12 Aralık 2016

İmar mı imha mı?

İstanbul Beşiktaş'taki hain terör saldırısının derin acısı içindeyken daha önce yazmayı planladığım bu konuyu terör ve imha anlam birlikteliğiyle toparlamak istiyorum.

Allah'ım şehitlerimize rahmet eyle. Yaralılarımıza Şafi isminle şifa ver Ya Rabbim. Kalan yakınlarına ve milletimize sabr-ı cemil ihsan eyle.

Latinler, 13. Yüzyılın başında İslam beldelerine yaptıkları Haçlı seferlerinin birinde Konstatiniyye'ye gelirler. Niyetleri Anadolu ve Kudüs'ü ele geçirmek olsa da 1204 yılından 1261 yılına kadar Konstantiniyye'yi terk etmezler. Bu süreçte de büyük bir talan, işgal, hırsızlık, taciz ve terör gerçekleştirirler. Ne kadar değerli şey varsa Avrupa'ya kaçırırlar. Tüm tarihi kaynaklar bu dönemi İstanbul'un tarih boyunca geçirdiği en kötü dönem olarak adlandırırlar.

Eğer 15 Temmuz gecesi başarılı olsalardı canım İstanbul, tarihinin en kötü ikinci buhran ve terör dönemine girecekti. Hamdolsun başaramadılar ve başaramayacaklar inşaallah.

İstanbul Latin istilasından sonra bir daha kendini toparlayamadı ve fetih öncesi nüfusu yaklaşık 50 bine kadar düştü. Ta ki 1453'teki fethine kadar kurtarıcısını bekledi durdu zelil bir şekilde.

Fetihten sonra da gönlümüzün ve aklımızın en nadide yerindeki en güzel imar ve inşa faaliyetleri gerçekleşti bu süreç içinde. Hatta Osmanlı mimarları bakımsız ve harap durumdaki Ayasofya'da fetihten önce tamirat çalışmaları bile yapmışlardı.

Yıllar geçti ve 19. Yüzyıla gelince dünya büyük bir değişim geçirmeye başladı ve 1. Sanayi Devrimi sonucu tüm medeniyetler bu durumdan etkilendi. Aynı Osmanlı Devleti, aydınları ve şehirleri gibi…

Ve bir gün 21 Temmuz 1905 günü II. Abdülhamid Han, bir Cuma namazı çıkışı Yıldız Camii'nden çıkarken Belçikalı bir terörist olan Edward Jorris ve arkadaşları tarafından çok büyük bir bombalı terör saldırısına uğradı. Eğer başarılı olsalardı İstanbul'un muhtelif yerlerinde aynı terör eylemini gerçekleştirecek ve batılı devletlerin İstanbul'u işgaline zemin hazırlayacaklardı. Hep aynı plan, aynı senaryo…

Sebebi neydi peki? Sıkıntılarını çözmeye, prangalarından kurtulmaya çalışan ülkemizi ve milletimizi esir almak. Çünkü II. Abdülhamid Han, ülkesini ve milletini ayağa kaldırmak için en zor dönemlerde bile bir sürü yatırım ve imar faaliyetine girişti. Hicaz Demir Yolu, Tıbbi Şahane, Halkalı Ziraat Mektebi, iki kıtayı deniz altından birleştirme projeleri ve daha niceleri…

Bu sırada sözde Osmanlı aydınları ne yapıyordu peki? Tevfik Fikret, “Şanlı Avcı” diye teröriste şiirler düzmekte, Mahmut Şevket Paşalar, Taksim Gezi Parkındaki kışlada II. Abdülhamid Hanı tahttan indirmek için darbe konuşmaları yapmaktaydı. Diğer aydınların bazıları da İstanbul'a aynı Paris'teki gibi bulvarları nasıl açarız diye planlar ve projeler üretme peşindelerdi. Tıpkı milletimizi İslam'dan ve özünden nasıl uzaklaştırırız diye uğraştıkları gibi.

Arada büyük buhranlar, yeni bir Cumhuriyet ve 1930'lu yıllar. Dönemin en ünlü mimarlarından Le Corbusier Atatürk'e bir mektup yazar ve İstanbul'un eski dokusunu korumaya, Osmanlı eserlerini yaşatmaya dönük plan teklifini yapar ve tahmin edilecek karşılığı görür. Yerine 1936'da Fransız bir mimar olan Henri Prost İstanbul'a çağırılır. Tabii bu mektup için “Hayatımda yaptığım en büyük hata Atatürk'e yazdığım mektuptur. Eğer ‘İstanbul'u bu dokusu ile bırakın, imar planı yapmayın. Bu şehir geçmiş kokusunu taşımalıdır' gibi aptal bir gafı yapmasaydım şu an dünyanın incisi olan o şehrin imar planını ben yapıyor olacaktım.” diyecektir sonraki yıllarda.

Henri Prost, tam da kendisini İstanbul'a çağıranlar gibi düşünen bir adamdır. Aynı İttihatçılar, batıcılar, globalci ve küreselciler gibi. İstanbul'da İslam'a ve dolayısıyla Osmanlı'ya ait ne kadar iz ve etki varsa ortadan kaldırmak için kolları sıvar. 1951 yılına kadar İstanbul'da kalır ve nazım planını tamamlar. Bu plan çerçevesinde Haliç'i sanayiye açar, Karaköy ve Haydarpaşa'ya liman koyar. İttihatçı paşaların hayal ettiği gibi Tarihi Yarımadaya geniş bulvarlar ön görür, hiç gereği olmadığı halde tüm ulaşımın merkezini Yenikapı'ya toplar, apartmanları Fatih'in her yerine sokar ve bostanları imara açar. Onlarca cami ve Osmanlı eserinin yıkımı için kararlar alır. Tamamıyla terör estirir İstanbul'da. Aynı Latinler gibi, Belçikalı bir terörist olan Edward Jorris gibi, Mahmut Şevket Paşa gibi. Tüm bu işlemler gerçekleşirken Vali ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar'ı da tarihe not düşmeden olmaz tabii ki.

Devamında Rahmetli Menderes de aynı hatayı devam ettirir ve iktidara geldiğinde “İstanbul'u 1900'lerdeki görünümünden kurtaracağız” şeklinde demeçler vererek meşhur imar hareketlerine başlar ve Henri Prost'un kaldığı yerden devam eder adeta. 24 Eylül 1956 da kabul edilen İstanbul İmar Planıyla 10 bin konut yıkıldı, Vatan Caddesi gibi motorlu araçlar için geniş yollar açıldı, birçok cami ve eski eser yıkıldı.

Acı olan şudur; bir yerde imar hareketi varsa imha ve yıkım gerçekleşmektedir aslında ülkemizde ve güzel İstanbul'umuzda. Toplumun kafasındaki algı gerçekte imarcıların ya da belediyecilerin hep yıkım yaptığıdır.

Oysa imar etmek: bayındır duruma getirmek, gelişip güzelleştirmek demektir. Rabbimiz bizi yeryüzünün halifesi kılarken de Hud Suresi 61. Ayette şöyle buyurmaktadır. “Semud´a da kardeşleri Salih´i gönderdik. O: «Ey kavmim, Allah´a kulluk edin, O´ndan başka bir ilahınız da yoktur. Sizi, yerden O meydana getirdi, yeryüzünde yerleşme ve imar etme gücünü size O verdi; O´nun bağışlamasını isteyin, sonra O´na tevbe edin! Şüphe yok ki, Rabbim yakındır, duaları kabul edendir”

Peki, biz şu an ne yapıyoruz? Kaç yazı boyunca anlatmaya çalıştığımız ve bizden önceki tüm üstadlarımın anlattığı gibi

Şehirlerimizi kente çeviriyoruz ve kontrol edilemez büyüklüklere ulaşıyoruz. İstanbul 15 milyonluk bir megapol artık. Planlarda da 25 milyon yapılmaya çalışılıyor. Marmara Bölgesiyle birlikte 50 milyonluk bir coğrafyayı hiçbir şekilde kontrol edemezsiniz.

Evlerimizi apartmanlara, konutlara, rezidanslara çeviriyoruz ve komşumuzu tanımıyoruz, selamlaşmıyoruz, muhabbet etmiyoruz. Tıpkı Başbakanımız Sayın Binali Yıldırım'ın dediği gibi. Peki o bombaları patlatan teröristler birbirine selam verilmeyen hangi apartmanda konakladı acaba?

Mahallelerimizi etrafı çevrili, korunaklı, havuzlu sitelere çeviriyoruz. Oysa mahallelerde yaşıyor olsaydık toplum tüm katmanlarıyla birbirini tanır ve kefalet sistemi içinde barış içinde yaşardık.

Oysa bunların hepsi imar ediyoruz derken yaptığımız imha ve inşa hareketleri.

Velhasıl, kavramlarımızı, kelimelerimizi, geleneğimizi, inancımızı ve özümüzü kaybettikçe imar yerine imha ve terör hareketlerine maruz kalıyoruz.

Allah'ım hepimizin aklını, imanını, hayatını, sıhhatini, ailesini, komşusunu, akrabasını, mahallesini, şehrini, bereketini, marufunu korusun inşaallah.