26 Kasım 2015

İyiyle kötünün savaşı…

Aslında hiç farkı yok bombanın patladığı yerin. Ha Kobani ha Ankara ha Paris ha Bamako ha Bayır Bucak…

Dün Beyrut'un,  Beslan'ın, Priştina'nın, Bağdat'ın, Kiev'in arasında fark olmadığı gibi.

Kör bir adanmışlıkla olanlara yalnızca kendi cephesinden bakanlar kabul etmez bunu. Haklılar. Bugüne kadar sadece kendisinden olana ağlamaya koşullandırılmış hangi göz arada bir fark olmadığını ayırt edebildi ki onlar da etsin.

At gözlüğünün sınırlarına hapsedilmiş dil, kendi aklını biçimlendiren fikirlerin, öğretilerin, ideolojilerin kalıplarıyla konuştuğundan beridir sürüyor bu tek taraflılık.

Oysa malzemesi aynı insanın zihnine takılan sorular da üç aşağı beş yukarı hep aynı.

İçlerine düşürülmüş öfkelerin, nefretlerin, kibirlerin, üstenci hallerin, ötekileştirici tavırların kurbanı olmaktan benzer sualleri gök kubbeye savurduklarının farkında değiller.

Neden ömürleri bir karabulut kasvetiyle saran kederli ölümlerin bir sonu yok?

Neden bütün bir dünya sorguya çekilse herkesin ‘karşıyım' diyeceği ölümler, sonsuz bir sahipsizliğin karanlığında kendisini tekrarlayıp duruyor?

Neden çocukların cansız bedenleri annesiz, babasız, oyunsuz, okulsuz ‘vur patlasın çal oynasın' duyarsızlıkların sabahladığı denizlerin sahillerine vuruyor, en iç yakan halleriyle?

Neden arkalarına bağlanmış çaputlar misali sürükledikleri köklerinin yüküyle kopuyor, koparılıyor insanlar topraklarından?

Neden insanın aklına gelemeyecek bütün kepazelikler, bedbahtlıklar cümle kısmetsizlikler bitmek bilmez bir inatla hep sıradan insanların bacaklarına dolanıp duruyor?

Neden lanet gidesi zaman, bazıları için her daim sonsuz ıstıraplarla dolu bir tekrar ya da aynı yerde patinaj hissiyle yaşanıyor?

Neden insanı çileden çıkarırcasına tarihin sayfalarına hep aynı tekerrürle düşüyor küçük insanların hikâyeleri?

Neden hep soluksuz, dilsiz, sessiz kalan dünyanın muhtaçları?

Neden kahırlardan kahır beğenircesine boğazında lokması dizilenler hep yoksul mahallelerin çocukları, kadınları, yaşlıları?

Neden gözlerin yaşlı, gönüllerin bilcümle kırık ve de dünyanın bütün mustarip halleri çaresizce oradan oraya itilenlerin yazgısı?

Akıllara takılıp kalan bunca suale bir cevap var elbet, yok değil.

Lakin insan, her kötülüğe kendi tarafından baktıkça ve sorulara ayak bastığı iklime göre cevap aradıkça soru-cevap dehlizinde kaybolmaya devam ediyor.

İflah olmaz kirli oyunların, kader sanılan zulümlerin, besbeter kötülüklerin yaşanmasının sebebi, her olanı kendimize siper ettiğimiz mevzilerden bakarak yorumlamaktan oysa.

Çünkü soruları da cevapları da her daim aidiyetini gururla taşıdığımız, fikirlerini paylaştığımız siyasetlerin çizdiği sınırlar belirliyor.

Ölümlere, sürgünlere, kaoslara, katliamlara ya da insan itibarını yerle bir eden bütün kötülüklere, habisliklere dair soruları siyaseten kendimizden bildiğimiz taraf maruz kaldığında soruyoruz.

İnanılmaz bir pervasızlıkla bugün kendisinden yarın öteki bellediği taraftan hayatların karartılmasının nedenini keşfedemeyenin coğrafyası soruların bombardımanından kurtulamıyor doğal olarak.

Yani inandığımız, değer verdiğimiz,  ardından gittiğimiz, kendimizi paraladığımız siyasetlerin, fikirlerin, kıymetlerin bizi ‘tek taraflı' kuşatmasına imkân vermekten kaynaklanıyor cevap aradığımız onca soru.

Dilimizde, yüreğimizde, zihnimizde kimden yanaysak o tarafa yapılanın derdine düşen bir çifte standartlığı uygulamamızdan.

Yaşanan bütün savaşlarda kendimizce türlü türlü taraflar uydurmamızda aklı, yüreği, adalet duygusunu, vicdanı teslim alan kendimize layık gördüğümüz kimlikler.

Oysa var olan bütün savaşların iki tarafı var nicedir; iyiler ve kötüler...

İnsanın yarattığı bütün düşüncelerin, ideolojilerin, değerlerin, kıymetlerin kılıcını kuşananlarla pirüpak bir vicdanın ve adalet duygusunun derdine düşenler.

Yani artık bütün kimliklerin hükümsüz ilan edildiği bir dünyada yaşıyoruz hep birlikte.

Ya kötü olacağız kötü olandan yana ya da iyi.