Kadın cinayetleri yahut ontolojik ikiyüzlülük (2)
İnsanlık temelinde eşdeğer ya da eşit olan kadın-erkek ilişkilerindeki gerilimler ne yazık ki her zaman makuliyet ile sonuçlanmıyor. Güç unsuru kendisini ortaya çıkararak zihnini kendi meşru bahanelerine kaptıran taraf diğerini burada genelde kadınlar nesneleşiyor, susturmakla meseleyi maalesef cana kıyarak çözüyor. Ne yazık ki bu olaylarda ileri sürülen bahaneler toplum içinde medeni ve adil değer yargıları töresini yürütemediği için töre cinayeti diye adlandırılarak töreye/akla/insanlığa de gölge düşürülen facialar yaşanıyor. Burada bir zihniyet problemi ve insanlık sorumluluğuna dair ontolojik bir boşluğun olduğu öncelikle görülmelidir. Bu facialar yaşandıktan sonra esasında çocuklar varsa bu çocukların geleceğinin de yok edildiği öncelikle göz önüne alınmalıdır. Baba katil anne ölü. Geride kalan akrabalar birbirine düşman olunca arkada eksik büyüyen ya da tamamen kaybedilen çocuklar bırakıldığının farkında mıyız? Senin anne şöyleymiş de ölmüş denilerek akran zorbalığına maruz kalan bir çocuğu hiç düşündük mü?
Bu
cinayetler konusunda eğitimsizliği öne sürmek pek makul görünmüyor. Daha önce temas ettiğimiz ontolojik iki
yüzlülük ve bahaneler nedeniyle cinayetin işlenmesi noktasında eğitimsizlik pek
öne çıkan bir sebep olmasa da cahillik yani konuya dair adil ve gerçekçi bir
vicdan taşıma, sorumluluğun ortaklığı; yaratılışın kadın-erkek ayrımından önce
insan olarak mesuliyet yüklediği farkındalığının birey ve toplumda yitirilmesi konuya
daha derin bir vicdan, akıl ve bilgi alanından bakılması gerektiğini söz konusu
kılıyor. Konu diploma değil hakikat bilgisinde ve farkındalığından mahrum olmak
gibi görünüyor.
Bu
cinayetlerde daha çok aldatma ve terk edilmeye dair bahaneler ve burada gücün
baskın çıktığı tarafın dediğinin olması söz konusu oluyor. Toplum bu konuda
erkeğe pozitif bir yanlış algı ile bakınca bu durum daha da karmaşık bir hal
alıyor. Maddi zorluklar ve eziklik duygusunu tetikleyincede bu duygu ne yazık
ki cinayet ile baskılanmaya çalışılıyor. Bunun kılıfı da aldatma, kıskançlık,
çok seviyordumdu abi sendromu denen cinnet halleri oluyor. Toplumun yerleşik ve
dekadans namus algısı taraflara cinsiyetçi bakınca ve erkeğin bu konuda üste
alınması durumu namus gibi toplumun temeli bir değere dair bir istismar alanı
açabiliyor. Erkeklik onuru bu durumlarda cinayeti gerektiriyor da tersi
hallerde kadınlık onuru neyi emreder? Burada ontolojik öncelik insanı görmeyi
gerektirirken taraflardan gücü yetenin diğerini perişan ettiği bir süreç ortaya
çıkıyor. Yani zulüm söz konusudur. İkiyüzlülük burada bahaneler olarak ortaya
çıkıyor ve ne yazık ki erkek tarafı için söz konusu olan hafifletici saikler
kadın için söz konusu olmak bir yana tersine işleyebiliyor.
Burada
sormamız gereken temel soru şudur; Namus cinayetine meşruluk? sağlayan namus
konusunda ontolojik adalet mesela zinaya nasıl bakar? Toplumsal ve hukuki irade
bu ölçüde hassas mıdır? Yahut toplum bu konuda adil ve vicdanlı olabilmekte
midir? Evlilikteki namus anlayışı orantısızlığı taraflardan birine gelinlikle
gidip kefenle çıkmayı söylerken diğer taraf bu konuda daha sorumsuz ve hoş
görülür bir haldedir ve bu istismar edilerek namus maskesi altında ikiyüzlülüğe
bahane üretilmekte midir? İşte burada kadın için dönülmez görülen yollar erkek
için fazlasıyla sorunsuz olabiliyor. Nafaka meselesindeki tutarsız hal diğer
yandan erkek için başka bir adil olmayan şartı doğurur gözükse de kadın
cinayetlerine yol açan süreçte bu bakış açıları kanla namus temizlemeyi meşru
kılıyor. Allah’ın bu konuda muradı nedir? Bir cana kıymak emri mi vardır.
Yaşanan bir tasvip edilemez olayda kadın-erkek sorumluluğu aynı değil midir?
Erkekler için zina şartları farklı mıdır? Burada kendimize toplum ve devlet
olarak cinayet konusu olacak bir bahanenin neye kılıf olduğunu iyi anlamak
ödevini yüklememiz gerekiyor. Burada evlenmiş ayrılmış erkek kavramı ile
evlenmiş ayrılmış kadın konusunda Allah indinde bir fark var mıdır sorusuna
toplum gerçeklerimiz hiç de öyle adil cevap veriyor gözükmüyor. Ayaklarının
altına cennet serilmiş olan kadınlar orantısız bir ontolojik iki yüzlülüğün
nesnesi haline gelmiş görünüyorlar. Kadın o bu şartlarda babasının evine döndüğünde
ya da kendi hayatına çocukları olmadan ya da çok zor şartları kabullenerek
dönmek durumunda kalıyor. Burada orantısız bir imge durumu söz konusudur. Aynı şartlardaki
erkeğin namusu sonrasında kimseyi alakadar etmez iken kadınlar nedense özel bir
baskı ve dayatma ve yaftalama ile kuşatılıyor. Çocuk doğuruyor olmak nimeti
midir bu külfeti yükleten yoksa algılardaki kaygan zemin mi? Bu durumda hayat
kadın için her türlü içinden çıkılmaz sıkıntıları maddi ve manevi olarak
dayatmaya başlayabiliyor. Mevcut şartlarda genellikle kadına ya olumsuz vaziyetlere
yol açan kocaya dayanmak ya başkasıyla malum ön yargıların gölgesinde ve
mecburiyetinde olumsuz şartlar taşıyan başka bir evlilik ya da şartları olağan
hayat rutinine uymayan işlere yönelmek gibi genellenemese de yaşanan durumlar
söz konusu oluyor. Çocukları ile kalan kadınlar için asgari ücret şartlarında
geçim, çocukların eğitimi ve sosyalleşerek sağlıklı bireyler olması konusunda
da ciddi sıkıntılar oluşturabilmektedir. Burada maksat elbette ağlak bir
kadıncılık yapmaktan ziyade insani ve çok boyutlu bir meselede olması
muhtemeller üzerinden cinayet kavramının öncesindeki muhtemellere işaret etmek
gayretidir. Feminist beklentilerin toplumdaki olumsuz algısı nedeniyle
meselenin kadıncı bakış ile cinsiyetçi bir menfezden görülmesi ne yazık ki iki
yüzlülüğün kendisini sakladığı en verimli mevzilerden birisi oluyor. Modernist
ve yerleşik değer karşıtı söylemler samimi olsalar bile bu samimiyetsizliğin
değirmenine su taşıdıklarının farkında mıdırlar?
Hülasa bu meselede Tanrı’nın kendimizleştirilip keyfimize
maske edilmesi ve bunun gelenek ve töre gibi sunulması ontolojik iki yüzlülük
dediğimiz meselenin merkezinde yer alıyor. Kendimize samimi olabiliyor muyuz?
Bir olay her zaman çok katmanlıdır ve kimi zaman kurban görünen aslında
karşısındakini kurbanlaştırmış olan gerçek fail olabilir. Meseleye cinsiyetçi
kafayla, ideolojik eski-yeni savrulamaları içerisinden, biz böyle gördük
atamızdancılıklardan sıyrılarak bakmak gerekiyor. Kanunlar bu konuda ideal ve olması
gerektiği şekilde hazırlandığı halde bile uygulayıcıların toplumdan gelen alt
yapıları yahut baskılar süreci zehirleyerek olması gerekeni önleyebiliyor.
Burada meseleye insan olmanın ortak birliği ve Allah’ın sorumluluğu kadın-erkek
gözetmeden insanlar/inanlar çerçevesinde söz konusu kıldığı unutulmamalıdır.
Namaz emri insanlaradır. Namusun korunması söz konusu ise burada tam bir
eşitlik vardır. İnsanlık haklarını bu manada gözetmek ve ontolojik
ikiyüzlülükten vazgeçmek kadın cinayetleri konusunda öncelikli dikkatimiz
olmalıdır diye düşünüyoruz. Kimse sınanmadığı şartların masumu değildir.
Kimsenin imtihanına ham gözlerle hüküm biçmemek gereklidir. Medeni bir toplum
sorunları halının altına iterek değil hak ve adalet çerçevesinde çözebilen
toplumdur. Bu bakımdan haklara cinsiyetçi yaklaşmak yerine ontolojik hikmet ve
insan olmanın onuru çerçevesinden bakma alışkanlığını kazanarak meselelere
baktığımızda bir cinayeti nasılsa öyle değerlendirmeye başlamamız mümkün
olabilecektir. Konuyu modernist kalıplara dayayıp gelenekçi olduğu düşünülen
dünya ve değerlere bağlayarak çözmeye çalışmak ne yazık ki sadece gerilimi
arttırmakta cinayetler zihniyet dünyası dönüşmediği için devam etmekte ve bir
sürü çocuk sorumlu olmadıkları bir durumun kurbanı olmaya devam etmedirler. Değilse
dünyanın en ideal kanun, yönetmelik, bürokrasi ve bakanlıklarını kursanız insan
unsuru arızalı ise bir şeyleri olması gerektiğinde yani hikmetle düşünmek ve
çözmek son derece zor olacaktır. İnancımız, töremiz, modernlik anlayışımız,
cinsiyet kavrayışımız her nerede olana mesafelenmiş, iki yüzlü ve keyfimize
göre bakıyorsak oraları düzeltmeye samimiyetle çalışmak çözüme giden doğru olda
olduğumuzu gösterecektir.
Not: Bu konudaki iki yazının
oluşmasında fikirdaşlık eden Arzu Buse Eraslan hanımefendiye müteşekkirim.
Vesselam