25 Şubat 2022

​İslamcılık'tan vazgeçilebilir mi?

İslamcılık 20. yüzyıla ait bir kavram olsa da, Batı emperyalizmine ve modernizmine karşı bir çıkış, bir itiraz ediş olarak düşünülür ve değerlendirilse dahi, kelime olarak Ziya Gökalp tarafından ilk defa 1913 yılında kullanılsa bile biz konuya kelime ve kavram merkezli değil, eylem merkezli bakmaya çalışacağız. Hangi eylem ve fikirlere İslamcılık dendiğini, bu isimlendirme yapılmasa dahi tarihten bu yana süregelen hangi eylem ve fikirlere İslamcılık denebileceğini tartışacağız. Çünkü konuya kelime merkezli baktığımız zaman tarihin çok dar bir kesitini ele almış olacağız. Halbuki İslamcılık denen düşünce ve eylemlerin bir benzerleri tarih içinde defalarca tekrarlanmış olduğunu biliyoruz. Biz bu çalışmamızda günümüz İslamcılık tanımına benzer eylem ve fikirlerin geriye doğru nereye kadar gidebileceğini tartışacağız. Zira İslamcılığa ruhunu veren anlayışı yakalayamazsak, konuyu günümüze sıkıştırır ve gelecekte hangi eylemlerin İslamcılık kapsamına girip giremeyeceğini kestirememiş oluruz. Ayrıca vaz geçilen şeyin ne olduğunu da çözmekte zorlanırız. Şimdi geriye doğru giderek konumuza girelim:

İslamcılık, üzerinde en çok tanım tartışması yapılan bir kavramdır. Bir itiraz kültürünün ürünüdür. Mevcut durumdan memnun olmayan Müslümanların anlık olarak yanlış gördükleri fikir ve olaylara güçleri yettiğince müdahale anlayışıdır. El, dil ve kalp sıralamasıyla Müslüman ferdin kendini sorumlu hissettiği her türlü şer olaya karşı geliştirdiği bir savunma mekanizmasıdır. Bu tanımlamayı kendi penceremizden yapmaktayız. Tanımı yaparken de İslamcı kavramını tarihin bütün dönemlerinde günümüz İslamcısının yaptığı eylemlere benzer eylemleri yapan herkesi ve olayı katacağız.

Geçmiş tarihlerde İslam Dünyası ilk fikrî mücadelesini Yunan felsefesine karşı vermiş ve bundan galibiyetle çıkmıştır, bu mücadele süreci yüzyılları bulmuştur.[1] İkinci ağır mücadelesi ise 1500’lü yıllarda Batı ile başlamıştır ve günümüze kadar sürmektedir. Fakat henüz bu mücadelede galibiyete ulaştığı söylenemez. Batı’nın kilisenin evren anlayışını terk edip, bilimin evren anlayışına sarılmasıyla ortaya çıkan özgüvenin estirdiği rüzgar, bilimsel keşif ve icatları doğurmuştur. Her keşif ve icat Batı’nın doğuya olan saldırganlık hırsını artırmış, teknolojik üstünlüğün verdiği hızla bütün Doğu üzerinde hakimiyet kurma arzularının doğmasına sebep olmuştur. Bu durum Doğu milletlerinin aşağılık kompleksine girmesine sebep olmuş, her yenilgi sonrasında hatanın nerede olduğunu aramaya başlamışlardır. Bir kısım insanalar bunun sebebinin dinden uzaklaşmada olduğunu söylerken, bir kısmı teknolojik araştırmaların yetersizliğinde görmüştür. Fakat Batı’nın Ümit Burnu’nu keşfetmesiyle İpek Yolu’nu devre dışı bırakması, ticaret yollarının kaybedilmesi neticesinde ortaya çıkan fakirleşme süreci üzerinde çok durulmamıştır. Ortaya çıkan fakirleşme İslam ülkelerinde genel bir gerileme oluşturmuş, en çok da Osmanlı devleti etkilenmiştir. Bu durum Batı’nın zenginlikte, neticesinde de teknolojide gelişmesine yol açmış, Osmanlı ulemâsı gerilemenin sebeplerini bulmakta bir hayli tereddüt yaşamışlardır.[2] Hatta iki yüz yıla yakın bir süre Batı’daki gelişmeleri umursamamışlar, kendilerinden emin bir şekilde klasik ilmî tedrisatlarına devam etmişlerdir. İlk ağır mağlubiyet Küçük Kaynarca Anlaşmasında (1774) alınınca, ulema Batı’yı tanıma ihtiyacı duymaya başlamıştır. Ama arada çok uzun sürelik bir açık doğmuş, ulemamız bunu fark ettiği zaman ne kadar geç kaldığını o zaman anlamıştır.

Bu tarihe kadar ana problem ve bakış açısı Müslüman ferdin dünya hayatına nasıl bakması gerektiğinde düğümleniyordu. Dünya hayatı gelip geçici, üzerinde çok durmaya değmeyen, bir lokma bir hırka ile yaşanarak geçirilmesi gereken bir süreç mi, yoksa yaşarken rahatlık dahilinde, dünyevî hazları helal yoldan yaşayarak, teknolojinin imkanlarından istifade ederek geçirilmesi gereken bir süreç mi olduğu konusuna bakış ana problemdir. Batı arkasına aldığı rüzgarla bu karasızlığını kırmış, arkasına bakmadan yol alamaya devam etmiş, bunu da her defasında Doğu’yu yenerek tescillemiştir.

Batı, felsefenin her alanında değişik görüşleri tartışarak sentez sonuçlara ulaşmıştır. Bu sentezlerin zirvesine, Marksizm, Materyalizm ve Pozitivizm oturmuştur. Bu üç ideoloji İslam dünyasında ciddi şekilde karşılık bulmuş, kabul veya reddedenler nezdinde ciddi beyin fırtınaları estirilmesine sebep olmuştur. Özellikle “maddenin vardan yok olamayacağı, yoktan da var olamayacağı” konusuna dair Batı felsefesi[3], Osmanlı aydınları arasında ciddi tartışmalara yol açmış, dördüncü ideoloji olan Ateizminde kapı aralamasına sebep olmuştur. Batı’nın madde ve doğaya karşı acımasız tutumu, keşif ve icatların kaynağını oluşturmuş, İslam toplumlarının uzanmaktan çekineceği yerlere kadar el uzatmakta tereddüt göstermemişlerdir.

İşte bütün bu hengame içerisinde Müslüman ferdin ya da toplumun Batı’nın ortaya çıkardığı güç patlamasına karşı kendini koruma kollama gayreti tezahür etmiştir. Bu savunma mekanizmasının arkasındaki ruh nedir? Şimdi konuyu biraz daha geriden alalım:

Allah’ın Müslümanları yeryüzünde halife kılış öncesi ve sonrası olarak (Yunus 14) İslamcıların iki dönemi vardır. Öncesi dönemlerinde muhalefetleriyle imtihan olurlar, halifelik dönemlerinde ise iktidarlıklarıyla imtihan olurlar. Her iki dönemde de vazgeçemedikleri temel bir argümanları vardır, itaat edileceklerle itaat edilmeyeceklerin kimler olacağının tespitini öncelikle yapmak zorunda oldukları idrakini taşırlar. Çünkü Müslüman fert Kur’an’ın ilk inen surelerinde ne yapacağının detayına girmeden önce kimlere ve nelere itaat etmeyeceğini öğrenir. (Alâk 19, Kalem 10-15) Kötülere itaat edilmeyeceği, iyilere itaat edileceği bilinciyle İslam’a adımını atar. Bu sebeple itiraz kültürü hayatının her evresinde mevcuttur, bu durumdan da vazgeçme lüksü yoktur. İslam girerken Lâ İlahe derken, ilk sözünün hayır demek olduğunu, bütün ilahlara itiraz ettiğini bilir.

Müslüman fert İslam’ın ibadet ve muamelât kısmıyla birlikte toplum yönetimine bakan yönünün de olduğunu edindiği ve öğrendiği temel kaynaklardan bilir. İslam’ın ferde bakan yönü kadar topluma bakan yanının olduğunu unutmaz, reflekslerini de buna göre geliştirir.

Müslüman fert, Müslümanların iktidarda bulunduğu zamanlarda da gördüğü yanlışlara kendisinin dur demekle yükümlü olduğunu bilir. Çünkü “İçinizden hayra çağıran, kötülükten men eden bir ümmet bulunsun” (Ali İmran 104) ayetini çok iyi bilir. Her daim kendisinin yönetici de olsa, yönetilen de olsa geriye çekilip üçüncü bir gözle seyretmesi gerektiğinin idrakindedir. Nefsini düzelttiyse, dışındaki hataları düzeltme eyleminde geçmekten kendini mahrum edemez. Bu durum Allah’ın iman taşıyan her kişiye verdiği bir görevdir.

Ana soru şudur. İslamcı olan bir kimseyle İslamcı olmayan bir kimseyi ayrıştıran ana etken nedir, hangi eylem ve fikirleri bu iki kimseyi birbirinden ayırır? Günümüzde İslamcılığı bıraktığını söyleyenlerin bıraktıkları şey tam anlamıyla nedir? Bizim görebildiğimiz kadarıyla önce İslam değil, önce insan denerek, her türlü dünyevi soruna İslam merkezli değil, insan merkezli bakma gayret olarak görmekteyiz. Bu konuda ahlak ve erdemin öncelenmesi gerektiği meselesinde hak vermekle beraber, ana soru İslam’ın, Müslümanların ya da İslamcıların emperyalizme ve sömürgecilere cevap verirken, direnirken ahlaken düşük bir zaviyeden mi bakıp bakmadıkları meselesinde düğümlenmektedir. Müslümanca bakışın hangi ahlaki davranışı olumsuz etkilediği konusu belirsiz bırakılmaktadır.

Bu konuda tarihsel çizginin en gerisinden bu güne kadar, peygamberlerden en azından peygamberimizden bu yana bu direnme tavrını gösteren nice dirayetli Müslümanlar gelmiş geçmiş, yaşadıkları dönemlerde ânın vacibi olan uyarılarını yapmışlardır. Fakat onlar her daim İslam’ın emirlerini uygulayan bir devlet yönetiminde yaşadıkları için uyarı mekanizmaları hep tek taraflı olmuştur. Yani ulemâ tarafı, devlet yönetim birimlerini uyarmışlardır. Gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı dönemlerinde âlimlerin önemli bir yeri vardır. Kanuni Sultan Süleyman’ın çıkardığı “Padişah şeriatı ihlal edecek olursa, vükela ve vüzera onu indirir” kanunu bu durumu tescilleyen önemli bir vesikadır. Bu durum 1826 tarihinde 2. Mahmut’un uygulamadan kaldırmasına kadar sürmüştür. Yeniçeri ocağını kaldırdığı tarihe kadar ulemâ ile asker birleşirse kanunen padişahı indirebilir, padişahın İslam’a ters bir icraat koyma lüksü olmaz, en azından ulemânın ikna edilmesi gerekirdi. Devletin üç sacayağından ikisi birleşince doğruya yaklaşılırdı.[4] 1826’ya kadar saray ulemâsı değil de, bağımsız ulemâ diyebileceğimiz; yöneticileri her daim korkutan, satın alınamayan âlimlerce bu görev deruhte edilmiştir. Özellikle daha önceki tarihlere gidildikçe bu durum daha da nettir. Âlimler ilmin ve takvanın gerektirdiği görevleri canları pahasına icra etmişlerdir. Ebu Hanifeler, İmam Malikler, Feridüddin Attarlar, İbn Teymiyeler, Molla Lütfiler, Emir Çelebiler döneminin işkence gören ya da şehit edilen âlimleridir. Bu tarihten sonra ulemâ da söz söyleyemez hale gelince ulemânın yerini İslamî ilimlerde derin bilgiye sahip olmayan, daha çok aydın şeklinde tarif edebileceğimiz kişiler almaya başlamıştır.[5] 1826 tarihinden sonra doğan boşlukta ortaya ciddi bir ulemâ krizi çıkmış, Kavalalı Mehmet Ali Paşa bunu fırsat bilmiş, Sultan Abdülmecid’e baskı yapmanın imkânını bulmuştur. Bu vesileyle 1839’ta tanzimat fermanı ilan ettirilmiş, bir müddet daha asayiş sağlanmıştır. Saray ve Bâbıâli hiçbir zaman Tanzimat ilan edildiğindeki kadar dindar olmamıştır. Tanzimat dindarlaşmasının arkasında Nakşibendiyye-Müceddidiyye tarikatı ve özellikle bunun Hâlidiyye kolu vardır. Hâlidiyye ağı saraya hâkimdir ve Abdülmecid’i çocukluğundan beri kuşatmıştır. Annesi Bezmiâlem ve ablası Âdile sultanlar, hocaları Şehrî Hâfız, Zeynelâbidin, Akşehirli Ömer’den başka sarayın reîsülkurrası Eyyûbî Abdullah, imamı ve müezzini (meşhur hattat) Mustafa İzzet efendiler Nakşî’dir. Şeyhülislâm Mekkîzâde Mustafa Âsım gibi, devrin büyük sadrazamları Hüsrev ve Pertev paşalar da böyledir. Pertev Paşa, Mustafa Reşid Paşa’nın da hâmisi ve akıl hocasıdır. Sultan Abdülmecid’in Mevlânâ Şeyh Hâlid-i Bağdâdî’nin Şam’daki türbesini yaptırması, orada bir zaviye ve bunun bakımı için vakıflar kurması boşuna değildir.[6]

Fakat bu durum 1850’li yıllara gelindiğinde tekrar bozulmuştur. Osmanlı devleti ve toplumuna yön verecek beyinler yavaş yavaş ulemâ kesiminden, İslamî ilimlerde derin nüfuza sahip olmayan ama dünyayı tanıyan aydın kesime kaymaya başlamıştır. Resmi ulemânın başında şeyhülİslam vardır, bu aydınlar ise hem resmi ulemâya hem de gayrı resmi ulemâya karşı çıkmaktadırlar.

Osmanlı’nın Müslüman aydınları bu duruma üç ana parametrede şekillendirmişlerdir. Bunlar, Kur’an-Sünnete dönüş, içtihat kapısının açılması ve cihat ruhunun tekrar uyandırılmasıdır. Osmanlı mahkemelerinde içtihat yapılmadığı için bu mahkemeleri tercih edenlerin oranı yüzde 10’lara düşerken, Fransız sisteminden devşirilen örfî mahkemelerde içtihat kapısının açık olması sebebiyle tercih edenlerin oranı yüzde 90’a çıkması aydınları bu şekilde düşünmeye sevk etmiştir.[7]

KAVRAM OLARAK İSLAMCILIK VE ORTAYA ÇIKIŞI

Biz İslamcılık kavramını şu ana kadar mefhum merkezli izah etmeye çalıştık. Literatürde ise İslamcılık 19. Ve 20. yüzyılda İslam’ı bütün olarak; inanç, ibadet, ahlak, siyaset ve hukuk çerçevesinde yeniden hayata hâkim kılmak ve akılcı bir metotla Müslümanları, İslam dünyasını Batı emperyalizminin gerek kültürel gerekse siyasi işgallerinden kurtarmak için; birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan siyasi ve fikrî çalışmaların tamamını içeren bir hareket olarak tarif edilir.[8] Hikmet Müslümanın yitik malıdır ve nerde bulunursa alınmalıdır görüşü temel parametreyi oluşturmuştur. Batı’dan gelen ideolojik düşünce yapısı ile geleneksel İslami değerlerin birleşimi sonucu, İslamiyet’in ideoloji formu içinde yeniden sistemleştirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Fakat burada dikkate alınması gereken konu İslamcılık düşüncesinin ortaya çıkmasındaki ana etkenin, geleneksel klasik İslam düşüncesinin Batı’nın atağına karşı cevap verememesinden kaynaklandığı unutulmamalıdır. Fakat bu karşı çıkışın alt yapısında yine batılı kozlarla siyaset ve düşünce üretimi vardır.[9] Fakat Batı karşısındaki bu durum zaman zaman aceleci davranılmasına yol açmış, yerleşik, sahih ve sahici fikirlerin oluşmasında zorluklar yaşanmasına sebep olmuştur.[10] Bu emanet fikirlerin çabucak içselleştirilmesi de test edilmeden yürürlüğe konması sebebiyle doku uyuşmazlıklarına yol açabilmiştir. Hatta bazen o kadar ileri gidilmiştir ki, modern paradigmanın sarsılmaz bazı metotlarının İslam dünyasını kurtarabileceği arzusuna kadar götürmüştür. Demokrasi, meclis, meşveret, seçim, biat, itaat gibi kavramlar doğu-batı sentezlemesiyle yeni bir hal almıştır.

İslamcı kavramını ilk kullanan 1913 yılında yazdığı “Üç Cereyan” isimli makalesini “Türkleşmek,-İslamlaşmak-Muasırlaşmak” başlığıyla kitaplaştıran Ziya Gökalp’tir. 1914 yılında Babanzade Ahmet Naim, 1918 yılında da Said Hâlim Paşa “İslamlaşmak” manasında kullanmıştır.[11]

İslamcılığın kavram olarak değil de olay olarak ne zaman ortaya çıktığına dair ise farklı görüşler vardır. Bizim yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız minval üzere düşünüldüğü takdirde İslam’ın ilk gününden bu yana İslamcılık duygusu var olmuştur ve de bitmez fakat ideolojik felsefenin gelişmesine savunma üretme anlamında İslam’ın ne cevap verdiği üzerinden düşünülecekse bu durumda bazı olay ya da dönemleri ele almamız gerekir.

Bunların ilki Kuleli Vakası’dır. 1856 Islahat Fermanı’ndan memnun olmayan, gayrı müslimlere verilen haklardan şikayetçi olan bir kısım İslami kesim mensuplarının başkaldırısına karşı Kuleli’de yargılanmaları sonucu bu şekilde adlandırılmıştır. 1859’da bu ekibin üyeleri idam dahil çeşitli cezalara çarptırılmışlardır.[12]

İkinci görüş “Yeni Osmanlılar” tarafından başlatıldığıdır. İkinci Meşrutiyet sonrası 1908 yılında Sırat-ı Müstakim dergisinin yayın hayatına başlamasıyla İslamcılık konuşulsa da mayalanma dönemi 40 yıl daha geriye götürülmüştür. Namık Kemal ve Ali Suavi ilk düşünürleridir. 1867 yılında “Genç Osmanlılar” adında bir cemiyet kurmuşlardır. Temel mefkureleri “vatan” kavramı üzerine bina edilmiştir. Kaybedilen topraklardaki Müslümanların Halifeye bağlılıklarının nasıl olması gerektiği üzerine yapılan tartışmalar üzerinden vatan kavramını tanımlamaya çalışmışlardır. Bu cemiyet üyeleri vatan kavramını toprağa endekslediler. “Toprak yoksa vatan da yoktur, bu da devlet yoluyla olur” şeklinde düşündüler. İslam’ı da siyasal ideoloji bağlamında değerlendirdiler. Din konusunda istikrarlı bir yaşam sürdürdükleri de tartışmalıdır, özellikle de Ali Suavi laisizme doğru kaymıştır. İslam’ın ne dediğinden çok kendi düşüncelerine İslam’dan destek aramışlardır. Değişimi de devrimle değil, evrimle olacağını iddia etmişlerdir.[13]

Üçüncü görüş İslamcılığın 2. Meşrutiyetle doğduğunu iddia edenlerin görüşüdür. Bu daha çok kabul görmüştür. Cemalettin Afgani, Muhammet Abduh, Seyyid Ahmet Han gibi Osmanlı devleti dışında yaşayan düşünürlerin yanında Osmanlı topraklarında yayın yapan Sırat-ı Müstakim, Sebilürreşad, Volkan gibi yayın organlarında yazı yazan Mehmet Akif, Said Hâlim Paşa, Filibeli Ahmet Hilmi, İsmail Fenni Ertuğrul, Ferid Kam, Muhammet Hamdi Yazır, Said Nursi, Babanzade Ahmet Naim gibi Osmanlı düşünürleri İslamcı düşünürler olarak kabul edilir. Bu düşünürler Batı emperyalizmine karşı savunma geliştirilmesine dair fikirler üretmişlerdir. Özellikle fikren savunma hattında durarak gerek Osmanlı topraklarında gerekse dışındaki Müslüman toplumların yanlış yollara sürüklenmelerine engel olmaya çalışmışlardır. Batıda ortaya çıkan pozitivist ve materyalist anlayışlara karşı özellikle de Marksist anlayışlara karşı cevaplar aramışlar, bilim ve tekniğin alınış yöntemlerini de tartışmışlardır. Ana tema olarak dinin öbür dünya için değil, bu dünya için ne anlam ifade ettiğini ya da etmesi gerektiği konusunda ısrarcı olmuşlardır. İnsanlar arası ilişkilerde hesabın bu dünyada öncelikle görülmesi gerektiğini belirtmişlerdir.[14]

Dördüncü görüş ise 2. Abdülhamit’in öncülük ettiği Pan İslamist görüştür. Abdülhamit İslamcılık ideolojisini bir devlet politikası haline dönüştürmüştür. Devletin süregelen İslam’ı temsil etme geleneğini Abdülhamit İslamcı siyaset haline getirmiştir. Dünya İslam Birliğini hedeflemiştir. Başında da Halife olmalıdır. Batıda Pan Cermenizm, Pan Slavizm gibi milletlerin birliğini hedefleyen anlayışlara karşı geliştirilmiştir. Özellikle İngiltere, Fransa gibi sömürge sahibi olup bu devletler gibi sömürge edinmek isteyen, denizlere açılma sıkıntısı çeken milletlerin oluşturduğu bu birlikteliklere benzer birlikteliği Abdülhamit de İslam üzerinden oluşturmak istemiştir. Abdülhamit’in bu atağına karşı da Batı, “Halifenin Kureyşten olması gerektiği” tezini işleyerek zinciri kırmak istemiştir.[15]

Bütün bu anlayışlar çerçevesinde fikri düzeyde bazı tartışmalar yapılıyordu. Cemalettin Efgani gibi isimler hemen hürriyet, hemen inkılap derken, Muhammed Abduh önce kurumların kurulup yeterli kadronun yetişmesi sonucunda inkılap olabileceğini düşünmüş, Mehmet Akif de Abduh gibi düşündüğünü şiirlerinde dile getirmiştir.[16]

Osmanlı toplumunda İttihad-ı anasır denen Yahudi Hristiyan dahil bütün milletlerin birleşmesinin gerektiği anlayışı bırakılıp İttihad-ı İslama/Müslümanların birliğine geçilmesi İslamcılığın temelini oluşturur. Milliyetçilik akımları milletlerin birlikteliğini bozunca Müslümanların birlikteliği öncelenmek istenmiştir. Abdülhamit bu konuda Osmanlıya bağlı milletler içerisinde Müslümanlara daha fazla önem vermeye başlamıştır. Hicaz demiryolu, Arap toplumunu yöneten valilerin maaşlarının artırılması, Arap aşiret liderlerinin çocuklarının eğitim için İstanbul’a getirilmesi gibi bir kısım tedbirler alınmıştır. İttihad-ı İslam fikri Abdülhamit tahttayken oluşsa da İslamcılık fikri tahttan uzaklaştırıldıktan sonra oluşmaya başlamıştır. İslamcılık fikri Müslüman milletlerin de milliyetçi çıkışlarını engellemeye yetmediği gibi C. Efgani gibi bazı isimler milliyetçiliğin öncelenmeden İslam birliğinin olamayacağını, bütün İslam ülkelerinin tek tek milli kurtuluş hareketlerini gerçekleştirmeden ittihad-ı İslamın olamayacağını iddia ederek, milliyetçiliği körüklemişlerdir. Hatta Abdülhamit, Efgani’nin önceliğe milliyetçiliği alışını onaylamamış, ona karşı tedbirler almaya çalışmıştır. Fakat Efgani, içeride Ahmet Ağaoğlu, dışarıda Muhammet İkbal gibi bazı isimleri etkilemeyi başarmıştır.[17] Önce millet, sonra İslam demişlerdir. Said Nursi ise milliyetçiliği müspet ve menfi olarak ikiye ayırmış, müspet milliyetçilikte fertler arası yardımlaşma ve dayanışmanın oluşması dolayısıyla, İslam kardeşliğini besleyeceğini belirtmiştir.[18] 1912 Balkan savaşında Müslüman milletlerin isyanı istenildiği şekliyle Türkçülük ve Türk milliyetçiliğine sığınma aşamasına geçilmesini sağlamıştır. 1918’e gelindiğinde ise tamamen bitmiş, geriye İslam’la takviye edilmiş bir milliyetçilik kalmıştır. 1920’den 1950’lere kadar ise İslamcılığın sesi kesilmiş, önemli bir ivme kat edememişlerdir. Ta ki 1947-1950 arasında Pakistan’da bir İslam Cumhuriyeti kurularak, tarihte ilk defa milli, ulusçu bir devlet anlayışı ortaya çıkmış, tekrar Müslüman toplumların hayalleri ve ufukları oluşmaya başlamıştır. Fakat tartışmalar da beraberinde gelmiştir. Çünkü gerek Muhammed Hamidullah gerekse Ebul Kelam Azad, milli devlet anlayışına karşı çıkıp Cinnah’ı uyarırlar. İslam’ı bütün Hindistan’a mal etmek varken, belli bir bölgeye sıkıştırılmasının ters tepeceğini belirtirler.[19]

Diğer İslam ülkelerinde de kıpırdanmalar olur. Bu tarihten sonra Mısır’da İhvanı Müslimin hareketi siyasileşmeye başlar. Normalde 1928’de kurulmuş olmasına rağmen cemaat şeklinde hareket eden İhvan hareketi cesaret toplayarak siyaset arenasına çıkma imkânı yakalamıştır. Türkiye’deki İslamcılık hareketi bu iki ülkedeki tecrübelerden istifade etmiş, hatta biraz da yapılan tercüme kitaplarla hazıra konmuş gibi olmuştur. Fakat bu iki ülke ile Türkiye arasındaki ana fark sömürge yaşamış bu ülke halklarının İslam anlayışlarıyla, mazisinde hiç sömürge görmemiş Türkiye halkının İslam anlayışlarının örtüşmeyiş olmasıdır. Bu ülkelerde ortaya çıkan İslamlaşma sürecinde “İslam Devleti” anlayışı doku uyuşumu sorunu yaşatmazken, burada İslamcıların yaşadıkları, toplum tarafından “yabancı”laştırılmasına sebep olmuştur.[20]

Türkiye’de İslamcılık bu iki devlette ortaya çıkan İslam anlayışlarının etkisiyle gerek Mevdudi, gerekse Seyyid Kutup gibi isimlerin kitaplarıyla önemli bir ivme kazanmıştır. Özellikle de 1960 ihtilali sonrasında bu durumu daha etkin olarak görmekteyiz. Fakat bu âlimlerin kitaplarının Türkiye’ye giriş tarihi ve sebebi konusunda tartışmalar vardır. Kitapların seçimi, hangi kitapların tercüme edileceği konusu da düşündürücüdür.

Hamza Türkmen, 21.05.2013 tarihinde yaptığı bir konuşmada, "Seyyid Kutub, Türkiyeli Müslümanların gündemine Hilal Yayınları tarafından 1964 yılında ‘Din Dediğin Budur’ kitabıyla girmiştir. Fakat bu kitap öncesinde 61 Anayasasından sonra Türkiye’de sol Marksist hareketler yaygınlaşıyor. Sistemin bunlara cevap vermesi lazım. O zaman MİT başındaki Fuat Doğu Bey özellikle çare arıyor. Çare olarak Seyyid Kutub’un ‘İslam’da Sosyal Adalet’ diye bir kitabının olduğu haberini alıyor. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagör'e gidiyor. Türkçü Cağaloğlu yayınlarından bu kitap bastırılıyor. Türkiye gündemine Seyyid Kutub ilk defa böyle bir formatla giriyor,” der.[21] Bu anlamda Türkiye’ye İslamcılığın giriş yollarının birkaç şekilde tezahür ettiği anlaşılıyor.

Fakat milli ve yerli anlamda, siyasetle bütünleşik vaziyette ilk Siyasal İslamcılık hareketi diyebileceğimiz hareket, 1969’da Milli Nizam Partisi ile ortaya çıkmış, Necmettin Erbakan öncülüğünde bir hareket partisel mücadeleye başlamıştır. Bir yandan da hareketin öğrenci ayağını oluşturacak olan MTTB’nin başına Burhanettin Kayahan geçerek, cemiyetin içindeki ırkçı Türkçülerle yollar ayrılmış, İslamî siyaset Türkiye’nin gündemine girmiştir.[22] Bu parti kapatılınca 1972’de Milli Selamet Partisi ile yola devam edilir. 12 Eylül İhtilalinde kapatılıncaya kadar MSP, Türkiye’de fikrî oluşumda ciddi katkılar sunar. İslamcılık 12 Eylül’de duraklamaya geçse de 1983 yılında Özal’ın başbakan olmasıyla çeşitli İslami cemaat ve cemiyetleri bünyesine katarak tekrar canlandırır. 1983 yılında Refah Partisi kurulur, Turgut Özal bünyesindeki dindar kitleyi kendi kapsama alanına dahil etmek için uğraşır fakat Erbakan’ın siyaseten yasaklı olması bu durumun gecikmesine sebep olur. Ta ki Erbakan 1987 yılında partinin başına geçebilir, meclise de 1991 yılında girebilir. 1995 seçimlerinde birinci parti olarak çıkar, 1997’de Refahyol hükümeti olarak iktidara gelir.1998’de de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılır. Bu parti Türkiye İslamcılığı üzerinde ciddi etkiler bırakmıştır. Türkiye bu dönemde 28 Şubat kaosu yaşandı. Cumhuriyet tarihinin en önemli zulüm günlerinden biri daha yaşandı, dinini yaşamak isteyen kimselere karşı ciddi kısıtlamalar getirildi, başörtüsü yasağı, İmam Hatip Lisesi kat sayı daraltılması, vakıf ve derneklerin kapatılması gibi birçok baskı unsuruyla Türkiye muhatap oldu. Refah Partisi’nin kapatılacağı anlaşılınca 1997’de Fazilet Partisi kuruldu, bu parti de 2001 yılında kapatılınca yerine Saadet Partisi kuruldu. 2002 yılında Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle bu süreç yavaşça perde aralamaya başladı, 2010’lu yıllara kadar devam eden bu süreç tam anlamıyla 2015’li yıllarda sona erdi. 15 Temmuz 2016 yılında tekrar devreye sokulmaya kalkışılsa da başarılı olunamadı. Fakat kalkışmayı yapan ekibin dini bir kisve taşıması, dinin ve dindarlığın toplum tarafından sorgulanmasına sebep oldu. İslamcılık da bu sorgulamadan nasibini almış oldu. Dindar kesimin madden güçlenmesiyle birlikte lüks ve konforla tanışmaları toplum tarafından hoş karşılanmadı. Rüşvet, iltimas, adam kayırma gibi eylemlerin de ortaya çıkmasıyla dindar insanların siyasette bulunması, dinle derdi olanlar nezdinde bir mazeret üretilme kaynağı oluşturdu. 

Günümüzde gelinen noktada din üzerinden siyaset geliştirmek toplum nezdinde dine saldırının bir bahanesi durumuna getirilmiştir. İslam’la Müslümanlık karıştırılır olmuştur. Müslümanların eylemleri İslam’ın eylemleriymiş gibi düşünülmeye başlanmıştır. Bu durum da İslam’ın yaşadığımız çağa söyleyeceği yeni sözlere karşı bir bloğun oluşmasına sebep teşkil etmektedir. Bunda kendisine dindar denen insanların davranışları da ciddi olumsuz etkiler bırakmıştır. Yapılması gereken şey, dindar kesimin tekrar silkelenip ahlâkî kriterleri ve erdemi önceleyerek yeniden bir hayat nizamı çizebilmektir. İslami camia bunu başaramazsa gelecek dönemlere İslam’ın tekrar toplumun önüne çıkıp söz söyleyebilmesi zorlaşacaktır. Bunda günümüz Müslümanlarının ciddi bir vebal taşıyacağını söylemek de zor olmayacaktır.

Bu anlamda İslamcılıktan vaz geçmek hiçbir Müslümanın yetkisinde değildir. Yaşamış olduğu çağının sorunlarına İslam penceresinden bakabilmek Müslümanın görevidir. Vicdanının sesini dinlemek, Müslüman ferde kimliğinin verdiği bir görevdir. İnsanlık ve İslamlık birbirinden ayrılmaz iki parçadır. İnsanlığından vaz geçmiş bir İslamlık olmaz. Önce insan sonra İslam diyenlerin, insanlık olmadan İslamlık olamayacağını, İslamcılık da yapılamayacağını bilmeleri gerekir.

1-     Şemsettin Özdemir, “Geçmişten Geleceğe İslamcılık”, Gelenek ve Modernlik Arasında İslamcılık, Umran Yayınları, İstanbul 2013, s. 492.

2-     Ercan Yıldırım, “İslamcılığın Modernliği”, Gelenek ve Modernlik Arasında İslamcılık, Umran Yayınları, İstanbul 2013, s. 143.

3-     Louis Büchner, Madde ve Kuvvet, Çizgi Kitabevi, Konya 2012.

4-     Ali Bulaç, “İslamcılığın Oluşumu, Gelişimi ve Bugünkü Durumu”, Gelenek ve Modernlik Arasında İslamcılık, Umran Yayınları, İstanbul 2013, s. 26.

5-     Ali Bulaç, “İslamcılığın Oluşumu, Gelişimi ve Bugünkü Durumu”, s. 34.

6-     Butrus Abu-Manneh, Şeriat, Tarikat, Tanzimat. İslâm Araştırmaları Dergisi, 42 (2019): 189-193

7-     Ali Bulaç, Gelenek ve Modernlik Arasında İslamcılık, Umran Yayınları, İstanbul 2013, s. 27.

8-      İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Gerçek Hayat Gergisi, İstanbul 2001, s. 9.

9-      Ercan Yıldırım, “İslamcılığın Modernliği”, Gelenek ve Modernlik Arasında İslamcılık, Umran Yayınları, İstanbul 2013, s. 144.

10- Ercan Yıldırım, “İslamcılığın Modernliği”, s. 146.

11- İsmail Kara, A.g.e. s. 23-24

12- Sadık Albayrak, Türkiye’de İslamcılığın Doğuşu, Risale Yayınları, İstanbul 1989, s. 74.

13- Kemal Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, Timaş Yayınları, İstanbul 2009, s. 25. Hulusi Şentürk, Türkiye’de İslami Oluşumlar ve Siyaset, Çıra Yayınları 2011, s. 26.

14- Mümtazer Türköne, İslamcılığın Doğuşu, Lotus Yayınevi, Ankara 2003, s. 30-32.

15- Kemal Karpat, Kimlik Sorununun Türkiye’de Tarihi, Sosyal ve İdeolojik Gelişmesi. Bağlam Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 33.

16- İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Gerçek Hayat Gergisi, İstanbul 2001, s. 28.

17- İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Gerçek Hayat Gergisi, İstanbul 2001, s. 29.

18- İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Gerçek Hayat Gergisi, İstanbul 2001, s. 37.

19- Ali Bulaç, Gelenek ve Modernlik Arasında İslamcılık, Umran Yayınları, İstanbul 2013, s. 33.

20- Ercan Yıldırım, “İslamcılığın Modernliği”, s. 159.

21- https://www.haksozhaber.net/okul/seyyid-kutub-turkiyede-nasil-algilandi-6832yy.htm

22- Serkan Yorgancılar “1965 Sonrası İslamcı Bir Öğrenci Hareketi Olarak Milli Türk Talebe Birliği”, Dokuz Eylül Üniversitesi Yüksek Lisans Tezi, İzmir 2006, s. 27