, ölçüsüzlük, sorumsuzluk ve başıboşlukla malûl fert veya topluluklar çıkar ortaya. Kendileri dışındaki herkesi ötekileştiren bir cahiliye asabiyesine kapılırlar. Kaynakların sınırlı, ihtiyaçların sınırsız olduğu kabulü, kazanmak yahut çoğaltmak için ötekinin elindekileri azaltmayı gerektirdiğinden, ötekiler aynı zamanda birer hasımdır. Netice itibariyle tabiatın ve hayatın işleyişindeki ahenk bozulmuş; yardımlaşmanın, dayanışmanın, unsurların birbirini tamamlamasının yerini birbirleriyle çatışma ve mücadele almıştır. Modernitede insan, insanın yurdu değil kurdudur.

Fâsit dairede ifsadı çoğaltmak

Böyle bir anlayış sürekli problem üretmekle kalmaz, o problemlerin sebebini ve çözümünü tespitte de isabet kaydedemez. Hatta çözüm diye sunduğu teklifler uygulamada başka problemler üretir ve toplulukları tam bir fâsit daireye mahkûm eder. Özellikle ‘fâsit daire’ diyorum, çünkü bunun yeni karşılığı zannedilen ‘kısır döngü’ tabiri aynı anlamı taşımıyor. Kısır döngü; bir çözümsüzlüğü, netice vermeyecek yanlış bir yörüngedeki beyhude arayışı, bir çıkmazda vakit ve enerji israfını ifade ediyor. Fâsit dairede ise çözüm arayışlarının kaçınılmaz akameti yanında ifsada yol açmasına da işaret var. Bunun tipik bir örneğini boşanmalarla, cinayete varan şiddetle tezahür eden aile içi geçimsizlik, anlaşmazlık yahut çatışmalarda görüyoruz. Modern anlayış, kadın ve erkek cinsinin eşler olarak aralarındaki vahdeti, uyumu, dayanışmayı sağlama hikmetinin eseri fıtrî kabiliyet ve farklılıklarını, taraflardan birinin aleyhine eşitsizlik sayıyor. Problemin buradan kaynaklandığı zannıyla da ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ gibi çözümler teklif ediyor. Sosyal alanda erkeğin yaptığı her işi kadının, kadının yaptığı her işi de erkeğin yapabileceğini, yapması gerektiğini teklif eden bir çözüm bu. Tarafların birbirlerine ihtiyaç duymasını zayıflık olarak niteliyor. Onları, birbirlerinin rolünü üstlenerek iktidar kavgasına sevk ediyor. Eşler arasına muhabbeti ve hürmeti öldüren bir husumet giriyor böylece. Yani meseleye aile birlikteliğini gözetmeden, sadece kadın veya sadece erkek tarafından bakarak bir çeşit cinsiyet asabiyesiyle, aslında problemin sebebi olan kabuller çözüm diye sunulabiliyor. Bu tür aymazlıklar elbette çare olmuyor ve her seferinde problemi biraz daha azdırdığı gibi başka alanlarda da ağır tahribata sebep oluyor. Aile kurumu zayıflıyor, nikâhsız beraberlikler artıyor, cinsiyet üzerinden sapkın anlayışlar toplumu ifsat ediyor. Oysa kadın ve erkek arasındaki fıtrî farklılıklar bir üstünlük sebebi değildir. Sadece tarafların görev ve sorumluluklarını belirler. Bu yüzden bizim irfanımızda evli çiftler ‘zevc ve zevce’ olarak aynı kelimelerle ‘zevceyn’ diye anılırlar. Zevceyn, tıpkı bir çift ayakkabı gibi ‘birbirini tamamlayan iki şey’ demektir. Ayakkabı tekleri birbirine eştir ama eşit değildir. Farklılıkları birini diğerine tercih etmemizi gerektirmez. Sağ tekini sol ayağa, sol tekini sağ ayağa giyerseniz kendinize zulmetmiş olursunuz. Bunun gibi, fıtratlarına uymayan görev ve sorumluklara tâlip olması, Allah Teâlâ’nın takdirine itiraz yanında kişilerin kendilerine zulmetmesidir aynı zamanda. Hasıl-ı kelâm, ailedeki fizikî veya psikolojik şiddet de başka alanlardaki sıkıntılar da bu zulmün, yani kâinattaki vahdetten gafletin, ilâhî nizama aykırı tavır almanın, tevhidin dünya hayatına bakan boyutunu ihmal eylemenin tezahürüdür. Allah Teâlâ’nın kurduğu o en güzel, en doğru, en mükemmel düzene dönmeyince düzelmez.”

“Maârif Dâvâmız” adlı yazı ise, bir asırdır devam eden ve elân yaşanan maârif meselemize, cumhuriyet dönemi diliyle eğitim ve öğretim meselemize temas ediyor. Bir türlü tedavi edilmeyen ve edilmek istenmeyen maârif meselemiz kanayan bir yaramızdır. İstikbâlimizi taşıyacak olan nesillerin bekası için en önemli değerlerden biri olan maârif ne haldedir, ne hâle getirildi ve çâre nedir? Millet olarak millî varlığımızın bekâsı için bu meseleyi önümüze seren bu yazı ne diyor, neler teklif ediyor? Pörsümüş millî eğitim zihniyetine dokunan bâzı bölümlerini paylaşarak mes’ul ve ilgili mercilerin vicdanlarına seslenmek istiyoruz:  

“Millî Mücadele sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1924’ten itibaren milleti o mücadeleye sevk eden iradenin ve değerler manzumesinin hilafına Batılılaşmayı seçti. Modernleşme ve çağdaşlaşma diye adlandırılsa da Cumhuriyet elitlerinin dûçar olduğu mağlubiyet psikolojisinin tezahürü bir tereddi idi bu. Millet hüviyetimizi, inancımızı, tarihimizi, kültürümüzü, medeniyetimizi, bu çerçevedeki bütün iddia ve ideallerimizi terke zorlandık. ‘Azim ve kararı ile istiklâlini kurtaran millet’in varlığı, bertaraf edilmesi gereken bir tehdit ve tehlike sayıldı; adına ‘ulus’ denen ve dünkü müstevlilerimize benzeyen yeni bir toplum inşasına gidildi. Bu tegayyürün, başkalaşmanın en önemli enstrümanı şüphesiz eğitim olacaktı ve ihmâl edilmedi. Batılı pek çok ülkedeki uygulamalardan faydalanılarak yamalı bohçaya benzeyen ama pragmatist, pozitivist ve seküler rengi baskın bir eğitim sistemi kuruldu. Gerçi Osmanlının son dönemlerinde modern mekteplerde özellikle Fransız sistemi esas alınmıştı. Bunun da ötesinde mektebiyle medresesiyle maarifimizin bütün yapısında arızalar, sıkıntılar vardı. Lâkin ilk kez Cumhuriyetle birlikte eğitim ve öğretim, resmen bir mağlubiyet ideolojisinin, millet hüviyetini hükümsüz kılma politikasının, Batılılaşmanın aleti haline getirilmişti. Böylece Necip Fazıl’ın ifadesiyle ‘haşmetli bir maârif meselemiz’ oldu.

Maarifi Eğdik Büktük Eğitim Oldu

Evet, bizim millet olarak son bir asırdır çözülmek şöyle dursun, Avrupa Birliği’nin üyelik için şart koştuğu uyum politikalarıyla daha da içinden çıkılamaz hale gelen haşmetli bir maarif meselemiz var. Oysa eğitim öğretim kurumlarının verimsizliğine öteden beri gerekçe gösterilen fizikî yetersizlikler giderildi. Sayısı ve konforu artan bina ve sınıflar teknolojik cihazlarla donatıldı. Öğretmen kadrosu ve öğrenim materyalleri ile ilgili sıkıntılar büyük ölçüde aşıldı. Akademik başarıyı artırmaya dönük bu imkânlara rağmen Türkiye hâlâ matematik, fen ve okuduğunu anlama başarısını ölçen PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) sınavlarında son sıralarda seyrediyor. Kaldı ki maarifin asıl amacı bu da değil. (…)  Eğitim-öğretim konusunda şikayetle yetinen edilgen tavırlardan, sadra şifa olmayan palyatif tedavilere rağbet ucuzluğundan kurtulup meseleyi doğru anlamaya, doğru müdahalelerle çözmeye çalışmak için Mümtaz Turhan, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Peyami Safa, Tarık Buğra, Cemil Meriç, Erol Güngör, Sezai Karakoç ve Kemal Sayar gibi isimleri okumak gerekiyor.(…) Merhum Nurettin Topçu’nun tespitiyle ‘yaşadığımız bütün buhranların sebebi böyle bir meseleye, kim olursak olalım bigâne kalamayız. Problemin palyatif tedbirlerle, yani asıl sebebi ihmâl edip tezahürlerini ortadan kaldırmaya çalışmakla çözülemeyeceğini de artık görmemiz gerekiyor. Asıl sebep evvela bize mahsus kadim kavramlarımızı yeni kelimelerle adlandırarak onların muhtevasını boşaltmak suretiyle perdeleniyor. ‘Talim ve terbiye’yi ‘öğretim ve eğitim’le karşılamak, ‘maarif’i yine ne idüğü belirsiz ‘eğitim’e irca etmek, masum bir sadeleştirme çabası değil. Maarif, bir tâlim terbiye sisteminin adıdır ama o sistemin maksadını da ifade eder. ‘Marifet’in çoğuludur. Marifet de irfanla kazanılan bilgi, hüner, maharet demektir. İrfanî bilgi, kişinin kendini ve Rabbini tanımasına imkân veren, insanı olduran, kemâle ve inceliğe sevk eden bilgidir. İlmi, felsefesi, ahlâkı, edebiyatı, musikisi, mimarisi, hüsnühattıyla kültür ve medeniyetimizin bütün şubelerinin üzerinde inşa edildiği zemini oluşturur. Hülâsa maarif kişinin kendini, yani kulluğunu, yaratılış gayesini bilmesi; böylece Rabb’ini tanıması ve her işinde O’nun rızasını gözeten şahsiyet sahibi kaliteli bir insan olması için bir talim ve terbiyeye tabi tutulmasından ibarettir. Eğitimle eğri büğrü hale getirilmiş nesiller değil, elif gibi dosdoğru müslümanlar yetiştirmeyi amaçlar.

Sadece Millî Eğitime Bırakılamayacak Bir Sorumluluk

Meselenin ve çözüm için girişilen her sınamanın hep bir yanılmayla sonuçlanmasının maarifi unutmaktan kaynaklandığını bilen kalem erbabı, bu sebeple bunu ısrarla ‘maarif dâvâsı’ diye takdim eder. Mümtaz Turhan, konuyla ilgili kitabına, ‘Maârifimizin Ana Dâvâları ve Bazı Hâl Çareleri’ ismini verir: “Maarifimizin umumi bir gayeden, ahenk ve bütünlükten mahrum” oluşunu eleştirir. Nurettin Topçu, maarife dair yazı ve konuşmalarını topladığı, ‘Türkiye’nin Maârif Dâvâsı” kitabında ‘şekil, ruh ve zihniyet bakımından millî bir maarifin’ zaruretini anlatır. Samiha Ayverdi, ‘Millî Kültür Meselelerimiz ve Maârif Dâvâmız’ adlı eserinde, ‘talim ve terbiye sistemimizi millî ve mânevi değerlerle uyandırıp köksüzlüğün tehlike ve şeâmetinden kurtarma’ çağrısında bulunur. Emin Bilgiç ‘Maarif Dâvâmız’da ‘maarifin, millî kültürün yeni nesillerce tevarüsündeki ihmal edilen rolü’ne dikkat çeker. Necip Fazıl’ın 1939’dan itibaren bu konuda yazdığı pek çok yazının bir kısmı ‘Maarif Dâvâmız’ başlığını taşımaktadır ve Batı’dan ithal anlayışın yol açacağı felaketlere işaret eder. Peyami Safa, Tarık Buğra, Cemil Meriç, Erol Güngör, Sezai Karakoç ve Kemal Sayar’ın da maârif dâvâmızın halli için mutlaka dikkate alınması gereken tenkit, tespit ve teklifleri vardır. Eğitim-öğretim konusunda şikayetle yetinen edilgen tavırlardan, sadra şifa olmayan palyatif tedavilere rağbet ucuzluğundan kurtulup meseleyi doğru anlamaya, doğru müdahalelerle çözmeye çalışmak için bu ve benzeri isimleri okumak gerekiyor. Çünkü maârif yahut talim ve terbiye sadece okulların işi değil. Sadece Milli Eğitim Bakanlığının uhdesine bırakılmayacak kadar da kapsamlı, sosyal bir sorumluluk. Nurettin Topçu’nun, ‘Bize bir insan mektebi lâzım. Bir mektep ki bizi kendi ruhumuza kavuştursun, her hareketimizin ahlâkî değeri olduğunu tanıtsın; hayâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin; her ferdimizi milletimizin tarihi içinde aratsın, vicdanlarımıza her an Allah’ın huzurunda yaşatmayı öğretsin.’ diyerek tarif ettiği ‘insan mektebi’ni aile, cemaat, cemiyet de dâhil her ortamda inşa hepimizin vazifesi…”(ilbeyali@hotmail.com)