29 Eylül 2015

Kaosun Ortadoğu'sundan

 Osmanlı sonrası Orta Doğusu'nu en iyi resmeden kavram kaostur.

Kaos bir kargaşa halini gösterir. Kırılganlık, kriz ve iflaslar kaosun hemen yanı başında onu izlerler. Tarih, Orta Doğu'da Osmanlı sonrası itildiği tarih dışı zeminde, umranın tüm renkleri bazında kaotik bir asabiye çözülmesi ve intisap bağları dağılan coğrafyanın dağılmasını anlatır.

Belçika gibi çok ulus ve kültürlü bir yer dünyanın süper merkezi olurken aynı özellikleri gösteren Lübnan kaosun merkezi olmuştur. Bu süreçte Brüksel ile Beyrut'a bakanlar bunu göreceklerdir. Hani bir tabir vardır ‘Doğunun Paris'i!' Ne demektir bu anlaşılmaz? Neden Batının Beyrut'u yoktur mesela. Olamayacak mı? Kendilik bilincimiz hangi mağarada acaba?

Modernizmin ve sömürgeciliğin getirdiği tüm felsefi, siyasi, sosyal ve kültürel etkiler coğrafyamızdaki kaosu sadece derinleştirdi. Hukuk ve insan odaklı bir rejim kurulamadı. Devlet, servet ve muvaffakiyet peşinde milyonların yılları heba edildi. O ideolojiden bu rejime savrulup durduk. Mısır, Suriye ve Irak gibi coğrafi taksimlerle ifade edilen coğrafyamızda benzer kaotik haller yaşandı, yaşanmakta.  

Tarihi süreçte coğrafyamız çok işlevsiz kaldı ve ahlakî iyilerimiz berheva oldu. İslamofobya denilen soğuk savaş sonrası stratejisi oryantalist yönetme aklının yeni bir evresi olarak ortaya çıktı.

İslam denilen özne hep negatif yüklemlerle anılmalıydı. Bu kavramın içi olumsuzlukla inşa edileceği gibi ona dair önermelerde sancılı içerikler taşımalıydı. Böylece bir yeni nazariye oluşacak ve bu tefekkür İslamofobya denilen ahlaki boşlukla İslam'ı umut vaat edemeyen, tarihe söyleyecek sözü olmayan, insana yaraşmayan ve insanlığa dairleri olamayan bir mücadele unsuru olmalıydı. 

Müslüman denilen aktüalite zaten düşünmeyi bırakalı ve kendine dairleri tarihi avuntulara emanet edeli çok olmuştu. Bölgenin tarihsel ihtilafları ve boşlukları da zaman ve mekânı yok etmek için uygun fırsatlar veriyordu. Vermese de gam değil nasılsa üretmek mümkün. Paranın önünde eğilecek bir güruh her zaman bulunurdu nasılsa.

Kültürel öz itibariyle Müslümanlar medeniyet var edemezlerdi. Bu onların içeriğinde, muhtevasında yoktu. Bu özcü ötekileştirme oryantalizmin uzun zamanlardır ektiği bir tohumdu ve istenen zihinlerde yeşermiş, meyveler vermişti.

Bu bakımdan İslamofobya'yı üretmek zihinsel olarak çok da sorun oluşturmayacaktı. Yeter ki İslam öznesi olumsuz negatif retoriklerle yan yana getirilebilsindi. Tarihi süreçte beklenen gelişme bir türlü yaşanamamıştı! bu coğrafyada.

Akl edemeyen, hayallerin meleklerini kovalayan, çöllerde dağılmış bir insan güruhuydu Müslümanlar. Kültürel açıdan gelişememiş ve eksikliklerle madun bu coğrafya oryantalizmin bile ne olduğunu bilmediği irfanını unutalı ise birkaç asır olmuştu.

İhvanın Tarihiyle Anlattığı Kaos

Mısır'da, modern zamanlar kaosu resmindeki en görünür aktörlerden birisi İhvan'dır. 1948'te Nukraşi Paşa'nın bir İhvan üyesi tarafından öldürülmesi ile yasa dışı ilan edildi. Böylece İhvan'ın inişli çıkışlı tarihinin ilk travması yaşandı. Ardından 1949'da Hasan el-Benna öldürüldü. Mısır'ın Hür Subaylar Darbesi ile (darbeler modern Orta Doğu'nun dramatik bir parçasıdır) başa gelen Nasır idaresindeki yılları küresel güçler ile bölgesel dengeler kaosunda Mısır'ın savrulma yıllarıdır. Bu süreçte İhvan da gelişmelerden pay alır.

Nasır önceleri kendi düzenini yerleştirmek adına uzlaşmacı ve paylaşımcı bir üslubu benimser. 1949'ta Hasan el-Benna'ya suikastın arka planı araştırılır, dört asker suçlu bulunur. 1953'te tüm siyasi oluşumlar ortadan kalkarken İhvan bundan azade tutulur. Buna karşılık olarak ise ihvan tarihi hatalarından birini yaparak Nasır'ın otoriterleşmesi ve güç toplamasına ses çıkarmaz. İhvan bir kere daha siyasetle yakınlaşmasının bedelini ödemenin arifesindedir. Çok geçmeden ilişkiler yıpranır ve İhvan, bugünküne benzer şekilde, İngilizlerle işbirliği yapmak, silahlı bir yapıya sahip olmak ve hükümeti devirmeye çalışmak suçlamalarıyla 1954'te bir kere daha fesh edildi. Orta Doğu'da yaşanan klasik siyasi tekfir hadisesi ile bir sosyal tabanlı grup imha edilmeye başlanacaktı.

Naısr'ın İhvan muhalefetinin sebepleri olarak toplumdaki tüm alternatif güç odaklarını imha ve gücü kendinde toplamak ihtirası ile Arap odaklı bir milliyetçi politikaya İslami bir muhalefet istememesiydi. Bu süreçte Nasır bir itibarsızlaştırma ve baskı politikası uyguladı. Komünistlerle, Siyonistlerle ve İngiltere'yle gizli işbirliği ithamıyla İhvan'ın ensesinde boza pişirilmekteydi.

1954'te düzenlenen bir suikast neticesinde Nasır, İhvan'a karşı sertleşmenin esas bahanesini de bulmuştu: Kendisine darbe planlayan bu grup yok edilmeliydi.

İhvan, benzer gel gitleri Sedat ve Mübarek ile vaki yakınlaşmalarda da yaşadı. Görülen o idi ki, İhvan benzeri sosyal tabanlı yapılar siyasetle yan yana olamıyordu. Bunun son tezahürü ise Arap Baharı sonrası yaşanan süreçtir. Ordu ile birlikte Mübarek'i deviren İhvan nihayetinde bir kere daha ordu tarafında yaşa dışı ilan edilmiş ve zindanlarda binlerce ihvan mensubu mahkûm duruma gelmiş bulunuyor.

Şeytanlaştırılan ihvanın okulları, hastaneleri ve iş adamları baskı altına alınarak ekonomik işletmeler donduruldu,

901 ihvan üyesinin mallarına el konuldu. Binlerce İhvan üyesi başta Mursi olmak üzere mahkemelerde adaletsizce mahkûm edildiler. Bugün Nasır, Sedat ve Mübarek yok. İhvan ise Mısır'ın damarlarında akmaya devam ediyor. Bir ülkenin damarlarında akanı söküp atmak için ordular ve hâkimlerden daha fazlasına ihtiyaç olduğu aşikârdır. Zalimin gücü de hükmü de yok olmaya mahkûmdur.

Otoriterleşmenin doğası ve eylemleri her zaman benzer tezahürler ile coğrafyamızın değişik köşelerinde gezinip durdu ve duruyor. Mısır ve İhvan tecrübesinin gösterdiği bu manzara Orta Doğu'nun makûs değişmezlerine dair hazin bir tablo sunar. Bu, otoriterler için kolay yönetim küreseller içinse rahat yönetilir bir Orta Doğu demektir. Hukuk ve insan odağını kaybeden moda tabirle demokrasi özünü yitiren yapıların çevreyle ilişkileri kaçınılmaz bir şekilde kaotikleşmektedir. Orta Doğu kaosundan Mısır derslerinden biri de bu olmalıdır.

Suriye'de Diktanın Kurumsallaşması

Suriye'de bugün yaşanan kaosun mimarlarından birisi Hafız Esed'dir. Onun Nusayri azınlığa dayanarak kurduğu düzen bugün Suriye'deki alt üst oluşun esasını teşkil eder. Sömürge sonrası Suriye'de yaşanan darbeler sürecinin bir parçası olan baba Esed, Sünni çoğunluğa karşı orduda Savunma Bakanlığı vesilesi ile önemli bir yapılanma gerçekleştirmiş ve darbeye zemin oluşturacak kadrolar bu sayede oluşmuştur.

Esed için diğer bir güç kaynağı ise Baas ideolojisi olmuştur. Bu sayede ülke içinde yayılma ve egemenliğini genişletme imkânı bulmuştur.

Esed'in diğer bir dayanağı ise istihbarat (el-muhaberat) olacaktır. Orta Doğu'nun asker veya istihbarat destekli otoriterlik tarihinde bir yenisi Suriye'de ordu-istihbarat destekli Baas rejimi olarak ortaya çıktı. Lakin bu güç ülkeyi ve halkı yüceltici değil bastırıcı ve kontrol edici bir içerikteydi.

Silahlı gücü ve bürokrasiyi yandaşlarıyla dolduran Esed, nihayet el-muhaberat vasıtasıyla bütün muhalif seslere saldırıp yok etmeye çalışmıştır. Dikta, Suriye'de bu şekilde kurumsallaşmış ve Fransız işgali sonrasında varılan nokta Esed'in Baasçı diktası olmuştur. Orta Doğu'nun tipi alt örgütçü intisap mantığıyla devlette hâkim konuma geçen yapılar pek çok diğer örnekte benzer şekillerde gelişti. Nasır'ın İhvan muhalefetine gösterdiği şedid yaklaşım Suriye'de farklı bir tezahür ile yaşanmaktaydı.

Kaos önlenemez bir şekilde kendi kurallarıyla gelişiyordu. Otoriterleşme kaosu oryantalist ezberlere zil çaldırır bir hızla Suriye'yi de yutmuştu. Çürüyen bürokrasi, muhaberatçı bir devlet mekanizması, yolsuzluklar cenderesinde eşitsizlikler sarmalındaki ülkede hukukun ve insanın esamesi okunamaz oldu. Bu durum, bir potansiyel olarak coğrafyamızın doğasında gezinmektedir. Nerede ne zaman hangi yüzle ortaya çıkacağı da meçhuldür.

Mısır ve Suriye tecrübeleri, Orta Doğu'da, otoriterleşmeyle eş zamanlı olarak yaşanan geri kalmışlığın tarihini gösterir. İdeolojik ve güvenlikçi politikalara sığınan yönetimler mevhum düşmanlarla halkı oyalayıp varlıklarını sürdürdüler. Demokrasi ise sadece vaadlerde asılı kalan bir ütopya oldu. Mesuliyet ve ahlak şuuru yitik idareler milletlerin yıllarını yok ettiler.

Merhum Nurettin Topçu'nun ifadeleriyle “Devlet fikri, mesuliyet fikrinden ayrılmaz. Devlette mesuliyet ise, hâkim olunan zümreye verdiği söz demektir. Demokrasi, hâkimiyetin bütün millete yayılması ve devlet iradesinin milletin her ferdi tarafından kullanılması demektir. Demokraside bütün fertler mesuliyet kazanmıştır.

Millet kuvvetinin hükümeti kontrol edemeyecek derece zayıf oluşu, hükümetin ne şekil altından olursa olsun, istibdadına yol açar, halka esaret başlar.” Orta Doğu'ya dair verilen Mısır ve Suriye hikâyesinin esasını özetleyen bu tahlil aslında büyük bir medeniyetin çöküntüleri arasında duyulan bir vicdan ve ızdırabın sesidir.

Sonuçta, medeniyet iddiasını yitirmiş, tarih dışına atılmış ve yok mesabesinde yığınların yaşadığı ülkeler ve devletler mecmuası tarihte yerini almıştır. Modern zamanların batı güdümlü doğusunun hikâyesinde daha çok macera var lakin bu kadarı anlayana yeter.

Bir zamanların medeniyet var eden doğusu şimdi kaos üretiyor. Kutadgu Bilig müellifinin tabiriyle, “Müslümanlar karıştı, birbirlerinin etlerini yiyorlar; kâfirler ise, tam bir huzur içinde yaşıyorlar.

Müslümanın malı çalındı, yapma edildi; haramı helalden ayıran ve buna riayet eden nerede. Fesad ve fısk o kadar sesini yükseltti ki, insan geceleri uyuyamıyor.” Uzlaşamayanların yolu kaosa çıkar; İbn Haldun çağrısına kulak vermenin vakti gelmedi mi?

Anlayana tarih pek çok şey söyler, anlamayana ise sivrisinek saz…