09 Haziran 2024

İstanbul'un tarihi semtleri (29)

 Vodina Caddesi’nin tabelası bizlere elveda bile demeye vakit bulamadan arkamızda bıraktığımız gözü yaşlı Rumeli'yi hatırlatıyor. Vodina, Selanik’in şelaleleri ile meşhur ismi ile müsemma sular diyarı kazası, kadim Osmanlı şehri. Rumeli'ye yaptığımız bir anlık zihin yolculuğunun akabinde tekrardan kendimizi yollara vuruyoruz.

Caddeye taşmış cumbaları ile rengarenk boyalı ve yüz yaşını devirmiş evler bizlere boz ziyafeti sunarken, dikkatli gözlerle binaların üzerindeki detayları yakalamaya çalışıyoruz. Yürüdüğümüz cihete göre solumuzda kalan üzeri dikenli tellerle çevrili yüksek duvar Metroloji Kilisesi olarak da bilinen Aya Yorgi Metokhion Kilisesi’ni yoldan ayırmakta. Ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmeyen bu kilise, Rum kilisesi olmasına rağmen Fener Patrikhanesi’ne bağlı değildir. Kudüs Rum Patrikhanesi’ne bağlı olan bu kilise, geçmiş zamanlarda hem Kudüs Rum Patriği’nin İstanbul'da bulunan mümessilinin ikameti için hem de Kudüs Patrikhanesinin görev bölgesinden İstanbul'a gelen Hristiyanların ibadeti için kullanılmıştır. Günümüzde hiç cemaati bulunmayan bu kilise ulu çınar ağaçlarının gölgesinde yalnızlığa mahkûm olmuştur. Bu kilise ile alakalı fazla bir bilginin olmaması ve cemaati olmadığı için sürekli kapalı olması yüzünden, kilise hakkında çok çeşitli şehir efsanelerinin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu rivayetlerin bazılarında kilisenin kütüphanesinden çalınıp açık arttırmada satılan parşömenlerden tutun da, Arşimet'e ait kitapların bulunmasına kadar pek çok hikâye kulaktan kulağa anlatılmaktadır.

Aslında Metroloji Kilisesi’nin bulunduğu geniş bahçe bir kiliseye daha ev sahipliği yapmaktadır. Birbirlerine komşuluk yapan bu iki kiliseden ikicisi 1970lerin sonunda bir yangınla harabeye dönen Panagia Vlahsaray Kilisesidir. 1600lerin başında yaptırıldığı sanılan bu kilise Eflak beylerinin İstanbul'da ikamet eden oğulları ve oğullarının mahiyetleri tarafından kullanıldığı icin Vlahsaray ismini aldığı sanılmaktadır. Ayrıca bu iki kilisenin bulunduğu geniş bahçede Aya Minas Ayazması’nın da bulunduğu bilinmektedir.

Bu iki komsu kiliseyi ardımızda bırakıp bir sonraki durağımız için harekete geçiyoruz. Vodina Caddesi üzerinde yer alan bir camiinin minaresi bizlere ben de buradayım der gibi. Ağır adımlarla yeni durağımıza doğru yollanırken caddenin sağ tarafında bulunan ve yüz yaşını devirmiş bir fırından sokağa tasan enfes kokular bizi kendine celbediyor. Bu kokulara daha fazla kayıtsız kalamıyor ve kendimizi içeride bir paket kandil simidi alırken buluyoruz. Fırının olduğu binanın çatı alınlığında kuruluş tarihi hem alafranga usulde 1923 hem de alaturka usulde Rumi takvim ile 1339 olarak yazılmış.

Yavaş yavaş kendisine yaklaştığımız camii Fatih devri eserlerinden olan ve 1458 senesinde inşa edilmiş olan Tahta Minare Camii. Camie ve camiinin olduğu mahalleye adını veren tahta minaresi 1865 senesinde geçirdiği kapsamlı tamirat sırasında camii ile beraber yeniden inşa edilmiştir. Minaresi tuğladan olup incecik külahı ile İstanbul'da görülen nadir minare külahlardan biridir. Şerefeyi çepeçevre saran korkuluğu ise altı üçgenin bir altıgen oluşturduğu bir formun birbirini takip etmesi ile süslenmiştir. Camie akar sağlaması için camii ile beraber inşa edilmiş olan ve Fatih Vakfiyesinde de adi gecen Tahta Minare Hamamı ise geçtiğimiz Nisan ayında bir yangın geçirmişti. Hamam günümüzde faal olup bölgeyi ziyaret eden turistlere hizmet sunmaktadır.

Tahta Minare Camii’nin önündeki küçük meydanin bir köşesinde bulunan ve dışı yeşil fayanslarla döşenmiş olan bir türbe bölgenin en önemli ziyaret mekânları arasındadır. Türbe üzerinde bulunan tabelada Hüseyin Sadik (R.a) yazılmış olmakla birlikte burada kabri olan Hüseyin Sadık hakkında menkıbeler haricinde pek bir bilgi bulunmamaktadır. Kimi rivayete göre ashabdan olup adında Hüseyin bin Sadık'tır. Halid bin Zeyd Ebu Eyyûb El-Ensari'nin de içinde olduğu ordu ile beraber 674 senesinde başlayan ve takriben dört sene süren İstanbul Kuşatmasına katıldığı ve kuşatmanın kalkmasından sonra geri dönmeyerek İstanbul'da yasamaya başladığı ve bir gece türbesinin bulunduğu yerde olan evinde şehid edildiğidir. Diğer bir rivayete göre ise ashabdan değildir, ama tabiinden biridir. Başka bir rivayete göre ise ni’melceyşten biridir ve İstanbul'un Fethi sırasında burada şehit olmuş ve defnedilmiştir. Rivayet hangisi olursa olsun üç rivayete göre de bu türbede yatan zat bir şehidtir.

Hüseyin Sadık Türbesi’nde Fatiha'mızı okuduktan sonra bugünkü son durağımız olacak olan Sveti Stefan Bulgar Kilisesi’ne ya da bilinen ismiyle Demir Kilise’ ye ulaşmak içinde adımlarımızın sayısını sıklaştırıyoruz. Tahta Minare Camiinin karşı çaprazında bulunan kısa bir aralık bizi Yıldırım Caddesi ve Hızır Çavuş Köprübaşı Sokak'ın kesiştiği noktaya ulaştırıyor ve Hızır Çavuş Sokak üzerinden yürüyüşümüze devam ediyoruz. 20-25 metre ileride sokağın sağ tarafında bulunan tek katli bir binaya girmek için bekleyen bir kalabalık ilgimizi çekiyor. Binaya ulaşınca binanın müzayede yapılan bir antikacı olduğun u ve kalabalığın da müzayedeye katılmak isteyenlerin ya da sadece merak edip ortamı görmek ve müzayede izlemek isteyenler olduğunu ögreniyoruz. Herkese nasipli günler dileyip oradan ayrılıyor ve ileride sağ tarafta bulunan aralıktan kendimizi Mürsel Paşanın Caddesi’ne atıyoruz. Demir Kilise ’ye varmak içinse tekrardan sağa dönüp Unkapanı cihetine doğru yaklaşık 200 metre kadar sürecek yolu arşınlamaya başlıyoruz.

İkindi güneşinin ışıkları kilisenin çan kulesinin tunç kaplı kubbesini daha da parlak hale getiriyor. Sveti  Stefan Kilisesi bölgede yapılan ilk Bulgar kilisesi olmamakla birlikte, ani yerde ahşaptan yapılmış küçük çaplı bir kilisenin 1840 tarihinden beri bulunduğu bilinmektedir.  Osmanlı Devleti'nin Bulgarları ayrı bir millet olarak tanıdığı ve eksarh denilen bir ruhban tarafından dini olarak yönetilmelerine imkân sağlayan 1870 tarihli fermandan sonra, bu ahşap kilisenin hem Bulgar Kilisesi hem de Eksarhhane olarak kullanılmasının imkânsızlığı sebebi ile daha büyük bir kilisenin yapımı icap etmiştir. Eski kilise Haliç Deniz Surları’nın dışında olup, inşa edildiği yer denizin zamanla dolmasıyla oluşmuş bir alüvyon birikintisidir.

Yeni kilisenin mimari olarak atanan Hovsep Aznavur yaptığı hesaplamalarla zeminin betonarme bir binayı kaldıramayacağı ve zamanla binanın balçığa gömüleceğini ortaya koydu. Bunun üzerine binanın inşaatı için farklı bir yöntem bulunması gerektiği ortaya çıktı. Bunun üzerine dünya üzerinde yeni başlayan bir inşaat tekniği olan prefabrik yapı tekniği binanın inşaatı icin uygun görüldü. Viyana merkezli Waagner isimli firma bütün gerekli yapı elemanlarını Viyana'daki fabrikalarında üretmiş ve üretilen bu parçalar Tuna Nehri ve Karadeniz üzerinden İstanbul'a taşınarak kilisenin kurulacağı yere ulaştırılmıştır. Bütün gerekli parçaların birleştirilmesi ve iç mekân süslemelerinin bitmesinin ardından, kilisenin açılışı Eksarh Yosef tarafından 8 Eylül 1898 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Yakın zamanda büyük çaplı bir restorasyon geçiren kilise dünya üzerinde demirden yapılıp ayakta kalmış olan yegâne prefabrik kilisedir.

Kilisenin kam karşısında ise İstanbul Bulgarları için tarihi öneme sahip olan Metoh binası bulunmaktadır. Metoh binasi 19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da nüfusları 60bine ulaşan Bulgar cemaatinin ihtiyaçlarını karşılaşmak için inşaa edilmiştir. Bina zamanında Bulgar okulu, misafirhane, yurt, postane gibi görevler görmesinin yanında, zamanla yirmiye kadar çıkan ve Bulgarca basılan süreli ve süresiz gazete ve mecmuanın da basım yeri olmuştur. Çatıya yakın kısımda binayı çepeçevre dolanan Bulgarca bir kitabesi vardır. Yakın zamanda bir restorasyon geçiren binanın İstanbul Bulgarları’nın tarihinin sergileneceği bir müzeye dönüştürülmesi çalışmaları vardır.