İslâm'da hüzün kavramı ve 'senetü'l hüzün'
İslâm tasavvuf ve tefekküründe hüzne o kadar ulvî mâna yüklenmiştir ki, Hz. Hatice ile Ebû Tâlib’in peş peşe vefatları Peygamber Efendimiz’i derinden üzdüğü için onların vefat senesine “senetü’l-hüzün” adı verilmiş ve hayatı ulvî hüzün ikliminde geçtiği için “Hüzün Peygamberi” denilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de hüzün otuz yedi âyette geçmekte ve müminlerin
âhirette üzüntüsüz bir hayat yaşayacağı haber verilmektedir. Âyetlerde geçen
“üzülme” ve “üzülmeyiniz” ifadeleriyle asıl mânasıyla hüznün kastedilmediğini
tefsir eden âlimler var. Peygamber Efendimiz, “Allah’ın, musibetler sebebiyle
yaş döken gözleri, hüzünlenen kalpleri azaba uğratmayacağı” ifadeleriyle hüznün
mevzu edildiği hadisler Sahîh-i Buhârî’de mevcut. Bu mânada hüzün dünya
imtihanı bakımından sıkıntı, hastalık, belâ ve elem olarak târif edilmiş. Bu
sıkıntıların muhatabı bu dertleri ulvî yolda bir hüzne dönüştürürse manevî
mertebesinin artacağı mesajı verilmektedir.
PEYGAMBERLER
ULVÎ HÜZNÜN YÂRANIDIR
Ulvî hüznün kaynağı peygamberler ve enbiyadır. Sezai Karakoç’un
“Yitik Cennet”inde anlatıldığı üzere bütün peygamberler hüznün
temsilcisidirler. Hz. Âdem ayrıldığı cennetin hüznüne muhatap ilk hüzünkârdı.
O’ndan sonra yeryüzünün hüzün çilesi büyük hüzünkâr Hz. İbrahim’le başlar. Hz.
Mûsa’dan Hz. İsa’ya kadar bütün peygamberler ve Efendimiz
Aleyhisselâtüvesselâm’la devam ederek en yüce mâna ve mertebesine ulaşır. İslâm
düşüncesinde iki ayrı hüzün mefhumu var. Biri maddî, diğeri tasavvufî, yâni
mânevî ve ulvî hüzün…
El-Kindî’den (milâdî:801-866) itibaren felsefî çizgideki ahlâk
kitaplarında ve tasavvuf kitaplarında olmak üzere iki ayrı hüzün kavrayışı
var. Maddî hüzün, insanın dünyevî
kayıplardan duyduğu duygu ve düşüncelerdir. Dahası tedavi edilmesi gereken bir
tür hastalık… Mânevî, yâni tasavvufî hüzün âhiret kaygısı, takva, peygamber ve
ulu kişilere sevgi, aşk ve hasret duygusu… Bizim murad ettiğimiz hüzün âcizâne
tam da budur. İslâm irfanı bir baştan bir başa mânevî hüzün üzerine kuruludur.
Tasavvufî ve Nebevî yaşayış ulvî hüzünden beslenir. Akılcılığa fazla değer
veren Müslümanlarla modern akılla akletmeyi tercih edenler hüznü “romantizm”
olarak görürler. Bu, Peygamber Efendimiz’in mahzun meşrebini bilmemektir.
Tefekküre
dalıp hüzünlenmek ayrı, karamsar düşünceler içinde surat asmak ayrı... Mânevî
hüzün, maddî hüzün gibi ilaçla, merhemle dinmez. Ulvî aşkla, vuslatla, menzile
ulaşılınca, kalp ve gönül mutmainne makanına erişince diner. Bu mânada “dinmek”
son bulmak demek değildir. Aslına kavuşsa da hâl devam eder. Mutasavvıflar, hüznü “dünyevî veya nefsânî bağlar yüzünden Allah’a
yakınlaşamayan, O’nunla ünsiyet kuramayan dervişin bu ayrılıktan duyduğu acı ve
keder” mânasında kullanırlar. Bu mânada hüzün bir fazilet ve yüksek bir mânevî
hâldir. Çünkü hüzün tefekkür eden, dünyevî olandan arınmaya çalışan, her şeye
gönül gözüyle düşünüp bakan, daima ulvî aşk içinde yaşayan hazret-i insanın
meşrebidir. Bu sebeple İslâm tasavvufunda hüzün havf, işfak, huşû, zühd, verâ
gibi erdemlerin yanında zikredilir. Hazret-i insan kemalâtına ulaşan biri için
rahat olmak eksikliktir. (İslam Ansiklopedisi, cilt:19)
‘HÜZÜNSÜZ İBADETLER KÂMİL İBADET
DEĞİLDİR’
Adı geçen
ansiklopedinin “hüzün” bahsine göre mutasavvıflar hüznü mânevî bir disiplinin
unsuru olan “hâl”lerden sayarlar: “Tarikat-ı âliyenin ruhu hüzündür. Hüzünsüz
düşünün bakalım, ne düşünebiliyorsunuz. Hüzünsüz zikredelim haydi; ondan ne
fikir doğar? Hüzünsüz ibadetler kâmil ibadet değildir. Dolayısıyla o
ibadetlerden kemalât-ı insaniyye doğmaz. Hazret-i hüzün kamû Sünnetlerin
neticesidir. O yüzden tarikatın gayesi Kitab ve Sünnetle şerha şerha olup bu
hüznü hâlet-i dâime durumuna getirmektir. Eğer hüzün ehl-i tarik hüzün sahibi
değilse daha hamdır. Hasret, âhu enîn, gözyaşı ve hüzne yol açmayan ilim,
gereğiyle amel edilmeyen ilimdir. İnsanı hizaya getiren, uyaran, ‘kalk’ veren
bir hâletten bahsediyoruz, yâni ümmül-hayr olan hüzünden.”
Hüznü
fazilet ve “vehbî hâl” lerden sayanların başında ise, Hace Abdullah Herevî (milâdî: 1006-1088) ve büyük
tasavvuf erbabı Hasan-ı Basrî hazretleri (milâdî:642-728) gibi mutasavvıflar
gelir. Bu zatların târiflerine bakıldığında hüznün bid’at hâllerden olmadığını,
daha çok o hâli yaşayanın ulvî maksadının bir vasıtası olabileceği anlatılıyor.
Herevî, hüznü “havf”, “huşu”, “zühd” ve verâ” gibi aynı mahiyette vehbî bir hâl
olarak tasavvufî erdemlerin başında gösterir.
Peygamber
Efendimiz’in sünnetine ve şeriate bağlı ilk mutasavvıflardan Hasan-ı Basrî
Hazretlerinin rehberliğinde oluşan zühd tarikinin temel özelliği hüzündür. Ona
göre âhiretin ebedîliğini bilen, dolayısıyla daima ulvî aşk içinde olan insan
hüzünkârdır. Bu hâl kişiyi hazret-i insan olmanın gereği olarak her ân mânevî
muhasebe şuurunda, yâni hüzün hâlinde olmaya sevk eder.
DÎNİ YAŞAMAK GAYRETİNDE HÜZÜN
YARDIMCIDIR
Hüzün, Müslüman
insanın ilahî mazhariyete erişmenin bir vasıtasıdır. Tasavvuf ehline göre,
hazret-i insana tam mânasıyla dîni yaşamak gayretinde ancak hüzün yardımcı
olur. Çünkü hüznün kaynağı ve meydana gelişi dinîdir. Dîne aykırı olmayan,
mânevî ve aşkın olanı hissettiren hüzün makbuldür. Kur’ân’ı doğru okumuş ve ona
îman etmiş bir kimsenin ulvî hüznü artacak, gözyaşları çoğalacaktır.
MÜSLÜMAN
İÇİN HÜZÜN FAZİLETTİR
Ulvî hüzün hiçbir zaman marazî bir bunalım, bedbîn, karamsar bir
tavır değildir. Gönlümüze mânevî bir burukluk verir, vicdan sahibi kılar.
Tasavvuf ehli için “Her nevî hüzün fazilettir ve mümin için ziyadeliktir. Fakat
hüznün sebebinin günah olmaması şarttır.” Farklı düşünenler de var: “Âhiretle
ilgili hüzün iyi ve güzel; dünya ile ilgili hüzün kötü ve çirkindir.”Tasavvuf âlimlerinin hüzün anlayışının
hülâsası şöyle: Hüzün, yüksek bir makam ve fazilettir. Mümin, hüznü Allah’la
yakınlaşmanın ve O’na ulaşabilme yolundaki ünsiyetin ve kurbiyetin bir hâli
olarak yaşar.
HÜZÜN
OLGUNLAŞTIRIR VE MERHAMETİ ARTIRIR
Merhamet duygusunun kaynağı hüzündür. Hüzün merhameti artırır.
Hüzünkâr insan dertsiz, çilesiz, gamsız, bencil bir kimse değil, hüzün çeken,
yâni mahzun bir insandır. Kendisiyle ve diğer insanların dertleriyle
dertlenmektir hüzün. İnsanlığın dertleriyle hüzünlendikçe îmanı kavîleşecek ve
îmanı kavîleştikçe hüzünkârlğı daha da olgunlaşacaktır. “Doğuda bir Müslümanın
ayağına diken batsa, Garptaki bir Müslüman bunun acısını duyup üzülmezse, o
onlardan değildir” mealindeki hadisler hazret-i insanın hüzünle yoğrulmasını
işaret eder
Sözün özü: Hüznü bilmek ve yaşamak, Müslüman insanın
hâllerindendir. Hüzün duymamak eksikliktir. Çünkü hüzün Müslümanın sürekli
Allah yolunda olması ve kalbinin tezkiyesidir. Hüzün varsa kalbin var demektir.
Tezkiye edilmiş bir kalbe sahip olmayan hüzünlenemez. Allah ve Resûlünün
yolunda tâlim yapılan dergâhlar bâb-ı hüzündür, yâni hüznün kapısıdır.
(ilbeyali@hotmail.com)