17 Ekim 2016

İnsanın ihaneti…

İnsanoğlu, çapına bakmadan kendisine, doğaya ve Yaradan'ına karşı bir türlü dürüst olmayı başaramıyor.

Yalancı, sinsi, kaptıkaçtı, habis, egolu hallerin albenisi daha çekici geliyor ona.

Üç günlük dünyanın nimetlerine sahip olma dürtülerine teslim oldukça gücünün yettiği her yere ve herkese hükmetmeyi marifet sanıyor. Üstüne hayatı denetimi altına almaya çalıştıkça kendisine daha fazla kötülük yaptığına aldırış bile etmiyor.

Oysa Allah'ın yeryüzündeki halifesi ve yaratılmışların en şereflisi o.

Bunca pespayelik, ikiyüzlülük, hainlik, kirli oyun, çirkin hesap yakışıyor mu Allah'ın en muhteşemine?

Lakin o, bu gerçeği bile bile, ta başlangıçta hem başka bir kula kul olmaması hem de bir başkasını kendisine kul etmemesi emrine dahi ihanet ediyor.

Yıllardır gücünün yetmediği ya da kirli bir hesabın derdine kendini tiranlara, despotlara, zalimlere, insan posalarına kul etmekten geri kalmıyor.

Yine gücünün ve akçasının sınırsızlığına kendini kaptırdığı her vakit kılıcının önünde eğilen her bir insanı kul ettiğini sanıyor kendince.

Kendiliğinden ya da rastlantısal olarak yaratılmamış insan, yaratılmış her canlının üzerine halife tayin edilmiş bir canlı olma erdemini körkütük tersinden anlıyor.

Hâbil ve Kâbil'in arasında geçen çekememezlikten dolayı dökülen ilk kandan beri bu böyle maalesef.

O kan ki mayasını bozan ilk trajedisi tarihinin.

İnsanın nasıl meşakkatli, sorunlu, keyifsiz, tatsız ve mutsuz bir hayat süreceğinin kehanetiydi aynı zamanda o ölümcül olay.

Çünkü tevhitle şirkin başladığı vakte denk düşmüştü ilk kanın döküldüğü an. O dakikadan sonra Allah'ın emrettiği gibi tevhit yolunda yürümekle, onun yolundan sapıp, şirkin (şeytanın) emrine amade olmak arasında savrulup durdu insan.

Ne yazık ki daha çok kendisini hızla kirleteceği hallere düşürdü yolunu.

Elbette şu fani dünyaya gönderilen canlılar içinde en güçlü olanı değil insan.

Üstüne Allah ne bir zeytin ağacına ne de bir Ağrı dağına biçtiği ömrü vermemiş ona.

Lakin Yaradan kendisinden beklenen büyük sorumluğu yerine getirmesini sağlayacak ilim, irade ve akılla desteklemişti onu da.

İnsan, akıl, ilim ve iradenin beslendiği beden ve ruhtan ibaret, daha kutlu bir gaye için yaratılmıştı çünkü.

Bedenî onun maddî tarafını, rûhî dünyası ise onun manevi tarafını şekillendirip, filizlendirecekti.

Lakin dedik ya insan nicedir mutsuzluğu kendine karakter edinmiş durumda.

Kendi şeytani sapmalarının sebebi savaşlarla, problemlerle, sorunlarla boğuşurken, aslında yaratılış gayesinden uzaklaşmasının cezasını çekiyor.

Layıkıyla bir kul olmak ve O'nun kanunlarını yeryüzünde yaşamak ve uygulamak üzere üstlendiği sorumluluğu epey zamandır unuttu çünkü.

Başka bir ölümlünün kulu olmanın tükenmişliğine boyun eğdiğinden beri, bir bela misali bir türlü gerçek kulluk şuuruna eremiyor.

Nefsine yenilmiş ve şeytani bir yaşamın içinde şuurunu yitirmiş halde sürekli acı üreten bir makinaya dönüşmüş durumda.

Daha da kötüsü olması gereken hallerden kopmuşluğuna aldırmadan kendini, diğerlerini ve Allah'ı aldatmaya uğraşıyor hala.

Cühela haline bakmadan şımarıklıklarıyla, bencillikleriyle, nankörlükleriyle, açgözlülükleriyle harlanmış sahip olma dürtülerine aldırmadan yapıyor bunu üstelik.

Oysa onu yaradan ta başından biliyor içine üflediği malzemelerin ne olup ne olmadığını.

İnsan, dünya üzerinde yaşayan en kıymetli varlık olduğunu bile bile zindan ediyor hayatı kendisine ve diğerlerine.

Yaratılışından gelen kutsal özelliğini, yaradılışına uygun olmayan bir hayat kurgusuyla her geçen gün daha çok bozup, daha fazla deforme ediyor.

Yaşadığı bütün vahametin bir türlü vazgeçmediği şu dünyanın kirli hesaplarından beslendiğini anlayamadan tüketiyor ömrünü.