İstanbul'un tarihi semtleri (29)
Vodina Caddesi’nin tabelası bizlere elveda bile
demeye vakit bulamadan arkamızda bıraktığımız gözü yaşlı Rumeli'yi hatırlatıyor.
Vodina, Selanik’in şelaleleri ile meşhur ismi ile müsemma sular diyarı kazası,
kadim Osmanlı şehri. Rumeli'ye yaptığımız bir anlık zihin yolculuğunun akabinde
tekrardan kendimizi yollara vuruyoruz.
Caddeye
taşmış cumbaları ile rengarenk boyalı ve yüz yaşını devirmiş evler bizlere boz
ziyafeti sunarken, dikkatli gözlerle binaların üzerindeki detayları yakalamaya çalışıyoruz.
Yürüdüğümüz cihete göre solumuzda kalan üzeri dikenli tellerle çevrili yüksek
duvar Metroloji Kilisesi olarak da bilinen Aya Yorgi Metokhion Kilisesi’ni
yoldan ayırmakta. Ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmeyen bu kilise, Rum
kilisesi olmasına rağmen Fener Patrikhanesi’ne bağlı değildir. Kudüs Rum
Patrikhanesi’ne bağlı olan bu kilise, geçmiş zamanlarda hem Kudüs Rum
Patriği’nin İstanbul'da bulunan mümessilinin ikameti için hem de Kudüs
Patrikhanesinin görev bölgesinden İstanbul'a gelen Hristiyanların ibadeti için kullanılmıştır.
Günümüzde hiç cemaati bulunmayan bu kilise ulu çınar ağaçlarının gölgesinde yalnızlığa
mahkûm olmuştur. Bu kilise ile alakalı fazla bir bilginin olmaması ve cemaati olmadığı
için sürekli kapalı olması yüzünden, kilise hakkında çok çeşitli şehir
efsanelerinin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu rivayetlerin bazılarında
kilisenin kütüphanesinden çalınıp açık arttırmada satılan parşömenlerden tutun
da, Arşimet'e ait kitapların bulunmasına kadar pek çok hikâye kulaktan kulağa
anlatılmaktadır.
Aslında
Metroloji Kilisesi’nin bulunduğu geniş bahçe bir kiliseye daha ev sahipliği yapmaktadır.
Birbirlerine komşuluk yapan bu iki kiliseden ikicisi 1970lerin sonunda bir yangınla
harabeye dönen Panagia Vlahsaray Kilisesidir. 1600lerin başında yaptırıldığı sanılan
bu kilise Eflak beylerinin İstanbul'da ikamet eden oğulları ve oğullarının
mahiyetleri tarafından kullanıldığı icin Vlahsaray ismini aldığı sanılmaktadır.
Ayrıca bu iki kilisenin bulunduğu geniş bahçede Aya Minas Ayazması’nın da bulunduğu
bilinmektedir.
Bu iki
komsu kiliseyi ardımızda bırakıp bir sonraki durağımız için harekete geçiyoruz.
Vodina Caddesi üzerinde yer alan bir camiinin minaresi bizlere ben de buradayım
der gibi. Ağır adımlarla yeni durağımıza doğru yollanırken caddenin sağ tarafında
bulunan ve yüz yaşını devirmiş bir fırından sokağa tasan enfes kokular bizi
kendine celbediyor. Bu kokulara daha fazla kayıtsız kalamıyor ve kendimizi içeride
bir paket kandil simidi alırken buluyoruz. Fırının olduğu binanın çatı alınlığında
kuruluş tarihi hem alafranga usulde 1923 hem de alaturka usulde Rumi takvim ile
1339 olarak yazılmış.
Yavaş yavaş
kendisine yaklaştığımız camii Fatih devri eserlerinden olan ve 1458 senesinde
inşa edilmiş olan Tahta Minare Camii. Camie ve camiinin olduğu mahalleye adını
veren tahta minaresi 1865 senesinde geçirdiği kapsamlı tamirat sırasında camii
ile beraber yeniden inşa edilmiştir. Minaresi tuğladan olup incecik külahı ile
İstanbul'da görülen nadir minare külahlardan biridir. Şerefeyi çepeçevre saran
korkuluğu ise altı üçgenin bir altıgen oluşturduğu bir formun birbirini takip
etmesi ile süslenmiştir. Camie akar sağlaması için camii ile beraber inşa edilmiş
olan ve Fatih Vakfiyesinde de adi gecen Tahta Minare Hamamı ise geçtiğimiz
Nisan ayında bir yangın geçirmişti. Hamam günümüzde faal olup bölgeyi ziyaret
eden turistlere hizmet sunmaktadır.
Tahta
Minare Camii’nin önündeki küçük meydanin bir köşesinde bulunan ve dışı yeşil
fayanslarla döşenmiş olan bir türbe bölgenin en önemli ziyaret mekânları arasındadır.
Türbe üzerinde bulunan tabelada Hüseyin Sadik (R.a) yazılmış olmakla birlikte
burada kabri olan Hüseyin Sadık hakkında menkıbeler haricinde pek bir bilgi bulunmamaktadır.
Kimi rivayete göre ashabdan olup adında Hüseyin bin Sadık'tır. Halid bin Zeyd
Ebu Eyyûb El-Ensari'nin de içinde olduğu ordu ile beraber 674 senesinde
başlayan ve takriben dört sene süren İstanbul Kuşatmasına katıldığı ve kuşatmanın
kalkmasından sonra geri dönmeyerek İstanbul'da yasamaya başladığı ve bir gece türbesinin
bulunduğu yerde olan evinde şehid edildiğidir. Diğer bir rivayete göre ise
ashabdan değildir, ama tabiinden biridir. Başka bir rivayete göre ise ni’melceyşten
biridir ve İstanbul'un Fethi sırasında burada şehit olmuş ve defnedilmiştir. Rivayet
hangisi olursa olsun üç rivayete göre de bu türbede yatan zat bir şehidtir.
Hüseyin
Sadık Türbesi’nde Fatiha'mızı okuduktan sonra bugünkü son durağımız olacak olan
Sveti Stefan Bulgar Kilisesi’ne ya da bilinen ismiyle Demir Kilise’ ye ulaşmak içinde
adımlarımızın sayısını sıklaştırıyoruz. Tahta Minare Camiinin karşı çaprazında
bulunan kısa bir aralık bizi Yıldırım Caddesi ve Hızır Çavuş Köprübaşı Sokak'ın
kesiştiği noktaya ulaştırıyor ve Hızır Çavuş Sokak üzerinden yürüyüşümüze devam
ediyoruz. 20-25 metre ileride sokağın sağ tarafında bulunan tek katli bir
binaya girmek için bekleyen bir kalabalık ilgimizi çekiyor. Binaya ulaşınca binanın
müzayede yapılan bir antikacı olduğun u ve kalabalığın da müzayedeye katılmak isteyenlerin
ya da sadece merak edip ortamı görmek ve müzayede izlemek isteyenler olduğunu
ögreniyoruz. Herkese nasipli günler dileyip oradan ayrılıyor ve ileride sağ
tarafta bulunan aralıktan kendimizi Mürsel Paşanın Caddesi’ne atıyoruz. Demir Kilise
’ye varmak içinse tekrardan sağa dönüp Unkapanı cihetine doğru yaklaşık 200
metre kadar sürecek yolu arşınlamaya başlıyoruz.
İkindi güneşinin
ışıkları kilisenin çan kulesinin tunç kaplı kubbesini daha da parlak hale
getiriyor. Sveti Stefan Kilisesi bölgede
yapılan ilk Bulgar kilisesi olmamakla birlikte, ani yerde ahşaptan yapılmış küçük
çaplı bir kilisenin 1840 tarihinden beri bulunduğu bilinmektedir. Osmanlı Devleti'nin Bulgarları ayrı bir millet
olarak tanıdığı ve eksarh denilen bir ruhban tarafından dini olarak yönetilmelerine
imkân sağlayan 1870 tarihli fermandan sonra, bu ahşap kilisenin hem Bulgar
Kilisesi hem de Eksarhhane olarak kullanılmasının imkânsızlığı sebebi ile daha büyük
bir kilisenin yapımı icap etmiştir. Eski kilise Haliç Deniz Surları’nın dışında
olup, inşa edildiği yer denizin zamanla dolmasıyla oluşmuş bir alüvyon
birikintisidir.
Yeni
kilisenin mimari olarak atanan Hovsep Aznavur yaptığı hesaplamalarla zeminin
betonarme bir binayı kaldıramayacağı ve zamanla binanın balçığa gömüleceğini ortaya
koydu. Bunun üzerine binanın inşaatı için farklı bir yöntem bulunması gerektiği
ortaya çıktı. Bunun üzerine dünya üzerinde yeni başlayan bir inşaat tekniği
olan prefabrik yapı tekniği binanın inşaatı icin uygun görüldü. Viyana merkezli
Waagner isimli firma bütün gerekli yapı elemanlarını Viyana'daki fabrikalarında
üretmiş ve üretilen bu parçalar Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden İstanbul'a taşınarak
kilisenin kurulacağı yere ulaştırılmıştır. Bütün gerekli parçaların birleştirilmesi
ve iç mekân süslemelerinin bitmesinin ardından, kilisenin açılışı Eksarh Yosef tarafından
8 Eylül 1898 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Yakın zamanda büyük çaplı bir
restorasyon geçiren kilise dünya üzerinde demirden yapılıp ayakta kalmış olan yegâne
prefabrik kilisedir.
Kilisenin
kam karşısında ise İstanbul Bulgarları için tarihi öneme sahip olan Metoh
binası bulunmaktadır. Metoh binasi 19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da
nüfusları 60bine ulaşan Bulgar cemaatinin ihtiyaçlarını karşılaşmak için inşaa
edilmiştir. Bina zamanında Bulgar okulu, misafirhane, yurt, postane gibi
görevler görmesinin yanında, zamanla yirmiye kadar çıkan ve Bulgarca basılan
süreli ve süresiz gazete ve mecmuanın da basım yeri olmuştur. Çatıya yakın
kısımda binayı çepeçevre dolanan Bulgarca bir kitabesi vardır. Yakın zamanda
bir restorasyon geçiren binanın İstanbul Bulgarları’nın tarihinin sergileneceği
bir müzeye dönüştürülmesi çalışmaları vardır.