İslamcılık'tan vazgeçilebilir mi?
İslamcılık 20. yüzyıla ait bir kavram olsa da, Batı emperyalizmine ve modernizmine karşı bir çıkış, bir itiraz ediş olarak düşünülür ve değerlendirilse dahi, kelime olarak Ziya Gökalp tarafından ilk defa 1913 yılında kullanılsa bile biz konuya kelime ve kavram merkezli değil, eylem merkezli bakmaya çalışacağız. Hangi eylem ve fikirlere İslamcılık dendiğini, bu isimlendirme yapılmasa dahi tarihten bu yana süregelen hangi eylem ve fikirlere İslamcılık denebileceğini tartışacağız. Çünkü konuya kelime merkezli baktığımız zaman tarihin çok dar bir kesitini ele almış olacağız. Halbuki İslamcılık denen düşünce ve eylemlerin bir benzerleri tarih içinde defalarca tekrarlanmış olduğunu biliyoruz. Biz bu çalışmamızda günümüz İslamcılık tanımına benzer eylem ve fikirlerin geriye doğru nereye kadar gidebileceğini tartışacağız. Zira İslamcılığa ruhunu veren anlayışı yakalayamazsak, konuyu günümüze sıkıştırır ve gelecekte hangi eylemlerin İslamcılık kapsamına girip giremeyeceğini kestirememiş oluruz. Ayrıca vaz geçilen şeyin ne olduğunu da çözmekte zorlanırız. Şimdi geriye doğru giderek konumuza girelim:
İslamcılık, üzerinde en çok tanım tartışması yapılan bir
kavramdır. Bir itiraz kültürünün ürünüdür. Mevcut durumdan memnun olmayan
Müslümanların anlık olarak yanlış gördükleri fikir ve olaylara güçleri
yettiğince müdahale anlayışıdır. El, dil ve kalp sıralamasıyla Müslüman ferdin
kendini sorumlu hissettiği her türlü şer olaya karşı geliştirdiği bir savunma
mekanizmasıdır. Bu tanımlamayı kendi penceremizden yapmaktayız. Tanımı yaparken
de İslamcı kavramını tarihin bütün dönemlerinde günümüz İslamcısının yaptığı
eylemlere benzer eylemleri yapan herkesi ve olayı katacağız.
Geçmiş tarihlerde İslam Dünyası ilk fikrî mücadelesini Yunan
felsefesine karşı vermiş ve bundan galibiyetle çıkmıştır, bu mücadele süreci
yüzyılları bulmuştur.[1]
İkinci ağır mücadelesi ise 1500’lü yıllarda Batı ile başlamıştır ve günümüze
kadar sürmektedir. Fakat henüz bu mücadelede galibiyete ulaştığı söylenemez.
Batı’nın kilisenin evren anlayışını terk edip, bilimin evren anlayışına
sarılmasıyla ortaya çıkan özgüvenin estirdiği rüzgar, bilimsel keşif ve
icatları doğurmuştur. Her keşif ve icat Batı’nın doğuya olan saldırganlık
hırsını artırmış, teknolojik üstünlüğün verdiği hızla bütün Doğu üzerinde
hakimiyet kurma arzularının doğmasına sebep olmuştur. Bu durum Doğu
milletlerinin aşağılık kompleksine girmesine sebep olmuş, her yenilgi
sonrasında hatanın nerede olduğunu aramaya başlamışlardır. Bir kısım insanalar
bunun sebebinin dinden uzaklaşmada olduğunu söylerken, bir kısmı teknolojik
araştırmaların yetersizliğinde görmüştür. Fakat Batı’nın Ümit Burnu’nu
keşfetmesiyle İpek Yolu’nu devre dışı bırakması, ticaret yollarının
kaybedilmesi neticesinde ortaya çıkan fakirleşme süreci üzerinde çok
durulmamıştır. Ortaya çıkan fakirleşme İslam ülkelerinde genel bir gerileme
oluşturmuş, en çok da Osmanlı devleti etkilenmiştir. Bu durum Batı’nın
zenginlikte, neticesinde de teknolojide gelişmesine yol açmış, Osmanlı ulemâsı
gerilemenin sebeplerini bulmakta bir hayli tereddüt yaşamışlardır.[2]
Hatta iki yüz yıla yakın bir süre Batı’daki gelişmeleri umursamamışlar,
kendilerinden emin bir şekilde klasik ilmî tedrisatlarına devam etmişlerdir.
İlk ağır mağlubiyet Küçük Kaynarca Anlaşmasında (1774) alınınca, ulema Batı’yı
tanıma ihtiyacı duymaya başlamıştır. Ama arada çok uzun sürelik bir açık
doğmuş, ulemamız bunu fark ettiği zaman ne kadar geç kaldığını o zaman
anlamıştır.
Bu tarihe kadar ana problem ve bakış açısı Müslüman ferdin
dünya hayatına nasıl bakması gerektiğinde düğümleniyordu. Dünya hayatı gelip
geçici, üzerinde çok durmaya değmeyen, bir lokma bir hırka ile yaşanarak
geçirilmesi gereken bir süreç mi, yoksa yaşarken rahatlık dahilinde, dünyevî
hazları helal yoldan yaşayarak, teknolojinin imkanlarından istifade ederek
geçirilmesi gereken bir süreç mi olduğu konusuna bakış ana problemdir. Batı
arkasına aldığı rüzgarla bu karasızlığını kırmış, arkasına bakmadan yol alamaya
devam etmiş, bunu da her defasında Doğu’yu yenerek tescillemiştir.
Batı, felsefenin her alanında değişik görüşleri tartışarak
sentez sonuçlara ulaşmıştır. Bu sentezlerin zirvesine, Marksizm, Materyalizm ve
Pozitivizm oturmuştur. Bu üç ideoloji İslam dünyasında ciddi şekilde karşılık
bulmuş, kabul veya reddedenler nezdinde ciddi beyin fırtınaları estirilmesine
sebep olmuştur. Özellikle “maddenin vardan yok olamayacağı, yoktan da var
olamayacağı” konusuna dair Batı felsefesi[3],
Osmanlı aydınları arasında ciddi tartışmalara yol açmış, dördüncü ideoloji olan
Ateizminde kapı aralamasına sebep olmuştur. Batı’nın madde ve doğaya karşı
acımasız tutumu, keşif ve icatların kaynağını oluşturmuş, İslam toplumlarının
uzanmaktan çekineceği yerlere kadar el uzatmakta tereddüt göstermemişlerdir.
İşte bütün bu hengame içerisinde Müslüman ferdin ya da
toplumun Batı’nın ortaya çıkardığı güç patlamasına karşı kendini koruma kollama
gayreti tezahür etmiştir. Bu savunma mekanizmasının arkasındaki ruh nedir?
Şimdi konuyu biraz daha geriden alalım:
Allah’ın Müslümanları yeryüzünde halife kılış öncesi ve
sonrası olarak (Yunus 14) İslamcıların iki dönemi vardır. Öncesi dönemlerinde
muhalefetleriyle imtihan olurlar, halifelik dönemlerinde ise iktidarlıklarıyla
imtihan olurlar. Her iki dönemde de vazgeçemedikleri temel bir argümanları
vardır, itaat edileceklerle itaat edilmeyeceklerin kimler olacağının tespitini
öncelikle yapmak zorunda oldukları idrakini taşırlar. Çünkü Müslüman fert
Kur’an’ın ilk inen surelerinde ne yapacağının detayına girmeden önce kimlere ve
nelere itaat etmeyeceğini öğrenir. (Alâk 19, Kalem 10-15) Kötülere itaat
edilmeyeceği, iyilere itaat edileceği bilinciyle İslam’a adımını atar. Bu
sebeple itiraz kültürü hayatının her evresinde mevcuttur, bu durumdan da
vazgeçme lüksü yoktur. İslam girerken Lâ İlahe derken, ilk sözünün hayır demek
olduğunu, bütün ilahlara itiraz ettiğini bilir.
Müslüman fert İslam’ın ibadet ve muamelât kısmıyla birlikte
toplum yönetimine bakan yönünün de olduğunu edindiği ve öğrendiği temel
kaynaklardan bilir. İslam’ın ferde bakan yönü kadar topluma bakan yanının
olduğunu unutmaz, reflekslerini de buna göre geliştirir.
Müslüman fert, Müslümanların iktidarda bulunduğu zamanlarda
da gördüğü yanlışlara kendisinin dur demekle yükümlü olduğunu bilir. Çünkü
“İçinizden hayra çağıran, kötülükten men eden bir ümmet bulunsun” (Ali İmran
104) ayetini çok iyi bilir. Her daim kendisinin yönetici de olsa, yönetilen de
olsa geriye çekilip üçüncü bir gözle seyretmesi gerektiğinin idrakindedir.
Nefsini düzelttiyse, dışındaki hataları düzeltme eyleminde geçmekten kendini
mahrum edemez. Bu durum Allah’ın iman taşıyan her kişiye verdiği bir görevdir.
Ana soru şudur. İslamcı olan bir kimseyle İslamcı olmayan
bir kimseyi ayrıştıran ana etken nedir, hangi eylem ve fikirleri bu iki kimseyi
birbirinden ayırır? Günümüzde İslamcılığı bıraktığını söyleyenlerin
bıraktıkları şey tam anlamıyla nedir? Bizim görebildiğimiz kadarıyla önce İslam
değil, önce insan denerek, her türlü dünyevi soruna İslam merkezli değil, insan
merkezli bakma gayret olarak görmekteyiz. Bu konuda ahlak ve erdemin
öncelenmesi gerektiği meselesinde hak vermekle beraber, ana soru İslam’ın,
Müslümanların ya da İslamcıların emperyalizme ve sömürgecilere cevap verirken,
direnirken ahlaken düşük bir zaviyeden mi bakıp bakmadıkları meselesinde
düğümlenmektedir. Müslümanca bakışın hangi ahlaki davranışı olumsuz etkilediği
konusu belirsiz bırakılmaktadır.
Bu konuda tarihsel çizginin en gerisinden bu güne kadar,
peygamberlerden en azından peygamberimizden bu yana bu direnme tavrını gösteren
nice dirayetli Müslümanlar gelmiş geçmiş, yaşadıkları dönemlerde ânın vacibi
olan uyarılarını yapmışlardır. Fakat onlar her daim İslam’ın emirlerini
uygulayan bir devlet yönetiminde yaşadıkları için uyarı mekanizmaları hep tek
taraflı olmuştur. Yani ulemâ tarafı, devlet yönetim birimlerini uyarmışlardır.
Gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı dönemlerinde âlimlerin önemli bir yeri vardır.
Kanuni Sultan Süleyman’ın çıkardığı “Padişah şeriatı ihlal edecek olursa,
vükela ve vüzera onu indirir” kanunu bu durumu tescilleyen önemli bir
vesikadır. Bu durum 1826 tarihinde 2. Mahmut’un uygulamadan kaldırmasına kadar
sürmüştür. Yeniçeri ocağını kaldırdığı tarihe kadar ulemâ ile asker birleşirse
kanunen padişahı indirebilir, padişahın İslam’a ters bir icraat koyma lüksü
olmaz, en azından ulemânın ikna edilmesi gerekirdi. Devletin üç sacayağından
ikisi birleşince doğruya yaklaşılırdı.[4]
1826’ya kadar saray ulemâsı değil de, bağımsız ulemâ diyebileceğimiz;
yöneticileri her daim korkutan, satın alınamayan âlimlerce bu görev deruhte
edilmiştir. Özellikle daha önceki tarihlere gidildikçe bu durum daha da nettir.
Âlimler ilmin ve takvanın gerektirdiği görevleri canları pahasına icra
etmişlerdir. Ebu Hanifeler, İmam Malikler, Feridüddin Attarlar, İbn Teymiyeler,
Molla Lütfiler, Emir Çelebiler döneminin işkence gören ya da şehit edilen
âlimleridir. Bu tarihten sonra ulemâ da söz söyleyemez hale gelince ulemânın
yerini İslamî ilimlerde derin bilgiye sahip olmayan, daha çok aydın şeklinde
tarif edebileceğimiz kişiler almaya başlamıştır.[5]
1826 tarihinden sonra doğan boşlukta ortaya ciddi bir ulemâ krizi çıkmış,
Kavalalı Mehmet Ali Paşa bunu fırsat bilmiş, Sultan Abdülmecid’e baskı yapmanın
imkânını bulmuştur. Bu vesileyle 1839’ta tanzimat fermanı ilan ettirilmiş, bir
müddet daha asayiş sağlanmıştır. Saray ve Bâbıâli hiçbir zaman Tanzimat ilan
edildiğindeki kadar dindar olmamıştır. Tanzimat dindarlaşmasının arkasında
Nakşibendiyye-Müceddidiyye tarikatı ve özellikle bunun Hâlidiyye kolu vardır.
Hâlidiyye ağı saraya hâkimdir ve Abdülmecid’i çocukluğundan beri kuşatmıştır.
Annesi Bezmiâlem ve ablası Âdile sultanlar, hocaları Şehrî Hâfız, Zeynelâbidin,
Akşehirli Ömer’den başka sarayın reîsülkurrası Eyyûbî Abdullah, imamı ve
müezzini (meşhur hattat) Mustafa İzzet efendiler Nakşî’dir. Şeyhülislâm
Mekkîzâde Mustafa Âsım gibi, devrin büyük sadrazamları Hüsrev ve Pertev paşalar
da böyledir. Pertev Paşa, Mustafa Reşid Paşa’nın da hâmisi ve akıl hocasıdır.
Sultan Abdülmecid’in Mevlânâ Şeyh Hâlid-i Bağdâdî’nin Şam’daki türbesini
yaptırması, orada bir zaviye ve bunun bakımı için vakıflar kurması boşuna
değildir.[6]
Fakat bu durum 1850’li yıllara gelindiğinde tekrar
bozulmuştur. Osmanlı devleti ve toplumuna yön verecek beyinler yavaş yavaş
ulemâ kesiminden, İslamî ilimlerde derin nüfuza sahip olmayan ama dünyayı
tanıyan aydın kesime kaymaya başlamıştır. Resmi ulemânın başında şeyhülİslam
vardır, bu aydınlar ise hem resmi ulemâya hem de gayrı resmi ulemâya karşı
çıkmaktadırlar.
Osmanlı’nın Müslüman aydınları bu duruma üç ana parametrede
şekillendirmişlerdir. Bunlar, Kur’an-Sünnete dönüş, içtihat kapısının açılması
ve cihat ruhunun tekrar uyandırılmasıdır. Osmanlı mahkemelerinde içtihat
yapılmadığı için bu mahkemeleri tercih edenlerin oranı yüzde 10’lara düşerken,
Fransız sisteminden devşirilen örfî mahkemelerde içtihat kapısının açık olması
sebebiyle tercih edenlerin oranı yüzde 90’a çıkması aydınları bu şekilde
düşünmeye sevk etmiştir.[7]
KAVRAM
OLARAK İSLAMCILIK VE ORTAYA ÇIKIŞI
Biz İslamcılık kavramını şu ana kadar mefhum merkezli izah
etmeye çalıştık. Literatürde ise İslamcılık 19. Ve 20. yüzyılda İslam’ı bütün
olarak; inanç, ibadet, ahlak, siyaset ve hukuk çerçevesinde yeniden hayata
hâkim kılmak ve akılcı bir metotla Müslümanları, İslam dünyasını Batı
emperyalizminin gerek kültürel gerekse siyasi işgallerinden kurtarmak için;
birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan siyasi ve fikrî çalışmaların
tamamını içeren bir hareket olarak tarif edilir.[8]
Hikmet Müslümanın yitik malıdır ve nerde bulunursa alınmalıdır görüşü temel
parametreyi oluşturmuştur. Batı’dan gelen ideolojik düşünce yapısı ile
geleneksel İslami değerlerin birleşimi sonucu, İslamiyet’in ideoloji formu
içinde yeniden sistemleştirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Fakat burada dikkate
alınması gereken konu İslamcılık düşüncesinin ortaya çıkmasındaki ana etkenin,
geleneksel klasik İslam düşüncesinin Batı’nın atağına karşı cevap
verememesinden kaynaklandığı unutulmamalıdır. Fakat bu karşı çıkışın alt
yapısında yine batılı kozlarla siyaset ve düşünce üretimi vardır.[9]
Fakat Batı karşısındaki bu durum zaman zaman aceleci davranılmasına yol açmış,
yerleşik, sahih ve sahici fikirlerin oluşmasında zorluklar yaşanmasına sebep
olmuştur.[10]
Bu emanet fikirlerin çabucak içselleştirilmesi de test edilmeden yürürlüğe
konması sebebiyle doku uyuşmazlıklarına yol açabilmiştir. Hatta bazen o kadar
ileri gidilmiştir ki, modern paradigmanın sarsılmaz bazı metotlarının İslam
dünyasını kurtarabileceği arzusuna kadar götürmüştür. Demokrasi, meclis, meşveret,
seçim, biat, itaat gibi kavramlar doğu-batı sentezlemesiyle yeni bir hal
almıştır.
İslamcı kavramını ilk kullanan 1913 yılında yazdığı “Üç
Cereyan” isimli makalesini “Türkleşmek,-İslamlaşmak-Muasırlaşmak” başlığıyla
kitaplaştıran Ziya Gökalp’tir. 1914 yılında Babanzade Ahmet Naim, 1918 yılında
da Said Hâlim Paşa “İslamlaşmak” manasında kullanmıştır.[11]
İslamcılığın kavram olarak değil de olay olarak ne zaman
ortaya çıktığına dair ise farklı görüşler vardır. Bizim yukarıdan beri
açıklamaya çalıştığımız minval üzere düşünüldüğü takdirde İslam’ın ilk gününden
bu yana İslamcılık duygusu var olmuştur ve de bitmez fakat ideolojik felsefenin
gelişmesine savunma üretme anlamında İslam’ın ne cevap verdiği üzerinden
düşünülecekse bu durumda bazı olay ya da dönemleri ele almamız gerekir.
Bunların ilki Kuleli Vakası’dır. 1856 Islahat Fermanı’ndan
memnun olmayan, gayrı müslimlere verilen haklardan şikayetçi olan bir kısım
İslami kesim mensuplarının başkaldırısına karşı Kuleli’de yargılanmaları sonucu
bu şekilde adlandırılmıştır. 1859’da bu ekibin üyeleri idam dahil çeşitli
cezalara çarptırılmışlardır.[12]
İkinci görüş “Yeni Osmanlılar” tarafından başlatıldığıdır.
İkinci Meşrutiyet sonrası 1908 yılında Sırat-ı Müstakim dergisinin yayın
hayatına başlamasıyla İslamcılık konuşulsa da mayalanma dönemi 40 yıl daha
geriye götürülmüştür. Namık Kemal ve Ali Suavi ilk düşünürleridir. 1867 yılında
“Genç Osmanlılar” adında bir cemiyet kurmuşlardır. Temel mefkureleri “vatan”
kavramı üzerine bina edilmiştir. Kaybedilen topraklardaki Müslümanların
Halifeye bağlılıklarının nasıl olması gerektiği üzerine yapılan tartışmalar
üzerinden vatan kavramını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu cemiyet üyeleri vatan
kavramını toprağa endekslediler. “Toprak yoksa vatan da yoktur, bu da devlet
yoluyla olur” şeklinde düşündüler. İslam’ı da siyasal ideoloji bağlamında
değerlendirdiler. Din konusunda istikrarlı bir yaşam sürdürdükleri de
tartışmalıdır, özellikle de Ali Suavi laisizme doğru kaymıştır. İslam’ın ne
dediğinden çok kendi düşüncelerine İslam’dan destek aramışlardır. Değişimi de
devrimle değil, evrimle olacağını iddia etmişlerdir.[13]
Üçüncü görüş İslamcılığın 2. Meşrutiyetle doğduğunu iddia
edenlerin görüşüdür. Bu daha çok kabul görmüştür. Cemalettin Afgani, Muhammet
Abduh, Seyyid Ahmet Han gibi Osmanlı devleti dışında yaşayan düşünürlerin
yanında Osmanlı topraklarında yayın yapan Sırat-ı Müstakim, Sebilürreşad,
Volkan gibi yayın organlarında yazı yazan Mehmet Akif, Said Hâlim Paşa,
Filibeli Ahmet Hilmi, İsmail Fenni Ertuğrul, Ferid Kam, Muhammet Hamdi Yazır,
Said Nursi, Babanzade Ahmet Naim gibi Osmanlı düşünürleri İslamcı düşünürler
olarak kabul edilir. Bu düşünürler Batı emperyalizmine karşı savunma
geliştirilmesine dair fikirler üretmişlerdir. Özellikle fikren savunma hattında
durarak gerek Osmanlı topraklarında gerekse dışındaki Müslüman toplumların
yanlış yollara sürüklenmelerine engel olmaya çalışmışlardır. Batıda ortaya
çıkan pozitivist ve materyalist anlayışlara karşı özellikle de Marksist
anlayışlara karşı cevaplar aramışlar, bilim ve tekniğin alınış yöntemlerini de
tartışmışlardır. Ana tema olarak dinin öbür dünya için değil, bu dünya için ne
anlam ifade ettiğini ya da etmesi gerektiği konusunda ısrarcı olmuşlardır.
İnsanlar arası ilişkilerde hesabın bu dünyada öncelikle görülmesi gerektiğini belirtmişlerdir.[14]
Dördüncü görüş ise 2. Abdülhamit’in öncülük ettiği Pan
İslamist görüştür. Abdülhamit İslamcılık ideolojisini bir devlet politikası
haline dönüştürmüştür. Devletin süregelen İslam’ı temsil etme geleneğini
Abdülhamit İslamcı siyaset haline getirmiştir. Dünya İslam Birliğini
hedeflemiştir. Başında da Halife olmalıdır. Batıda Pan Cermenizm, Pan Slavizm
gibi milletlerin birliğini hedefleyen anlayışlara karşı geliştirilmiştir.
Özellikle İngiltere, Fransa gibi sömürge sahibi olup bu devletler gibi sömürge
edinmek isteyen, denizlere açılma sıkıntısı çeken milletlerin oluşturduğu bu
birlikteliklere benzer birlikteliği Abdülhamit de İslam üzerinden oluşturmak
istemiştir. Abdülhamit’in bu atağına karşı da Batı, “Halifenin Kureyşten olması
gerektiği” tezini işleyerek zinciri kırmak istemiştir.[15]
Bütün bu anlayışlar çerçevesinde fikri düzeyde bazı
tartışmalar yapılıyordu. Cemalettin Efgani gibi isimler hemen hürriyet, hemen
inkılap derken, Muhammed Abduh önce kurumların kurulup yeterli kadronun
yetişmesi sonucunda inkılap olabileceğini düşünmüş, Mehmet Akif de Abduh gibi
düşündüğünü şiirlerinde dile getirmiştir.[16]
Osmanlı toplumunda İttihad-ı anasır denen Yahudi Hristiyan
dahil bütün milletlerin birleşmesinin gerektiği anlayışı bırakılıp İttihad-ı
İslama/Müslümanların birliğine geçilmesi İslamcılığın temelini oluşturur.
Milliyetçilik akımları milletlerin birlikteliğini bozunca Müslümanların
birlikteliği öncelenmek istenmiştir. Abdülhamit bu konuda Osmanlıya bağlı
milletler içerisinde Müslümanlara daha fazla önem vermeye başlamıştır. Hicaz
demiryolu, Arap toplumunu yöneten valilerin maaşlarının artırılması, Arap
aşiret liderlerinin çocuklarının eğitim için İstanbul’a getirilmesi gibi bir
kısım tedbirler alınmıştır. İttihad-ı İslam fikri Abdülhamit tahttayken oluşsa
da İslamcılık fikri tahttan uzaklaştırıldıktan sonra oluşmaya başlamıştır.
İslamcılık fikri Müslüman milletlerin de milliyetçi çıkışlarını engellemeye
yetmediği gibi C. Efgani gibi bazı isimler milliyetçiliğin öncelenmeden İslam
birliğinin olamayacağını, bütün İslam ülkelerinin tek tek milli kurtuluş
hareketlerini gerçekleştirmeden ittihad-ı İslamın olamayacağını iddia ederek,
milliyetçiliği körüklemişlerdir. Hatta Abdülhamit, Efgani’nin önceliğe
milliyetçiliği alışını onaylamamış, ona karşı tedbirler almaya çalışmıştır.
Fakat Efgani, içeride Ahmet Ağaoğlu, dışarıda Muhammet İkbal gibi bazı isimleri
etkilemeyi başarmıştır.[17]
Önce millet, sonra İslam demişlerdir. Said Nursi ise milliyetçiliği müspet ve
menfi olarak ikiye ayırmış, müspet milliyetçilikte fertler arası yardımlaşma ve
dayanışmanın oluşması dolayısıyla, İslam kardeşliğini besleyeceğini
belirtmiştir.[18]
1912 Balkan savaşında Müslüman milletlerin isyanı istenildiği şekliyle
Türkçülük ve Türk milliyetçiliğine sığınma aşamasına geçilmesini sağlamıştır.
1918’e gelindiğinde ise tamamen bitmiş, geriye İslam’la takviye edilmiş bir
milliyetçilik kalmıştır. 1920’den 1950’lere kadar ise İslamcılığın sesi
kesilmiş, önemli bir ivme kat edememişlerdir. Ta ki 1947-1950 arasında
Pakistan’da bir İslam Cumhuriyeti kurularak, tarihte ilk defa milli, ulusçu bir
devlet anlayışı ortaya çıkmış, tekrar Müslüman toplumların hayalleri ve
ufukları oluşmaya başlamıştır. Fakat tartışmalar da beraberinde gelmiştir.
Çünkü gerek Muhammed Hamidullah gerekse Ebul Kelam Azad, milli devlet
anlayışına karşı çıkıp Cinnah’ı uyarırlar. İslam’ı bütün Hindistan’a mal etmek
varken, belli bir bölgeye sıkıştırılmasının ters tepeceğini belirtirler.[19]
Diğer İslam ülkelerinde de kıpırdanmalar olur. Bu tarihten
sonra Mısır’da İhvanı Müslimin hareketi siyasileşmeye başlar. Normalde 1928’de
kurulmuş olmasına rağmen cemaat şeklinde hareket eden İhvan hareketi cesaret
toplayarak siyaset arenasına çıkma imkânı yakalamıştır. Türkiye’deki İslamcılık
hareketi bu iki ülkedeki tecrübelerden istifade etmiş, hatta biraz da yapılan
tercüme kitaplarla hazıra konmuş gibi olmuştur. Fakat bu iki ülke ile Türkiye
arasındaki ana fark sömürge yaşamış bu ülke halklarının İslam anlayışlarıyla,
mazisinde hiç sömürge görmemiş Türkiye halkının İslam anlayışlarının örtüşmeyiş
olmasıdır. Bu ülkelerde ortaya çıkan İslamlaşma sürecinde “İslam Devleti”
anlayışı doku uyuşumu sorunu yaşatmazken, burada İslamcıların yaşadıkları,
toplum tarafından “yabancı”laştırılmasına sebep olmuştur.[20]
Türkiye’de İslamcılık bu iki devlette ortaya çıkan İslam
anlayışlarının etkisiyle gerek Mevdudi, gerekse Seyyid Kutup gibi isimlerin
kitaplarıyla önemli bir ivme kazanmıştır. Özellikle de 1960 ihtilali sonrasında
bu durumu daha etkin olarak görmekteyiz. Fakat bu âlimlerin kitaplarının
Türkiye’ye giriş tarihi ve sebebi konusunda tartışmalar vardır. Kitapların
seçimi, hangi kitapların tercüme edileceği konusu da düşündürücüdür.
Hamza Türkmen, 21.05.2013 tarihinde yaptığı bir konuşmada,
"Seyyid Kutub, Türkiyeli Müslümanların gündemine Hilal Yayınları
tarafından 1964 yılında ‘Din Dediğin Budur’ kitabıyla girmiştir. Fakat bu kitap
öncesinde 61 Anayasasından sonra Türkiye’de sol Marksist hareketler
yaygınlaşıyor. Sistemin bunlara cevap vermesi lazım. O zaman MİT başındaki Fuat
Doğu Bey özellikle çare arıyor. Çare olarak Seyyid Kutub’un ‘İslam’da Sosyal
Adalet’ diye bir kitabının olduğu haberini alıyor. Diyanet İşleri Başkan
Yardımcısı Yaşar Tunagör'e gidiyor. Türkçü Cağaloğlu yayınlarından bu kitap
bastırılıyor. Türkiye gündemine Seyyid Kutub ilk defa böyle bir formatla
giriyor,” der.[21]
Bu anlamda Türkiye’ye İslamcılığın giriş yollarının birkaç şekilde tezahür
ettiği anlaşılıyor.
Fakat milli ve yerli anlamda, siyasetle bütünleşik vaziyette
ilk Siyasal İslamcılık hareketi diyebileceğimiz hareket, 1969’da Milli Nizam
Partisi ile ortaya çıkmış, Necmettin Erbakan öncülüğünde bir hareket partisel
mücadeleye başlamıştır. Bir yandan da hareketin öğrenci ayağını oluşturacak
olan MTTB’nin başına Burhanettin Kayahan geçerek, cemiyetin içindeki ırkçı
Türkçülerle yollar ayrılmış, İslamî siyaset Türkiye’nin gündemine girmiştir.[22]
Bu parti kapatılınca 1972’de Milli Selamet Partisi ile yola devam edilir. 12
Eylül İhtilalinde kapatılıncaya kadar MSP, Türkiye’de fikrî oluşumda ciddi katkılar
sunar. İslamcılık 12 Eylül’de duraklamaya geçse de 1983 yılında Özal’ın
başbakan olmasıyla çeşitli İslami cemaat ve cemiyetleri bünyesine katarak
tekrar canlandırır. 1983 yılında Refah Partisi kurulur, Turgut Özal
bünyesindeki dindar kitleyi kendi kapsama alanına dahil etmek için uğraşır
fakat Erbakan’ın siyaseten yasaklı olması bu durumun gecikmesine sebep olur. Ta
ki Erbakan 1987 yılında partinin başına geçebilir, meclise de 1991 yılında
girebilir. 1995 seçimlerinde birinci parti olarak çıkar, 1997’de Refahyol
hükümeti olarak iktidara gelir.1998’de de Anayasa Mahkemesi tarafından
kapatılır. Bu parti Türkiye İslamcılığı üzerinde ciddi etkiler bırakmıştır.
Türkiye bu dönemde 28 Şubat kaosu yaşandı. Cumhuriyet tarihinin en önemli zulüm
günlerinden biri daha yaşandı, dinini yaşamak isteyen kimselere karşı ciddi
kısıtlamalar getirildi, başörtüsü yasağı, İmam Hatip Lisesi kat sayı
daraltılması, vakıf ve derneklerin kapatılması gibi birçok baskı unsuruyla
Türkiye muhatap oldu. Refah Partisi’nin kapatılacağı anlaşılınca 1997’de
Fazilet Partisi kuruldu, bu parti de 2001 yılında kapatılınca yerine Saadet
Partisi kuruldu. 2002 yılında Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle bu süreç yavaşça
perde aralamaya başladı, 2010’lu yıllara kadar devam eden bu süreç tam anlamıyla
2015’li yıllarda sona erdi. 15 Temmuz 2016 yılında tekrar devreye sokulmaya
kalkışılsa da başarılı olunamadı. Fakat kalkışmayı yapan ekibin dini bir kisve
taşıması, dinin ve dindarlığın toplum tarafından sorgulanmasına sebep oldu.
İslamcılık da bu sorgulamadan nasibini almış oldu. Dindar kesimin madden
güçlenmesiyle birlikte lüks ve konforla tanışmaları toplum tarafından hoş
karşılanmadı. Rüşvet, iltimas, adam kayırma gibi eylemlerin de ortaya
çıkmasıyla dindar insanların siyasette bulunması, dinle derdi olanlar nezdinde
bir mazeret üretilme kaynağı oluşturdu.
Günümüzde gelinen noktada din üzerinden siyaset geliştirmek
toplum nezdinde dine saldırının bir bahanesi durumuna getirilmiştir. İslam’la
Müslümanlık karıştırılır olmuştur. Müslümanların eylemleri İslam’ın
eylemleriymiş gibi düşünülmeye başlanmıştır. Bu durum da İslam’ın yaşadığımız
çağa söyleyeceği yeni sözlere karşı bir bloğun oluşmasına sebep teşkil
etmektedir. Bunda kendisine dindar denen insanların davranışları da ciddi
olumsuz etkiler bırakmıştır. Yapılması gereken şey, dindar kesimin tekrar
silkelenip ahlâkî kriterleri ve erdemi önceleyerek yeniden bir hayat nizamı
çizebilmektir. İslami camia bunu başaramazsa gelecek dönemlere İslam’ın tekrar
toplumun önüne çıkıp söz söyleyebilmesi zorlaşacaktır. Bunda günümüz
Müslümanlarının ciddi bir vebal taşıyacağını söylemek de zor olmayacaktır.
Bu anlamda İslamcılıktan vaz geçmek hiçbir Müslümanın
yetkisinde değildir. Yaşamış olduğu çağının sorunlarına İslam penceresinden
bakabilmek Müslümanın görevidir. Vicdanının sesini dinlemek, Müslüman ferde
kimliğinin verdiği bir görevdir. İnsanlık ve İslamlık birbirinden ayrılmaz iki
parçadır. İnsanlığından vaz geçmiş bir İslamlık olmaz. Önce insan sonra İslam
diyenlerin, insanlık olmadan İslamlık olamayacağını, İslamcılık da
yapılamayacağını bilmeleri gerekir.
1- Şemsettin Özdemir, “Geçmişten
Geleceğe İslamcılık”, Gelenek ve Modernlik Arasında İslamcılık, Umran
Yayınları, İstanbul 2013, s. 492.
2- Ercan Yıldırım, “İslamcılığın
Modernliği”, Gelenek ve Modernlik Arasında İslamcılık, Umran Yayınları,
İstanbul 2013, s. 143.
3- Louis Büchner, Madde ve Kuvvet, Çizgi
Kitabevi, Konya 2012.
4- Ali Bulaç, “İslamcılığın Oluşumu,
Gelişimi ve Bugünkü Durumu”, Gelenek ve Modernlik Arasında İslamcılık, Umran
Yayınları, İstanbul 2013, s. 26.
5- Ali Bulaç, “İslamcılığın Oluşumu,
Gelişimi ve Bugünkü Durumu”, s. 34.
6- Butrus Abu-Manneh, Şeriat, Tarikat,
Tanzimat. İslâm Araştırmaları Dergisi, 42 (2019): 189-193
7- Ali Bulaç, Gelenek ve Modernlik
Arasında İslamcılık, Umran Yayınları, İstanbul 2013, s. 27.
8- İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi,
Gerçek Hayat Gergisi, İstanbul 2001, s. 9.
9- Ercan Yıldırım, “İslamcılığın Modernliği”,
Gelenek ve Modernlik Arasında İslamcılık, Umran Yayınları, İstanbul 2013, s.
144.
10- Ercan Yıldırım, “İslamcılığın
Modernliği”, s. 146.
11- İsmail Kara, A.g.e. s. 23-24
12- Sadık Albayrak, Türkiye’de
İslamcılığın Doğuşu, Risale Yayınları, İstanbul 1989, s. 74.
13- Kemal Karpat, Osmanlı’dan Günümüze
Kimlik ve İdeoloji, Timaş Yayınları, İstanbul 2009, s. 25. Hulusi Şentürk,
Türkiye’de İslami Oluşumlar ve Siyaset, Çıra Yayınları 2011, s. 26.
14- Mümtazer Türköne, İslamcılığın
Doğuşu, Lotus Yayınevi, Ankara 2003, s. 30-32.
15- Kemal Karpat, Kimlik Sorununun
Türkiye’de Tarihi, Sosyal ve İdeolojik Gelişmesi. Bağlam Yayıncılık, İstanbul
1995, s. 33.
16- İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık
Düşüncesi, Gerçek Hayat Gergisi, İstanbul 2001, s. 28.
17- İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık
Düşüncesi, Gerçek Hayat Gergisi, İstanbul 2001, s. 29.
18- İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık
Düşüncesi, Gerçek Hayat Gergisi, İstanbul 2001, s. 37.
19- Ali Bulaç, Gelenek ve Modernlik
Arasında İslamcılık, Umran Yayınları, İstanbul 2013, s. 33.
20- Ercan Yıldırım, “İslamcılığın
Modernliği”, s. 159.
21- https://www.haksozhaber.net/okul/seyyid-kutub-turkiyede-nasil-algilandi-6832yy.htm
22- Serkan Yorgancılar “1965 Sonrası İslamcı Bir Öğrenci Hareketi Olarak Milli Türk Talebe Birliği”, Dokuz Eylül Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi, İzmir 2006, s. 27