"İlâhî nizam ve ihlâller" ve "Maârif dâvâmız"
Ali Yurtgezen hocanın Semerkand dergisi Temmuz 2022 sayısında “İlâhî Nizam ve İhlâller” ve Mostar dergisi Temmuz 2022 sayısında “Maârif Dâvâmız” başlıklı iki yazısı var. “İlâhî Nizam ve ihlâller” adlı yazı modernizm karşısında ilâhî varoluşunu muhafaza edemeyen insan meselemize dokunuyor. Millî kimliğimize ve hayatımıza uygun olmayan yanlış bir modernleşmenin hâkimiyeti ve bir salgın gibi yayılan ifsad edici gücü karşısında yaratılış gayesini ve dinî hüviyetini tahrip eden bir kitle var maalesef. Kadın ve erkek ayrımcılığının ve cinsiyet eşitliği gibi bize ait olmayan seküler toplum projelerinin muhafazakârlar da dâhil birçok kesimin ciddiyetle eğilmediği, oysa millet varlığımıza tehdit oluşturan ciddî tehlike hâline geldiği bir gerçek. Adı geçen yazı bu meseleye temas ederek gelen tehlikeyi hatırlatıyor:
“Modernite denilen yeni cahiliye
Dünya hayatımızı sulh ve
selametle idame, kulluğumuzu lâyıkıyla ifa ve imtihanımızdan yüz akıyla
çıkabilmemiz için Rabbimiz’in rahmet nişanesi olarak ikram eylediği kâinattaki
nizamı gittikçe daha çok ihlâl ediyoruz. Dünyanın dengesi her geçen gün biraz
daha bozuluyor. Tabiat hızla tahrip oluyor, yeni yeni hastalıklar, afetler
çıkıyor ortaya. Bilim ve teknikteki ilerlemeye, artan konfora rağmen insanlık
bunalımlardan, huzursuzluktan, kavga ve çatışmalardan yakasını kurtaramıyor.
Bir probleme çözüm diye alınan tedbirler, o problemi gideremediği gibi başka
problemlerin doğmasına yol açıyor. İnsanlarla birlikte yeryüzündeki her şey
ifsada uğruyor ve bunda modernite denilen yeni cahiliyenin payı büyük.
Modernite, rasyonel aklı ve pozitif bilimi putlaştırıp yegâne rehber edinen
seküler, maddeci, ilerlemeci ve faydacı bir anlayış. Hayatı dünya hayatından,
insanı beşeriyetinden ibaret görüyor. Dolayısıyla sadece dünya refahının maddi
planda teminini, beşerî istek ve ihtiyaçların karşılanmasını amaçlıyor. Beşer
kimliği üzerinden yürümesi bu anlayışın evrenselliğine, ilerlemeyi ve faydayı
esas alması gerekliliğine, sonuçta da kaçınılmazlığına yoruluyor. Oysa aslında
nefsin ilâh edinilmesi diye tanımlayabileceğimiz modernitede gözetilen faydadan
maksat, herhangi bir dünyevî alanda olabildiğince yüksek kazanç, fayda veya
konfora ulaşabilmektir. Nefsin hevâsının sınırsızlığı sebebiyle bu en yüksek
kazanç yahut faydanın bir üst sınırı yoktur. Elde edilebilmesi için sürekli
koşturulur ve ilerleme diye adlandırılan bu koşuda hiçbir ilâhî ve ahlâkî
ölçüye uyulmaz. Tabiatın yağmalanması ve tahribi, değerlerin ve duyguların
istismarı, sömürü de dâhil, her yol mübah görülür. Böyle bir usulsüzlüğe izin
vermeyen ilâhî ölçüler ilerleme ideolojisi ile itibarsızlaştırılır, tabiatta ve
toplumda o ölçülerle tanzim edilen ilâhî düzenin verimsizliğine hükmedilerek,
modernitenin ilkeleri doğrultusunda yeni bir düzen kurgulanır. Bu kurguda
vahdet değil kesret esastır. Bir gaye istikametinde birbirini tamamlayan
mahlûkatın her birine, ilâhî düzeni, dengeyi ve işleyiş ahengini bozan yeni
roller biçilir. Özellikle insanın Rabbi ile, diğer insanlarla, canlı cansız
bütün varlıklarla ilâhî ölçüler çerçevesinde kurduğu irtibatı kesmesi,
bağımsızlığının ve birey olabilmenin şartı diye takdim edilir. Moderniteye göre
bu uyum ve irtibatın insana yüklediği sorumluluk, vazife ve kısıtlamalar, onun
özgürlüğünün ihlâlidir. Böylece yalnız kendilerini merkeze alan, bencillik,
ölçüsüzlük, sorumsuzluk ve başıboşlukla malûl fert veya topluluklar çıkar
ortaya. Kendileri dışındaki herkesi ötekileştiren bir cahiliye asabiyesine
kapılırlar. Kaynakların sınırlı, ihtiyaçların sınırsız olduğu kabulü, kazanmak
yahut çoğaltmak için ötekinin elindekileri azaltmayı gerektirdiğinden, ötekiler
aynı zamanda birer hasımdır. Netice itibariyle tabiatın ve hayatın
işleyişindeki ahenk bozulmuş; yardımlaşmanın, dayanışmanın, unsurların
birbirini tamamlamasının yerini birbirleriyle çatışma ve mücadele almıştır.
Modernitede insan, insanın yurdu değil kurdudur.
Fâsit dairede ifsadı çoğaltmak
Böyle bir anlayış sürekli
problem üretmekle kalmaz, o problemlerin sebebini ve çözümünü tespitte de
isabet kaydedemez. Hatta çözüm diye sunduğu teklifler uygulamada başka
problemler üretir ve toplulukları tam bir fâsit daireye mahkûm eder. Özellikle
‘fâsit daire’ diyorum, çünkü bunun yeni karşılığı zannedilen ‘kısır döngü’
tabiri aynı anlamı taşımıyor. Kısır döngü; bir çözümsüzlüğü, netice vermeyecek
yanlış bir yörüngedeki beyhude arayışı, bir çıkmazda vakit ve enerji israfını
ifade ediyor. Fâsit dairede ise çözüm arayışlarının kaçınılmaz akameti yanında
ifsada yol açmasına da işaret var. Bunun tipik bir örneğini boşanmalarla,
cinayete varan şiddetle tezahür eden aile içi geçimsizlik, anlaşmazlık yahut
çatışmalarda görüyoruz. Modern anlayış, kadın ve erkek cinsinin eşler olarak
aralarındaki vahdeti, uyumu, dayanışmayı sağlama hikmetinin eseri fıtrî
kabiliyet ve farklılıklarını, taraflardan birinin aleyhine eşitsizlik sayıyor.
Problemin buradan kaynaklandığı zannıyla da ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ gibi
çözümler teklif ediyor. Sosyal alanda erkeğin yaptığı her işi kadının, kadının
yaptığı her işi de erkeğin yapabileceğini, yapması gerektiğini teklif eden bir
çözüm bu. Tarafların birbirlerine ihtiyaç duymasını zayıflık olarak niteliyor.
Onları, birbirlerinin rolünü üstlenerek iktidar kavgasına sevk ediyor. Eşler
arasına muhabbeti ve hürmeti öldüren bir husumet giriyor böylece. Yani meseleye
aile birlikteliğini gözetmeden, sadece kadın veya sadece erkek tarafından
bakarak bir çeşit cinsiyet asabiyesiyle, aslında problemin sebebi olan kabuller
çözüm diye sunulabiliyor. Bu tür aymazlıklar elbette çare olmuyor ve her
seferinde problemi biraz daha azdırdığı gibi başka alanlarda da ağır tahribata
sebep oluyor. Aile kurumu zayıflıyor, nikâhsız beraberlikler artıyor, cinsiyet
üzerinden sapkın anlayışlar toplumu ifsat ediyor. Oysa kadın ve erkek
arasındaki fıtrî farklılıklar bir üstünlük sebebi değildir. Sadece tarafların
görev ve sorumluluklarını belirler. Bu yüzden bizim irfanımızda evli çiftler
‘zevc ve zevce’ olarak aynı kelimelerle ‘zevceyn’ diye anılırlar. Zevceyn,
tıpkı bir çift ayakkabı gibi ‘birbirini tamamlayan iki şey’ demektir. Ayakkabı
tekleri birbirine eştir ama eşit değildir. Farklılıkları birini diğerine tercih
etmemizi gerektirmez. Sağ tekini sol ayağa, sol tekini sağ ayağa giyerseniz
kendinize zulmetmiş olursunuz. Bunun gibi, fıtratlarına uymayan görev ve
sorumluklara tâlip olması, Allah Teâlâ’nın takdirine itiraz yanında kişilerin
kendilerine zulmetmesidir aynı zamanda. Hasıl-ı kelâm, ailedeki fizikî veya psikolojik
şiddet de başka alanlardaki sıkıntılar da bu zulmün, yani kâinattaki vahdetten
gafletin, ilâhî nizama aykırı tavır almanın, tevhidin dünya hayatına bakan
boyutunu ihmal eylemenin tezahürüdür. Allah Teâlâ’nın kurduğu o en güzel, en
doğru, en mükemmel düzene dönmeyince düzelmez.”
“Maârif Dâvâmız” adlı yazı ise, bir asırdır devam eden ve elân yaşanan maârif
meselemize, cumhuriyet dönemi diliyle eğitim ve öğretim meselemize temas
ediyor. Bir türlü tedavi edilmeyen ve edilmek istenmeyen maârif meselemiz
kanayan bir yaramızdır. İstikbâlimizi taşıyacak olan nesillerin bekası için en
önemli değerlerden biri olan maârif ne haldedir, ne hâle getirildi ve çâre
nedir? Millet olarak millî varlığımızın bekâsı için bu meseleyi önümüze seren
bu yazı ne diyor, neler teklif ediyor? Pörsümüş millî eğitim zihniyetine
dokunan bâzı bölümlerini paylaşarak mes’ul ve ilgili mercilerin vicdanlarına
seslenmek istiyoruz:
“Millî Mücadele sonrası
kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 1924’ten itibaren milleti o mücadeleye sevk
eden iradenin ve değerler manzumesinin hilafına Batılılaşmayı seçti.
Modernleşme ve çağdaşlaşma diye adlandırılsa da Cumhuriyet elitlerinin dûçar
olduğu mağlubiyet psikolojisinin tezahürü bir tereddi idi bu. Millet
hüviyetimizi, inancımızı, tarihimizi, kültürümüzü, medeniyetimizi, bu
çerçevedeki bütün iddia ve ideallerimizi terke zorlandık. ‘Azim ve kararı ile
istiklâlini kurtaran millet’in varlığı, bertaraf edilmesi gereken bir tehdit ve
tehlike sayıldı; adına ‘ulus’ denen ve dünkü müstevlilerimize benzeyen yeni bir
toplum inşasına gidildi. Bu tegayyürün, başkalaşmanın en önemli enstrümanı
şüphesiz eğitim olacaktı ve ihmâl edilmedi. Batılı pek çok ülkedeki
uygulamalardan faydalanılarak yamalı bohçaya benzeyen ama pragmatist,
pozitivist ve seküler rengi baskın bir eğitim sistemi kuruldu. Gerçi Osmanlının
son dönemlerinde modern mekteplerde özellikle Fransız sistemi esas alınmıştı.
Bunun da ötesinde mektebiyle medresesiyle maarifimizin bütün yapısında
arızalar, sıkıntılar vardı. Lâkin ilk kez Cumhuriyetle birlikte eğitim ve
öğretim, resmen bir mağlubiyet ideolojisinin, millet hüviyetini hükümsüz kılma
politikasının, Batılılaşmanın aleti haline getirilmişti. Böylece Necip Fazıl’ın
ifadesiyle ‘haşmetli bir maârif meselemiz’ oldu.
Maarifi Eğdik Büktük Eğitim Oldu
Evet, bizim millet olarak son
bir asırdır çözülmek şöyle dursun, Avrupa Birliği’nin üyelik için şart koştuğu
uyum politikalarıyla daha da içinden çıkılamaz hale gelen haşmetli bir maarif
meselemiz var. Oysa eğitim öğretim kurumlarının verimsizliğine öteden beri
gerekçe gösterilen fizikî yetersizlikler giderildi. Sayısı ve konforu artan
bina ve sınıflar teknolojik cihazlarla donatıldı. Öğretmen kadrosu ve öğrenim
materyalleri ile ilgili sıkıntılar büyük ölçüde aşıldı. Akademik başarıyı
artırmaya dönük bu imkânlara rağmen Türkiye hâlâ matematik, fen ve okuduğunu
anlama başarısını ölçen PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı)
sınavlarında son sıralarda seyrediyor. Kaldı ki maarifin asıl amacı bu da
değil. (…) Eğitim-öğretim konusunda
şikayetle yetinen edilgen tavırlardan, sadra şifa olmayan palyatif tedavilere
rağbet ucuzluğundan kurtulup meseleyi doğru anlamaya, doğru müdahalelerle
çözmeye çalışmak için Mümtaz Turhan, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Peyami Safa,
Tarık Buğra, Cemil Meriç, Erol Güngör, Sezai Karakoç ve Kemal Sayar gibi
isimleri okumak gerekiyor.(…) Merhum Nurettin Topçu’nun tespitiyle ‘yaşadığımız
bütün buhranların sebebi böyle bir meseleye, kim olursak olalım bigâne
kalamayız. Problemin palyatif tedbirlerle, yani asıl sebebi ihmâl edip
tezahürlerini ortadan kaldırmaya çalışmakla çözülemeyeceğini de artık görmemiz
gerekiyor. Asıl sebep evvela bize mahsus kadim kavramlarımızı yeni kelimelerle
adlandırarak onların muhtevasını boşaltmak suretiyle perdeleniyor. ‘Talim ve
terbiye’yi ‘öğretim ve eğitim’le karşılamak, ‘maarif’i yine ne idüğü belirsiz
‘eğitim’e irca etmek, masum bir sadeleştirme çabası değil. Maarif, bir tâlim
terbiye sisteminin adıdır ama o sistemin maksadını da ifade eder. ‘Marifet’in
çoğuludur. Marifet de irfanla kazanılan bilgi, hüner, maharet demektir. İrfanî
bilgi, kişinin kendini ve Rabbini tanımasına imkân veren, insanı olduran,
kemâle ve inceliğe sevk eden bilgidir. İlmi, felsefesi, ahlâkı, edebiyatı,
musikisi, mimarisi, hüsnühattıyla kültür ve medeniyetimizin bütün şubelerinin
üzerinde inşa edildiği zemini oluşturur. Hülâsa maarif kişinin kendini, yani
kulluğunu, yaratılış gayesini bilmesi; böylece Rabb’ini tanıması ve her işinde
O’nun rızasını gözeten şahsiyet sahibi kaliteli bir insan olması için bir talim
ve terbiyeye tabi tutulmasından ibarettir. Eğitimle eğri büğrü hale getirilmiş
nesiller değil, elif gibi dosdoğru müslümanlar yetiştirmeyi amaçlar.
Sadece Millî Eğitime Bırakılamayacak Bir Sorumluluk
Meselenin ve çözüm için
girişilen her sınamanın hep bir yanılmayla sonuçlanmasının maarifi unutmaktan
kaynaklandığını bilen kalem erbabı, bu sebeple bunu ısrarla ‘maarif dâvâsı’
diye takdim eder. Mümtaz Turhan, konuyla ilgili kitabına, ‘Maârifimizin Ana
Dâvâları ve Bazı Hâl Çareleri’ ismini verir: “Maarifimizin umumi bir gayeden,
ahenk ve bütünlükten mahrum” oluşunu eleştirir. Nurettin Topçu, maarife dair
yazı ve konuşmalarını topladığı, ‘Türkiye’nin Maârif Dâvâsı” kitabında ‘şekil,
ruh ve zihniyet bakımından millî bir maarifin’ zaruretini anlatır. Samiha
Ayverdi, ‘Millî Kültür Meselelerimiz ve Maârif Dâvâmız’ adlı eserinde, ‘talim
ve terbiye sistemimizi millî ve mânevi değerlerle uyandırıp köksüzlüğün tehlike
ve şeâmetinden kurtarma’ çağrısında bulunur. Emin Bilgiç ‘Maarif Dâvâmız’da
‘maarifin, millî kültürün yeni nesillerce tevarüsündeki ihmal edilen rolü’ne
dikkat çeker. Necip Fazıl’ın 1939’dan itibaren bu konuda yazdığı pek çok
yazının bir kısmı ‘Maarif Dâvâmız’ başlığını taşımaktadır ve Batı’dan ithal
anlayışın yol açacağı felaketlere işaret eder. Peyami Safa, Tarık Buğra, Cemil
Meriç, Erol Güngör, Sezai Karakoç ve Kemal Sayar’ın da maârif dâvâmızın halli
için mutlaka dikkate alınması gereken tenkit, tespit ve teklifleri vardır.
Eğitim-öğretim konusunda şikayetle yetinen edilgen tavırlardan, sadra şifa
olmayan palyatif tedavilere rağbet ucuzluğundan kurtulup meseleyi doğru
anlamaya, doğru müdahalelerle çözmeye çalışmak için bu ve benzeri isimleri
okumak gerekiyor. Çünkü maârif yahut talim ve terbiye sadece okulların işi
değil. Sadece Milli Eğitim Bakanlığının uhdesine bırakılmayacak kadar da
kapsamlı, sosyal bir sorumluluk. Nurettin Topçu’nun, ‘Bize bir insan mektebi
lâzım. Bir mektep ki bizi kendi ruhumuza kavuştursun, her hareketimizin ahlâkî
değeri olduğunu tanıtsın; hayâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler
yetiştirsin; her ferdimizi milletimizin tarihi içinde aratsın, vicdanlarımıza
her an Allah’ın huzurunda yaşatmayı öğretsin.’ diyerek tarif ettiği ‘insan
mektebi’ni aile, cemaat, cemiyet de dâhil her ortamda inşa hepimizin vazifesi…”(ilbeyali@hotmail.com)