25 Ağustos 2021

​İslâm'da hüzün kavramı ve 'senetü'l hüzün'

İslâm tasavvuf ve tefekküründe hüzne o kadar ulvî mâna yüklenmiştir ki, Hz. Hatice ile Ebû Tâlib’in peş peşe vefatları Peygamber Efendimiz’i derinden üzdüğü için onların vefat senesine “senetü’l-hüzün” adı verilmiş ve hayatı ulvî hüzün ikliminde geçtiği için “Hüzün Peygamberi” denilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de hüzün otuz yedi âyette geçmekte ve müminlerin âhirette üzüntüsüz bir hayat yaşayacağı haber verilmektedir. Âyetlerde geçen “üzülme” ve “üzülmeyiniz” ifadeleriyle asıl mânasıyla hüznün kastedilmediğini tefsir eden âlimler var. Peygamber Efendimiz, “Allah’ın, musibetler sebebiyle yaş döken gözleri, hüzünlenen kalpleri azaba uğratmayacağı” ifadeleriyle hüznün mevzu edildiği hadisler Sahîh-i Buhârî’de mevcut. Bu mânada hüzün dünya imtihanı bakımından sıkıntı, hastalık, belâ ve elem olarak târif edilmiş. Bu sıkıntıların muhatabı bu dertleri ulvî yolda bir hüzne dönüştürürse manevî mertebesinin artacağı mesajı verilmektedir.

 

PEYGAMBERLER ULVÎ HÜZNÜN YÂRANIDIR  

Ulvî hüznün kaynağı peygamberler ve enbiyadır. Sezai Karakoç’un “Yitik Cennet”inde anlatıldığı üzere bütün peygamberler hüznün temsilcisidirler. Hz. Âdem ayrıldığı cennetin hüznüne muhatap ilk hüzünkârdı. O’ndan sonra yeryüzünün hüzün çilesi büyük hüzünkâr Hz. İbrahim’le başlar. Hz. Mûsa’dan Hz. İsa’ya kadar bütün peygamberler ve Efendimiz Aleyhisselâtüvesselâm’la devam ederek en yüce mâna ve mertebesine ulaşır. İslâm düşüncesinde iki ayrı hüzün mefhumu var. Biri maddî, diğeri tasavvufî, yâni mânevî ve ulvî hüzün…

El-Kindî’den (milâdî:801-866) itibaren felsefî çizgideki ahlâk kitaplarında ve tasavvuf kitaplarında olmak üzere iki ayrı hüzün kavrayışı var.  Maddî hüzün, insanın dünyevî kayıplardan duyduğu duygu ve düşüncelerdir. Dahası tedavi edilmesi gereken bir tür hastalık… Mânevî, yâni tasavvufî hüzün âhiret kaygısı, takva, peygamber ve ulu kişilere sevgi, aşk ve hasret duygusu… Bizim murad ettiğimiz hüzün âcizâne tam da budur. İslâm irfanı bir baştan bir başa mânevî hüzün üzerine kuruludur. Tasavvufî ve Nebevî yaşayış ulvî hüzünden beslenir. Akılcılığa fazla değer veren Müslümanlarla modern akılla akletmeyi tercih edenler hüznü “romantizm” olarak görürler. Bu, Peygamber Efendimiz’in mahzun meşrebini bilmemektir.

Tefekküre dalıp hüzünlenmek ayrı, karamsar düşünceler içinde surat asmak ayrı... Mânevî hüzün, maddî hüzün gibi ilaçla, merhemle dinmez. Ulvî aşkla, vuslatla, menzile ulaşılınca, kalp ve gönül mutmainne makanına erişince diner. Bu mânada “dinmek” son bulmak demek değildir. Aslına kavuşsa da hâl devam eder.  Mutasavvıflar, hüznü  “dünyevî veya nefsânî bağlar yüzünden Allah’a yakınlaşamayan, O’nunla ünsiyet kuramayan dervişin bu ayrılıktan duyduğu acı ve keder” mânasında kullanırlar. Bu mânada hüzün bir fazilet ve yüksek bir mânevî hâldir. Çünkü hüzün tefekkür eden, dünyevî olandan arınmaya çalışan, her şeye gönül gözüyle düşünüp bakan, daima ulvî aşk içinde yaşayan hazret-i insanın meşrebidir. Bu sebeple İslâm tasavvufunda hüzün havf, işfak, huşû, zühd, verâ gibi erdemlerin yanında zikredilir. Hazret-i insan kemalâtına ulaşan biri için rahat olmak eksikliktir. (İslam Ansiklopedisi, cilt:19)

 

‘HÜZÜNSÜZ İBADETLER KÂMİL İBADET DEĞİLDİR’

Adı geçen ansiklopedinin “hüzün” bahsine göre mutasavvıflar hüznü mânevî bir disiplinin unsuru olan “hâl”lerden sayarlar: “Tarikat-ı âliyenin ruhu hüzündür. Hüzünsüz düşünün bakalım, ne düşünebiliyorsunuz. Hüzünsüz zikredelim haydi; ondan ne fikir doğar? Hüzünsüz ibadetler kâmil ibadet değildir. Dolayısıyla o ibadetlerden kemalât-ı insaniyye doğmaz. Hazret-i hüzün kamû Sünnetlerin neticesidir. O yüzden tarikatın gayesi Kitab ve Sünnetle şerha şerha olup bu hüznü hâlet-i dâime durumuna getirmektir. Eğer hüzün ehl-i tarik hüzün sahibi değilse daha hamdır. Hasret, âhu enîn, gözyaşı ve hüzne yol açmayan ilim, gereğiyle amel edilmeyen ilimdir. İnsanı hizaya getiren, uyaran, ‘kalk’ veren bir hâletten bahsediyoruz, yâni ümmül-hayr olan hüzünden.”

Hüznü fazilet ve “vehbî hâl” lerden sayanların başında ise, Hace Abdullah Herevî (milâdî: 1006-1088) ve büyük tasavvuf erbabı Hasan-ı Basrî hazretleri (milâdî:642-728) gibi mutasavvıflar gelir. Bu zatların târiflerine bakıldığında hüznün bid’at hâllerden olmadığını, daha çok o hâli yaşayanın ulvî maksadının bir vasıtası olabileceği anlatılıyor. Herevî, hüznü “havf”, “huşu”, “zühd” ve verâ” gibi aynı mahiyette vehbî bir hâl olarak tasavvufî erdemlerin başında gösterir.

Peygamber Efendimiz’in sünnetine ve şeriate bağlı ilk mutasavvıflardan Hasan-ı Basrî Hazretlerinin rehberliğinde oluşan zühd tarikinin temel özelliği hüzündür. Ona göre âhiretin ebedîliğini bilen, dolayısıyla daima ulvî aşk içinde olan insan hüzünkârdır. Bu hâl kişiyi hazret-i insan olmanın gereği olarak her ân mânevî muhasebe şuurunda, yâni hüzün hâlinde olmaya sevk eder.

 

DÎNİ YAŞAMAK GAYRETİNDE HÜZÜN YARDIMCIDIR

Hüzün, Müslüman insanın ilahî mazhariyete erişmenin bir vasıtasıdır. Tasavvuf ehline göre, hazret-i insana tam mânasıyla dîni yaşamak gayretinde ancak hüzün yardımcı olur. Çünkü hüznün kaynağı ve meydana gelişi dinîdir. Dîne aykırı olmayan, mânevî ve aşkın olanı hissettiren hüzün makbuldür. Kur’ân’ı doğru okumuş ve ona îman etmiş bir kimsenin ulvî hüznü artacak, gözyaşları çoğalacaktır.

 

MÜSLÜMAN İÇİN HÜZÜN FAZİLETTİR

Ulvî hüzün hiçbir zaman marazî bir bunalım, bedbîn, karamsar bir tavır değildir. Gönlümüze mânevî bir burukluk verir, vicdan sahibi kılar. Tasavvuf ehli için “Her nevî hüzün fazilettir ve mümin için ziyadeliktir. Fakat hüznün sebebinin günah olmaması şarttır.” Farklı düşünenler de var: “Âhiretle ilgili hüzün iyi ve güzel; dünya ile ilgili hüzün kötü ve çirkindir.”Tasavvuf âlimlerinin hüzün anlayışının hülâsası şöyle: Hüzün, yüksek bir makam ve fazilettir. Mümin, hüznü Allah’la yakınlaşmanın ve O’na ulaşabilme yolundaki ünsiyetin ve kurbiyetin bir hâli olarak yaşar.

 

HÜZÜN OLGUNLAŞTIRIR VE MERHAMETİ ARTIRIR

Merhamet duygusunun kaynağı hüzündür. Hüzün merhameti artırır. Hüzünkâr insan dertsiz, çilesiz, gamsız, bencil bir kimse değil, hüzün çeken, yâni mahzun bir insandır. Kendisiyle ve diğer insanların dertleriyle dertlenmektir hüzün. İnsanlığın dertleriyle hüzünlendikçe îmanı kavîleşecek ve îmanı kavîleştikçe hüzünkârlğı daha da olgunlaşacaktır. “Doğuda bir Müslümanın ayağına diken batsa, Garptaki bir Müslüman bunun acısını duyup üzülmezse, o onlardan değildir” mealindeki hadisler hazret-i insanın hüzünle yoğrulmasını işaret eder

Sözün özü: Hüznü bilmek ve yaşamak, Müslüman insanın hâllerindendir. Hüzün duymamak eksikliktir. Çünkü hüzün Müslümanın sürekli Allah yolunda olması ve kalbinin tezkiyesidir. Hüzün varsa kalbin var demektir. Tezkiye edilmiş bir kalbe sahip olmayan hüzünlenemez. Allah ve Resûlünün yolunda tâlim yapılan dergâhlar bâb-ı hüzündür, yâni hüznün kapısıdır.

 

(ilbeyali@hotmail.com)