Kanaat ekonomisi
“El kanaatû kenzûn lâ yefnâ.[1]”
Gelişme
yolunda alıp başını gitmiş; tabiri caiz ise ipini koparmış bir dünyada, nasıl
da modası geçmiş bir söz, bitip tükenmiş bir devrin özeti, yakılıp yıkılmış,
yok edilmiş bir medeniyettin külleri arasında her nasılsa tamamen yanmamış ve
hâlâ okunan bir serlevha olarak duruyor: “Kanaat tükenmez bir hazinedir.”
İşte bu serlevha bile, temel değerlerimize ve müktesebatımıza dair yanan, yakılan, yok edilen ne varsa yeniden
onarıp imar edecek kudreti haizdir.
Dillere
pelesenk olmuş bir laf var: “Üretim Ekonomisi” herkesin ağzında
bu laf dolaşıyor. İktidarın, muhalefetin, İslamcıların, Muhafazakârların, Solcuların,
Milliyetçilerin, Ulusalcıların… Suya sabuna dokunmaz apolitiklerin, sofilerin,
okumuşların, okumamışların kısaca herkesin dilinde: “Üretim şart, üretim olmazsa
olmaz!” sözü, tıpkı “Eğitim şart!” lafı gibi.
Tanzimat
döneminde elimize üç bayrak tutuşturulup meydana salınmıştık: “Hürriyet,
uhuvvet, müsavat[2]”
cümbüş bitip yerimize döndüğümüzde Devlet-i Âliye’yi yerinde bulamamıştık. Ne
kadar da alayişli, gönül çelici kavramlarla ayartılmıştık. Mesela: “Uhuvvet!”
Kardeşlik demek, kardeşliğe kim itiraz edebilir ki? Ama kardeşlik kavramı
üzerinden, “öz yurdumuzda parya”
edileceğimizi kim hesap edebilirdi ki?(!) Kardeşlik sloganları ile devletin
sahibi bir milletin, yani “Beraya”nın
Gayr-ı Müslim “Teb’a” seviyesine-
hatta daha altına- tenzil edildiğini anlı şanlı entelijansiyamız nasıl bilebilsindi
ki?(!) Elimizdeki devleti, tebaamıza kardeşlik nutuklarıyla teslim ediverdik.
Sonra hep birlikte Devlet-i Âliye’yi kardeşçe üleşip(!) bozuk para gibi
harcadık.
Her nedense,
her yerde temcit pilavı gibi ortaya gelen “üretim ekonomisi” retoriği, bana
yukarıda yazdıklarımı düşündürttü. Aslında, bizde “Islahat” “Tanzimat”
ve benzeri süreçleri doğuran şey tam da üretim meselesidir. Sürekli oraya
dönüyorum ama içinde yaşadığımız çağı doğuran sürecin bidayetini anlamak için bunu
zorunlu hissediyorum. Yani coğrafi keşifleri, sömürgecilik faaliyetlerini ve o
vesileyle oluşan büyük serveti, o servetin tazyikiyle ortaya çıkan devasa üretim
vasıtalarını ve onların tahrik ettiği/dayattığı sürecin bu âleme neler ettiğini
anlamadan meseleyi doğru kavramak imkânı yoktur.
O gün bunlar
hiçbir şekilde tartışılmadı. Haramilikten devşirilmiş serveti ve o servetin
gayrı meşru çocuğu olan makinaların sahiplerince tasarlanan yeni düzeni, herkes
“ilerleme”
kabul edip ne idüğünü sorgulamadı. Hadi diyelim ki, o zaman olan bitenin ne
anlama geldiğini, şarapnel ile bir uzvu kopmuş adamın, hadisenin sıcaklığı ile
durumunu fark edememesi gibi, o günün bürokrasisi, uleması ve aydınları fark
edemediler. Peki, aradan 200-300 yıl geçmişken ve sürecin her alanda insanlığı
baş aşağı yuvarladığı ortadayken, bu üretim mevzunun tartışılmaması, tartışmak
bir yana neredeyse kutsanmasına ne demeli?
Devasa
üretim vasıtalarını elinde tutanlar, ürettiklerini sorgusuz sualsiz tüketelim
diye, sürekli olarak yaşam tarzlarımız üzerinde operasyonlar yaptılar.
Geleneklerimizi, kültürümüzü, alışkanlıklarımızı değiştirdiler. Yaşam tarzımızı,
ürettikleri ürünlerin tüketilme imkânı bulacağı şekilde değiştirmek için din,
iman, anane, örf ne varsa el atıp ya yok etti ya da tanınmaz hale getirdiler.
Hiç kimse,
neden bu kadar çok ve çeşitli tüketmemiz gerektiğini sorgulamıyor. Neden
tüketmek zorundayız? Diyeceksiniz ki “Eğer tüketmez isek nasıl yaşayacağız?”
Peki, yaşamak için mi tüketiyoruz, yoksa üretim tekelini elinde tutanların
doymak bilmeyen iştihasını tatmin için mi? Her gün yenisi piyasaya sürülen,
sürekli değiştirilip çeşitlendirilen ürünlerin nesnesi/oyuncağı mıyız? Yoksa “tüketici”
tesmiye edilerek tüketilen hepimiz miyiz? Bir düşünün derim.
Düşünün;
para biriktirdiniz, ya da biriktirdiğiniz para yeterli gelmedi, bir
finansör/banka/tefecinin kapısına gidip borçlanarak araba satın aldınız. Çok
mutlu oldunuz; rengini, tipini, özelliklerini çok beğendiniz. Söyler misiniz,
ne kadar sürecek mutluluğunuz? Az sonra aynı marka yeni bir model sürecek
piyasaya, bir sürü yeni özellik sayacak, size, bu yeni modelin konforunu
yakalayarak mutluluğa erişebileceğinizi telkin edecek. Aynı şey aldığınız ev,
her hangi bir ev eşyası ya da kıyafet için de geçerli. Zamanımızı, emeğimizi
yani hayatımızı harcayarak aldığımız ürünlerin oyuncağı olduğumuzun farkında mıyız?
Ev aldınız,
dayayıp döşediniz. Aradan daha birkaç yıl geçmeden evinizdeki seramikten,
lavaboya, dolaptan tezgâha, kullandığınız sergi ve tefrişata her şey demode
oldu. Ya yeni bir daire almanız gerekecek ya da yüklü bir para harcayarak
esaslı bir tadilata girişeceksiniz. Zira değişimin mutlaklığına inandırılmış
birer zavallısınız. Size o nesnenin/eşyanın güzel olduğunu söylemişlerdi, bugün
onun değil bir başkasının güzel olduğunu söylüyorlar. İnanmamaktan başka
seçeneğiniz var mı?
Güzel nedir?
Sizin bir güzeliniz var mı? Tabii ki yok. Hâkim retorik neye iyi ve güzel
diyorsa sizin güzeliniz odur. Çünkü siz, biz hepimiz üretim ekonomisi uğruna
kadim yurdundan gurbete sürülmüş bedbahtlarız. Kavramlarımızı, yani düşünce
anahtarlarımızı yitirdik. Ödünç kavramlarla/anahtarlarla kör-sağır kapılarda
ömür tüketiyoruz. Tüketerek mutlu
olacağımıza inandırıldık. Üretim kartellerini doyurmak için hepimiz suiistimal
ediliyoruz.
İnsanlık
sürekli ayartılıyor, tüketim iştihası azdırılıyor. Sürekli tüketim telkinine ve
uyarıcılara maruz kalan insanlık adeta cinnet geçiriyor. Finans sektörü üretim
kartellerinin suç ortağıdır. Onlar, ayarttıkları, kamçıladıkları tüketicilerin,
ellerinde yeterince tüketim imkânı bulunmadığından, kanaate yönelmesine mani
olmak için borç veriyorlar. Yeter ki kimse elindekiyle yetinmeyi, aza kanaat
etmeyi aklına getirmesin.
Modernitenin
oyuncağı olmuş insan yersiz, yurtsuzdur. Onun sahip olduğu hiçbir varlık, eşya
gelecek kuşaklara yadigâr/miras kalamaz. O, artık, birkaç yılda çöp olan
nesnelerin oyuncağıdır.
Yıllar evvel,
bir arkadaşımızın ısrarı üzerine, Pendik Ada Tesisleri’nde bir toplantıya
gittik. Toplantının tertipçileri, Pendik’in en önde gelen muhafazakâr kitap
evinin sahipleri idi. Projeksiyon cihazı beyaz perdeye bir takım görüntüler
yansıtıyor, konuşmacı hararetle anlatıyordu: “Sizi sisteme üye yapıyoruz, elli
adet kart dağıtma hakkı veriyoruz, sizin kart dağıttığınız kişiler de ellişer
adet harcama kartı dağıtıyor. Sizin vesilenizle kart dağıtılan kimseler üye
işyerlerinden alışveriş yaptıkça siz para kazanıyorsunuz. Sistemdekiler
harcadıkça zincirin ilk halkası daha çok kazanıyor.”
Beyaz perdede
lüks arabalar, villalar ve 5 yıldızlı tatil mekânlarının görüntüleri eşliğinde
“Harcadıkça
kazanıyorsunuz!” sloganı dönüyordu. Ben yerimden kalkarak arkadaşım
Mehmet’e döndüm. “Mehmet, ben yansıtıcıyı kırayım sen de perdeyi devir, herkes tüketin
diyor, hiç kanaat edin, israf etmeyin, az tüketin diyen yok!” dedim. Sunumu
yapan zatın şaşkın bakışları ile buz kesen ortamı terk ettik.
Bir Kur’an
kavramı olan “İktisad”ı anlamadan, “üretim ekonomisi” söylemini
sahiplenip bir çözüm gibi sunmak fevkalade yanlıştır. İktisat, her şeyin olması
gerektiği ölçüde, kararında olması, hiçbir yönde aşırıya gitmemesi manasına
gelir. Kur’an-ı Kerim, Hazreti Peygamber (sav)’in ümmeti için “ümmetun
muktesidetun” yani “iktisatçı ümmet” tabirini kullanır.
İktisatçı olmak iktisat fakültesi mezunlarının unvanı değildir. Her Müslümanın
iktisatçı olması Kitap’ın emridir. Allah cc. kendi yolu için: “Kast-us
sebil” der, iktisat ile aynı köktendir. İktisat kavramını anlamadan,
üretim ekonomisi retoriğine sarılmak, kapitalizmin sosyal tabanını değiştirmeyi
çözüm saymak manasına gelir. Yani kapitalist onlar mı olacak yoksa biz mi? Bu
mantığın temel sorusu budur.
Yeni
kapitalist biz olunca sorun çözülecek midir? Elbette ki hayır.
Eskiden
Anadolu’da dedeler, nineler torunlarına; ebeveynler evladına ya da büyükler
kendilerini ziyarete gelenlere “İşin gücün(e) rast (denk) gelsin!” diye
dua ederlerdi. İşte iktisat, tam da Anadolu irfanının veciz bir şekilde ifade
ettiği gibi, kişinin işinin gücüne denk gelmesi demektir. Hem ülkelerin, hem işletmeleri,
hem de kişilerin sürekli geleceği satarak tüketmesinin adet halini aldığı bir
vasatta ne kadar de devri kapanmış(!) bir yaklaşım değil mi? Siz “demode” de
diyebilirsiniz.
Sözü, milletimizin
hakikati özümsemiş gönlünün o güzel dileğiyle sona erdirelim: “İşiniz gücünüz rast(denk) gelsin!”
Vesselam!