17 Ocak 2017

İnsan Hakları-Evrensellik ve Kültür

İnsan hakları düşüncesinin ilk ve etkisi devam eden kaynağı doğal hukuktur. Doğal hukuk, bütün yasaların geçerliliğini, nihai bir ölçüyle, mevcut yasalardan daha büyük kesinlikle bilinebilir ve değeri takdir edilebilir ideal hukukla sınama imkânı verir (Mustafa Erdoğan, İnsan Hakları Teorisi ve Hukuku, Orion Yayınları, 2015: 38). Doğal hukukun ilkeleri, ulusal ve/veya uluslar arası hukuka yol gösteren üstün ilkeler olarak algılanmaktadır (Erdoğan, 2015: 39). Locke için insanlar “doğa halinden” siyasi topluma giderken doğal hakları olan hayat hakkı, hürriyet ve mülkiyet haklarından vazgeçmezler. Siyasi otoriteyi kurmalarının amacı doğal haklarını daha iyi korumaktır.

Mustafa Erdoğan doğal hakların özelliklerini şöyle verir: 1) İnsanlar doğal haklarla birlikte doğarlar; doğal haklar doğuştan sahip olduğumuz, devredilemez ve vazgeçilemez haklardır. Doğal hakları reddetmek insanı reddetmek demektir; 2) Doğal haklar toplum öncesi olup, toplumun varlığından bağımsızdır. Herhangi bir toplumsal yapımın, gelişmenin, siyasal düzenlemenin eseri değildir; 3) Doğal haklar mutlaktır, geçersiz kılınamaz, kapsamı daraltılamaz, uygulamadan kaldırılamaz, pazarlık konusu yapılamaz; 4) Doğal haklar evrenseldir; insanlar zaman ve mekâna bağlı olmaksızın bu haklara sahiptir (Erdoğan, 2015: 43).

1_53

Doğal haklar savunucularının görünüşte ikna edici gelen “evrensel” ilkeleri bazı problemler oluşturmaktadır.

Bilindiği üzere dünya küreselleşme baskısı altına girmiştir. Bu baskı 19. ve 20. yüzyılda kurulmuş devlet yapılarını çözecek bir kent sistemi getirmektedir. Kent sistemi sayesinde ulusal devletler kendi kentlerinde söz sahibi olamayacak şekilde küresel sermayenin taleplerine açılmak zorunda kalmaktadır.  İngiliz sivil toplum örgütü Global Justice Now (Küresel Adalet Şimdi) tarafından hazırlanan rapora göre küresel 13 şirketin cirosu birçok devletten daha büyüktür. Sadece Shell ve Apple'ın cirosunun toplamı, 180 fakir ülkenin bütçesini aşmaktadır.

Kaynak: kıbrısnethaber: http://www.kibrisnethaber.com/haber/9519/bu-sirketler-ulkelerden-daha-buyuk.html

 

Bu durumda “doğal ve doğuştan hak” sayılan “mülkiyet hakkı”nın küresel şirketlerin yatırım talepleri karşısında nasıl korunacağı belirsiz kalmaktadır.

Aslında mesele sadece “mülkiyet hakkı” ile sınırlı değildir.

Küresel sermayenin Batı tipi eşya, emtia, ticaret, bilgi modellerini Batı dışına sermaye yatırımları ile taşıdığı bilinmektedir. Bu süreç, Batı dışı toplumlarda üretim, kesb ve geçim (maişet) biçimlerini etkilemekte, geleneksel bilme metotlarını öldürmekte  ve “kültür değişmesi”ne sebebiyet vermektedir. Kültür değişmeleri nedeniyle ahîlik, mahalle, aile hayatı gibi geleneksel ve Bu Ülke'ye ait toplumsal değerler yıkılma tehdidi altındadır.

Kültürel Çeşitlilik konusu, 2 Kasım 2001'de düzenlenen UNESCO Genel Konferansı'nda kabul edilen ‘Kültürel Çeşitlilik Evrensel Bildirisi' ile kurumsal nitelik kazanmıştır. Bildiri'de yer alan Madde 5: “Kültürel haklar, evrensel, bölünmez ve birbirine bağlı olan insan haklarının ayrılmaz bir parçasıdır” ifadesiyle “Kültürel Hak” kavramını getirmiştir. Bildirinin 1. maddesi kültürel çeşitliliği insanlığın ortak mirası kabul etmekte; 2. maddesi kültürel çeşitlilikten kültürel çoğulculuğa demokratik geçişten bahsetmekte; 3. maddesi kültürel çeşitliliğin kalkınmada bir etken olduğuna vurgu yapmakta; 4. maddesi ise kültürel çeşitliliği korumanın, insan onuruna saygı duymaya bağlı etik bir zorunluluk olduğuna işaret ederek,  bunun insan hakları ve temel özgürlükleri, özellikle de azınlıklar ve yerli halklardan kişilerin haklarına dair bir taahhüt içerdiği ifade edilir.

2005 yılında yapılan UNESCO Genel Konferansında “Kültürel İfadelerin Çeşitliliğinin Korunması ve Geliştirilmesi Sözleşmesi” kabul edilmiştir. Bu sözleşmenin 1. Maddesi: “Kültürel çeşitlilik, yalnızca insanlığın kültürel mirasının ifadelerin çeşitliliği aracılığıyla ifade edildiği, çoğaltıldığı ve aktarıldığı çeşitli yollarla değil, aynı zamanda hangi araç ve teknoloji kullanılırsa kullanılsın, muhtelif sanatsal yaratım, üretim, yayılım, dağıtım ve kullanım biçimleriyle de ortaya konulur” hükmünü getirmektedir.

Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere, kültürel piyasalarda sermayesi güçlü ülkelerin / kültürlerin / toplumların ürünlerinin yer alması ve tekelleşmesi riski bulunmaktadır. Küreselleşme,  çok uluslu şirketlerin pazarlama teknik ve biçimleriyle yürütülürken yerel kültürlerin de onlarla aynı tarz araçlarla ve aynı pazar sistemi içinde rekabete girmesine neden olmaktadır. Bu tasavvurda küresel pazara giremeyen, kârlılığa meydan vermeyen ve/veya kentsel sistemlerde toplumsallaşma kabiliyeti bulunmayan kültürel etkinliklere itibar edilmeyeceği kesindir.

Sözleşmenin üstünü örttüğü bir başka husus da zikrettiğimiz maddedeki “hangi araç ve teknoloji kullanılırsa kullanılsın” ifadesiyle ilgilidir. Bu maddede teknolojinin kendisinin “kültür” olduğu hususu göz ardı edilmektedir. Teknoloji “seri üretim” modeliyle ve “kitle içinde birey”lere emtia üretirken, Batı dışı toplumlarda “eşya” tamamen “şahsa özel” olarak tezyin, temin, inşa, imal edilir. Batılı birey (kitle toplumunun universal ferdi) ile Doğulu şahsı (tedbiru'l menzil ve tedbiru'l müdûn'a organik anlamda bağlı kişisi) arasındaki kültür farkına teknoloji doğrudan müdahale etmektedir. Teknoloji “araçsal akıl” olduğu kadar, “kültürel ilişki”nin de kendisidir. Teknoloji, aynı zamanda ezici bir güç, sermaye, leviathandır. Diğer taraftan o aynı zamanda bir üründür (maldır). Çok nitelik (öz) ile Batı dışına giren teknoloji karşısında yerli/milli anlamda “Kültürel İfadelerin Çeşitliliğinin Korunması” kesinlikle mümkün değildir. Örneğin Osmanlı fütüvvet ehli için iftiharla anlatılan “komşusu siftah etmeden kendisi siftah etmeyen bir bilinç” örneği günümüz piyasa şartlarında görülemeyecektir. Bunun temel nedeni, pazar yeri sisteminin değişmesi (vakıf modelinin terki), rekabetçi piyasa toplumu modelinin kabul edilmesi, maddî zenginliğin temel değer haline gelmesi, birey felsefesidir.

İnsan Hakları küresel hegemonya için araçlaşmaktadır. 1980 sonrası kapitalizmin çift kutuplu dünyayı teke indirerek Osmanlı coğrafyasında (Akdeniz çevresinde) hayat ve varlık bulmuş kültürleri Batı kültürüyle uyumlulaştırma (ve etkisini tasfiye etme) programını yürüttüğü açıktır.

Bir diğer konu da Sözleşme'nin 1. maddesinde yer alan “azınlıklar ve yerli halklardan kişilerin hakları” ifadesidir. Veto hakkına sahip beş üyesi bulunan Birleşmiş Milletler'in bir devlet olan Kıbrıs'ı hukukî anlamda tanımayıp sözleşmeci ülkeleri tanımını da yapmadığı “azınlıkların” kültürel haklarını kabul etmeye çağırması büyük çelişkidir.