İstanbul'un tarihi semtleri (4)
En rahat ayakkabılarımızı giyip İstanbul kazan ben kepçe diyor ve İstanbul'u semt semt gezmeye devam ediyoruz. Kaldığımız yerden devam etmeye ne dersiniz?
Taşkasap: Kıztaşı’ni arkamıza doğru alıp hızlı adımlarla
Aksaray Meydanına doğru yollanıp kalabalığa karışmadan bir hışımla trafik ışıklarından
karşıya geçiyor ve kendimizi tarihi Murad Paşa Camii’nin önünde buluyoruz. Bu
tarihi camiinin banisi olan Murad Paşa’nın Roma saraylarında başlayan hayat
hikayesine daha önceki bir yazımızda değinmiştik. Merak edenler eski yazılarımızı
karıştırabilirler. Murad Paşa Camii’nden başlayarak hemen hemen Molla Gürani
Caddesi’ne kadar olan kısım aslında adı sanı unutulmuş olan Taşkasap semtidir.
Bu semt İstanbul'un en eski semtlerinden biri olup pek çok tarihi vesikada ismi
geçmektedir. Semt 1918 Fatih Yangını’nda ciddi anlamda zarar gördü. Pek çok konağı
kule çeviren bu yangın sonrasında semt uzun yıllar afetzedelerin yaptıkları kulübe
tarzı evlerin mekânı olmuştur. 1958 senesine gelindiğinde Vatan ve Millet
Caddelerinin inşaatı için bu tarihi semtin büyük bir kısmı istimlak edilmiş ve
kalan kısımları ise diğer semtlere dahil edilmiştir.
Fındıkzade: Taşkasap semtine sadece bir taş atımı uzaklıkta
bulunan mintika 17. yüzyıl ulemasından olup boyunun kısalığından ötürü “Fındık”
diye anılan Filibe kadısı Mustafa Efendi’nin oğlu Hattat İbrâhim Efendi
babasına nispetle “Fındıkzade” namıyla şöhret bulmuş ve Fındıkzade İbrâhim
Efendi’nin konağının bulunduğu günümüz Kızılelma Caddesi mıntıkası daha sonraki
devirde Fındıkzade adi ile anılagelmiştir.
Haseki: Sırtımızı Fındıkzade'ye verip İstanbul'un kadim kara
surlarına doğru Millet Caddesi üzerinden yürümeye devam ediyoruz. Haseki bölgesi
Roma döneminde Arkadius Sütunu olarak bilinen anıt etrafında bulunan meydan yüzünden
Arkadius Forumu olarak adlandırılmaktaydı.
Bu sütun Roma İmparatorluğu zamanında Roma’da ve İstanbul'da dikilen sütunlar içinde
en yüksek olanıydı. İstanbul'un Fethi’nden sonraki zamanlarda bu meydanda kadın
kölelerin satıldığı bir cariye pazarı kurulmaya başlanmış, bu yüzden de meydana
Avrat Pazarı adi verilmiştir. Mimar Koca Sinan tarafından 1539’da inşa edilen Haseki
Hürrem Sultan Camii’ne 1550’de yine Mimar Sinan tarafından medrese, imaret,
darüşşifa’ sibyan mektebi ve çeşme eklenerek Haseki Hürrem Sultan Külliyesi’nin
oluşturulması sonrası semt Haseki olarak bilinmeye başlandı ve günümüze de bu
adla ulaştı. Haseki Hürrem Sultan Külliyesi’nin darüşşifası günümüzün Haseki
Hastanesi’nin çekirdeğini oluşturmaktadır.
Şehremini: Haseki’ye komsu olan bu semt ismini İstanbul'un fethinden
sonra hem bir kadı hem de bir nevi belediye reisi olan şehir emini görevini ifa
eden Hızır Çelebi'nin konağının burada olmasından alan tarihi Şehremini semtine
geliyoruz. İstanbul'un fethiyle hemen hemen yaşıt olan bu semtin adı zamanla
burada bulunan Çapa Tıp Fakültesi’nin bu semtte olması yüzünden arka plana itilmiş
ve Çapa ismi zamanla öne çıkmıştır. Şehremini semti Tıp Fakültesi ve daha başka
hastaneler ile bunların etrafına kümelenmiş eczaneler sebebi ile bir nevi sağlık
semti hüviyetindedir.
Altımermer : İstanbul'da ismi unutulmuş başka bir semt ismi
de Altımermer’dir. Semt Şehremini ve Kocamustafapaşa arasında yer almaktadır.
Bu semtin tarihi İmparator Konstantin zamanına kadar gitmektedir. Konstantin
zamaninda İstanbul'un kara surları bu semti dışarıda bırakacak şekilde biraz
daha doğudan geçmekteydi. Imparator Theodosius Yedikule'den Haliç'e uzanan yeni
surları yaptırmış ve bu sayede bu mıntıka komple sur içine girmiştir. Konstantin
bu semtin olduğu mıntıkaya bir sütun diktirmiş ve üzerine heykelini koydurmuştur.
Daha sonraki yıllarda başka başka imparatorlar ayni yere beş sütun daha dikip üzerine
kıymetli heykeller koydurmuşlardır. Roma zamanında buraya mermer sütunlardan ötürü
Altımermer denilmiş Osmanlılar da bu ismi korumuş ve günümüze ulaşmasını sağlamışlardır.
Evliya Çelebi'nin bölgeyi tarif ederken bu sütunlara da değinilmiş ve üzerinde
bulunan tılsımlara dikkat çekmiştir. Evliya Çelebi'ye göre birinci mermer sütun
üstünde tunçtan bir kara sinek heykeli vardı ki; zaman zaman kendinden bir
vızıltı peyda olur, İstanbul içine asla sinek girmezdi. İkinci mermer sütun
üstünde bir leylek heykeli vardı ki; rüzgâr estikçe sada çıkarır ve İstanbul'da
ne kadar leylek varsa helâk ederdi. Bu sebeple şehir içinde leylek bulunmaz,
Eyübsultanda bulunurdu. Üçüncüsü bir horoz heykeli idi ki; yirmi dört saatte bir
öter, cümle horozları ikaz ederdi. Bundan dolayı İstanbul horozları her
memlekettekilerden daha evvel uyanırlardı. Dördüncüsü bir kurt heykeli idi.
Dağlarda yaylalarda Etyemezin dar sokaklarında çobansız dolaşan hayvanları kurt
şerrinden muhafaza ederdi. Beşincisi tunçtan mamul, yekdiğerini kucaklamış bir
erkekle kadın heykeli idi. Kavga eden karı kocalar bu heykelleri kucaklasalar
derhal barışırlardı. Altıncısı ise yine mermer sütun üstünde, beli bükük bir ihtiyar
erkekle, karşısında abus yüzlü dargın bir kocakarı idi. İmtizaçları olmayan
karı kocadan biri bunları kucaklarsa hemen ayrılırlardı. Yolunuz bu semte
düşerse İstanbul'un tılsımlarını aramadan dönmeyin derim.