İmkânın Eksik Kalanı

Yakınıp durduğumuz en bariz mesele, sıkıştırılmış hayatlarımız gibi geliyor bana.

Aslında zamanın bu deminde mutlak kadere dönüşen bu sıkıştırılma biçimi, bir bakıma fakirlik demek.

Turgut Cansever, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kitlelerin barınması için oluşturulan kooperatif ve site şartlarının her anlamda -hava alırken bile- insanları sıkışmış bir hayata zorlamasının, Beşir Ayvazoğlu ile yaptığı nehir söyleşide (Dünyayı Güzelleştirmek) insani olmaktan uzak ve sakıncalı olduğunu anlatmış. Böyle bir yaklaşımla bu biçim “apart” hayatın, dünyada ihtiyaç giderme gayretiyle yaşayan, toplumda en az israf eden, en kanaatkâr ve en çok üreten kesimlere “dayatılmış” bir hayat olduğu sonucuna varıyorsunuz.

Toplumu ayakta tutan kitleler için uydurulmuş standart; tren vagonu görünümünde binalar, dar avlular, rahatsız edici beton rengi… evet, bir hapishane de biraz böyle zaten. Şehir içi gettolar…

Artık üç aşağı beş yukarı şehirde ömür süren herkes böyle yaşıyor. Yakın gelir grubundan herkesin hayatı birbirine benziyor. En küçük kap kaçakları bile. Sıkıştırılmış ve genişleme sınırları da kesinleşmiş…

Artık imkânlar da -ne olduğu belliyse- müstakil yaşantılar inşa etmek için zorlanamayacak kadar sabit. Ne tür bir hayat idame edeceğinizin neredeyse kesin olduğu bir sistem bu. Bu sistemi ayakta tutan yine sıkıştırılmış hayatlar. Bir bakıma tercihleri sınırlanmışlar, sistemi yaşatan ana damarı ve çoğunluğu oluşturuyor.

Bütün bu soruşturma da nereden çıktı?

Önce bir kütüphane tasarımı için zihin mesaisine başladım. Sonra Marcel Duchamp'ın küçük ve portatif şeylerden bahseden bir kitabın içindeki sözüyle karşılaştım:

“Küçültülen şey bir bakıma anlam açısından da özgürleşir. Küçüklüğü aynı anda hem bütünü hem de bir parçayı simgeler. Küçük olanı sevmek çocukça bir duygudur.”

Bütün bunlar, gökyüzünü daraltan apartman dizilerinin çevirdiği bir yolda kesişti.

O zaman, her imkânın eksik kalan yanı imkânsızlıktır, dedim kendi kendime. Hayal, mümkün olanla eşleşmiyor diye kıyamet kopmaz. Keza hayatlarımızın önemli kısmı da zaten böyle izah edilir.

İmkânsızlık, hiçbir zaman olmayacak olan değildir ki; belli bir süre için olamayandır. Ya olur ya olmaz; olmama süresi de belli değildir.  

Artık bir vakitler yadırgadığım küçültülmüş kitapların alıcılarını haklı buluyorum. Hatta onları tebrik etmeliyim. Çünkü bu tercih zor olan bir hayalden vazgeçmekti.

Kitaplar küçülüyor ya da sanallaşıyor diye kalbiniz kırılıyor olabilir. Ama kitabınızı, erişilmesi zor bir yere sırf ortadan kaldırma maksadıyla bir yere taşıyıp sonra varlığını unutup tekrar alıyorsanız, sanal kitapların tedaviye yardımcı olduğunu bilmeniz iyi olur.

Küçük, portatif, minimize, azalmış, sade hayatların propagandasıyla ilgili, son zamanlarda neredeyse bir sektör oluştu. Sade hayata çağrı yapmanın, davete icabet etmenin ve “kimlik bulma seansları”nın ücretli bir karşılığı olması, sıkıştırılmış hayatların kendilerine bunu dayatan sistemi yaşatıyor olması ironisine benziyor.

Şimdi durumu biraz toparlayayım.

Sıkıştırılmış hayatım içinde hayal ettiğim bir kütüphaneye yer yok, bunu kabullendim.

Sıkıştırılmış hayatlarımızın, sistemin en mühim yapı taşı olduğunu kabullendim.

Kitaplar küçülebilir ve sanallaşabilir; zordu ama bunu da kabullendim.

Apartılmış apartman hayatları kabullenmekte hâlâ zorlanıyorum; zira kimi zaman bir kulübeyi yeğlerim.

Takdir edilmiş fakirliğin satın alınmış sade hayat taktiklerinden daha kıymetli olduğu, yeni düşündüğüm bir şey değildi zaten. Fakirlik bir imkânın küçülmesi demekti, bu da küçülen her ne ise oradan doğan bir özgürlüktü.

Ama ısrarla geldiğim bir yer var:

Öyle veya böyle -kaç nefeslik mühlet varsa- yürüyeceğiz bu dünyada.

Öyle veya böyle -yaradılış icabı- yok oluşa/edilişe karşı direnç göstereceğiz.

Küçük-büyük, dar-geniş, bir arada ya da müstakil olup olmadığının o kritik gün gelip fark etmediği hayatlarımızda…

Her imkânın eksik kalan yanı imkânsızlıktır zira.