Kemalist cumhuriyet "mağlûbiyet ideolojisidir"
Saltanat ve Monarşi taraftarı değiliz. Millet değerlerimizle uyuşan millî bir Cumhuriyet sisteminden yanayız elbet. Kemalist ideolojisinin Türkiye’ye dar gelmeye başladığı şu günlerde Atatürkçü Cumhuriyet rejiminin Müslüman Türk milletinin temel değerleriyle uyuşmadığını anlamak için Türkçenin hasbî müdafîi D. Mehmet Doğan’ın Kemalist Cumhuriyet târihinin surlarında gedik açan, Millî Mücadele’ye dair resmî tarih bilgileri yerine gerçeğini anlatan “Mağlûbiyet İdeolojisinin Sonu” (Yazar Yayınları) adlı kitabına müracaat etmek lâzım.
Kemalist şeflerin Millî Mücadele’de
dâva arkadaşı oldukları, fakat kurulacak olan Cumhuriyetin ilkelerinde anlaşamadıkları
Kâzım Karabekir gibi bâzı paşaları mertçe olmayan usûllerle tasfiye edişleri, İstiklâl
Savaşı’nın açıklığa kavuşturulmayan yönleri, Fransa tarzı laikçi ve pozitivist cumhuriyetin
ilân ettirilişinde başta İngiltere olmak üzere dış baskılar, Türk milletinin
irfanını özünden koparan zorba “devrimlerin” karanlık yüzleri “Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu” nda
belgelerle anlatılmaktadır.
MİLLETİ OLMAYAN CUMHURİYET
Kemalist Tek Parti şeflerinin
Halk Fırkası’yla başlayan “Halksız Cumhuriyeti”
nasıl yerleştirmeye çalıştıklarını, “Türklük”
ve “kimlik” üzerinde yapılan içi
boşaltılmış târiflerin Müslüman Türk milletinin değerlerinden ne kadar uzak
“kurgusal” târifler olduğunu, Cumhuriyet seçkinlerinin milletsiz ulusçu bir rejim
arayışlarını, İstiklâl Harbi’nin Hint ve Pakistan Müslümanlarının nakdî ve
diplomatik destekleriyle nasıl başarıyla neticelendiğini resmî târih sansürüne
tâbi olmadan yazıyor bu kitap.
M. Kemal’in başkanlığında ilk
Meclisin açılışının özellikle Cuma gününe getirildiğini, hatm-i şerifler,
Buharî-i şerifler okutulduğunu, Hacı Bayrâm-ı Velî Câmiinde M. Kemal’in de
olduğu bir cemaatle cuma namazı kılındığını, câmiden sonra önde dinî semboller
taşıyan ulemadan kişiler olmak üzere Meclis binasına gidildiğini, M. Kemal’le vekillerin
hilafetin, vatanın ve milletin istiklâlinden başka maksat gütmeyeceklerine
yemin ettiklerini bu kitaptan etraflı bir şekilde öğreniyoruz.
İLK MECLİS’TE “MİLLET Mİ?” “ULUS MU?” TARTIŞMALARI
“Kimlik Değiştirme İnkılâbı” başlıklı yazı küllenmiş kimlik yaramıza neşter
vuruyor. Türklüğün Müslümanlıkla aynı mânaya geldiği hakikati göz ardı
edilerek, İslâm mâzisiyle zihnî irtibatı koparılmış ve laikleştirilmiş bir Türk
kimliği dayatması hâlâ açıklığa kavuşmamış bir mesele… İlk Meclis’te “millet mi?”, yoksa Fransız menşeli “laik ulus mu?” tartışmaları başlar.
Kemalistlerin “ulus” fikri tepeden inme bir şekilde resmî kavram olarak
yürürlüğe girer.
“M. KEMAL DEVLET KURUCUSU MU, CUMHURİYET KURUCUSU MU?”
Devlet ayrı, cumhuriyet ayrı
bir kavram. Devlet olmadan cumhuriyet olmaz. Kemalist solcu ve sağcı seküler
milliyetçi cenahın hiç yanaşmadığı bir mevzu olan “M. Kemal devlet kurucusu mu, yoksa cumhuriyet kurucusu mu?” meselesine
ilk kez bu kitap temas ediyor. Ve anlıyoruz ki M. Kemal devlet kurucusu değil,
Osmanlı Devleti bakayası olan laikçi ve pozitivist bir cumhuriyet rejiminin
kurucusudur. M. Kemal’in “kurtarıcı”, Vahdettin’in “hain” edilmesinin ideolojik
arka plânını sarahatle gün ışığına çıkarıyor adı geçen kitap. Yakın tarihin
hakikatlerini cesur bir şekilde işleyen kitabın Kemalist rejimin çekmeye cesaret
edilememiş çivilerinin çekilebileceği şuurunu da verdiğini belirtelim.
KURTULUŞ SAVAŞI MI, MİLLÎ MÜCADELE Mİ?
“Millî Mücadele, Çılgın Türklerin değil, gâzi ve şehit
Türklerin savaşı” dır diyen ve
Kemalist târih ezberlerimizi bozan kitaptan hülâsa ettiğimiz aşağıdaki satırlar
resmî tarihin temel kavramları ve hâdiseleri zihinlerimize hiç de doğru
yerleştirmediğini anlatıyor: “1919-1923
arası dönem zamanında Millî Mücadele,
Millî Mücahede, Millî Cidâl ve İstiklâl
Harbi gibi isimlerle anılmıştır. Sonradan bu isimlendirmeler bir kenara
bırakılarak Kurtuluş Savaşı adlandırması öne çıkarılmıştır.” Atatürkçü resmî
târihin zihinlerimize yanlış naklettiği kavram ve isimlendirmeler o kadar çok
ki:
“KURTULUŞ SAVAŞI” DEĞİL, “İSTİKLÂL SAVAŞI’DIR”
“Türkiye’nin 1918-1922
dönemi, ‘kurtuluş savaşı’ olarak adlandırılabilir mi? Sömürgeleştirilmiş
ülkelere mahsus bu tarz bir mücadele veya savaş Türkiye’de cereyan etmiş midir?
1918’den sonra Türkiye sömürgeleştirilmemiş; fakat müstakilliği zedelenecek
şekilde müdahalelere maruz kalmıştır. Bu yüzden İstiklâl Harbi adlandırması
doğru bulunabilir. Müstakil olmak için yürütülen bu mücadele, Türkçe bakımından
kusurlu, uydurma bağımsızlık kelimesi ile ifade edilmek istenirse, ‘Bağımsızlık Savaşı’ da denilebilir.
Fakat Kurtuluş Savaşı deyimi gerçeğe tekabül eden bir adlandırma değildir.”
“HER ŞEYİN CUMHURİYET’LE BAŞLADIĞI TEZİ”
Adı geçen kitabın “Cehaleti Tahsil Etmek” başlığını
taşıyan yazı “Her şeyin Cumhuriyet’le
başlamadığını” ispat ediyor. Cumhuriyetçi aydınlar bir nas gibi inandıkları
Kemalizm’i Cumhuriyetle aynı görmenin cehaleti içindedirler. Cumhuriyet, M.
Kemal Paşa olmasaydı bile, Millî Mücadele’nin öncüleri olan birçok paşanın ve
Mehmed Âkif, Hüseyin Avni Ulaş, Ali Şükrü Bey gibi münevveranın fikriydi ve
muhtevası farklıydı. Yâni Cumhuriyeti yalnızca M. Kemal düşünmüş değildir. Her
güzel ve erdemli hareketin Cumhuriyetle başlamadığı gibi, Cumhuriyetin erdemli
olanı da illa ki Kemalist önderlerin kurduğu Cumhuriyet değildir. İnkılâp Târihi
Dersleri’nin kurbanı olan en az üç neslin zihnî selâmeti için şu satırlar
donmuş idrakleri açıcı fikirler veriyor:
“Her şeyin Cumhuriyet’le
(...) başladığı tezi, yeni olmamakla beraber, tek parti iktidarının ve
rejiminin hayli uzakta kaldığı 21. yüzyılda öne sürülmesi bir çağ yanılması
(anakronizm) tesiri uyandırıyor. Türkiye’nin gündemine bir emekli subay
derneğinin yöneticisinin beyanatı olarak giren, her şeyin Cumhuriyet’le başladığı,
hatta ordunun Cumhuriyet’le kurulduğu görüşü fazla tartışılmadan unutulup
gitti. Bu primitif, mantıktan, muhakemeden, akıl ilkelerinin sınamasından
yoksun görüşlerin zaman zaman ortaya çıkması, inanç düzleminde, dogmatik bir
tarzda savunulması, her şeyden önce Türkiye’nin yakın tarihinin çok az veya hiç
bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki bu bilmeme, yani cehalet de
tahsil ile elde edilmektedir! Bugünkü öğretim sisteminin belkemiği olan
ideolojikleştirme, câhilleştirmeyi sistemli hâle getirmektedir. Türkiye’de
ilköğretimden yükseköğretimin sonuna kadar okutulan inkılâp tarihi dersleri,
kapsadığı dönemin gerçek anlamda bilinmesi yerine, hurafevî bir şekilde
öğretilerek bilinmemesini sağlıyor. Bu yüzden, çok yüksek bürokratik ve hattâ
ilmî mevkilere yükselmiş kişiler dahi böylesine câhilane görüşler ortaya
atabiliyor.”
Kemalist târih tezinin yalanlarının
en meşhurlarından olan “Bandırma Vapuru” ve M. Kemal’in Samsun’a kendi başına
çıkması yalanlarını Atatürkçü güruh hâlen söylemeye devam ettiği aşikâr. Bu
fahiş çarpıtma hakkında adı geçen kitap yüreğimizi soğutuyor: “Mustafa Kemal
Paşa’nın sırf kendi kararıyla Samsun’a çıktığı veya padişahı kandırarak
–atlatarak Anadolu’ya geçtiği, İngilizlerin durumdan haberdar olmadığı, olsa
engel olacağı gibi ucuzundan kovalamacalı ‘Bandırma Vapuru’ senaryoları
gerçekmişçesine piyasa sürülmüştür.” Hülâsa olarak; bu hâdise bütünüyle yalan
ve ideolojik bir kurmaca. M. Kemal, Vahdettin’le görüşmüş, onun ahbaplığını
kazanmış. Ona, “kulları Mustafa imzası ile bağlı olduğunu” bildiren birkaç
mektubu mevcut.
“TÜRKLÜK SADECE ETNİK BİR AİDİYET Mİ?”
Yıllardır çeşitli fikir
gruplarınca tartışılan “Türklük Sadece
Etnik Bir Aidiyet mi?” sorusunun cevabını yerli yerince verilmiş değildir.
Birkaç istisna fikir adamı dışında, Türklüğe dair yapılan târifler seküler ve
eklektikti. Atatürkçü güruhun “ulusalcılık” altında dayattığı sun’î bir Türklük
târifinin bâzı milliyetçi çevrelerde hâlâ esas alınması vahimdir. Bu meselenin
vuzuha kavuşmuş târifini adı geçen kitap da tam mânasıyla yapmış:
“Türklük, sadece etnik bir aidiyet olsaydı, onu modern
bir sentetik millî kimliğe dönüştürmek mümkün olabilirdi. Oysa Türklük, sadece
etnik aidiyet değildir. Tarih boyunca çeşitli coğrafyalardan geçip gelmiş,
Anadolu’dan batıya yönelmiş; fakat son asırda, olayların sevkiyle dalga dalga
göçlerle tekrar ana topraklarda cem olmuş bir topluluğun kimliğini etnik
tanımlamalarla oluşturmak imkânsızdır. Bir Türk, birçok şey olabilir; fakat
bunlar onun Müslümanlığını ortadan kaldırmaz. Aidiyet unsurları içinde esas olan
Müslümanlıktır. Müslüman olmayan veya Müslümanlığa karşı olan bir Türk ve
Türkiyeli kimliğinin oluşmasının ve genelleşerek yerleşme şansının olmadığını,
Cumhuriyet’ten seksen küsur yıl sonra daha iyi görebiliyoruz. Cumhuriyet’in ilk
döneminde açıkça bir kimlik değiştirme programı uygulanmıştır. Dini dışlayan bu
değişim projesi, öncelikle dinin alanını daraltmıştır. Dîni, devletle birlikte
düşünmeye alışmış ve ‘dîn ü devlet’, mülk ü millet’ ibaresini şiarlaştırmış
olan Türkler, dinle devletin ayrılmasından sonra da dar bir kesim hâriç, dinden
uzaklaşmadılar...”
KEMALİST CUMHURİYET ORGANİK MİLLET VARLIĞINI YOK SAYDI
İçinde yaşadığımız Atatürkçü
Cumhuriyetle ilgili meselelerin şahdamarına parmak basan “Mağlûbiyet İdeolojisi Son Perdeyi Oynuyor” başlığı altında
yazılanlar Kemalist rejiminin bize ağyar olan “niteliklerini” bir kez daha ortaya
çıkarıyor: “Türkiye’nin 1990 sonrasında yaşadıkları, eski kabullerin
yıprandığını ve hatta çürüdüğünü; bu sebeple yeni ve köklü toplumsal kabuller
üzerine bir yapı oluşturmak gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. (...)
Türkiye’nin binlerce yıl içinde oluşmuş tabiî / organik millet varlığını yok
saymak, halkın yazıya geçirilmese de zihninde, şuur altında duran meşruiyet
temellerini reddetmek, günümüzde tam bir mağlubiyet ideolojisinin mümkün
olabilecek en iyi ideoloji olduğu, hatta gerçek galibiyet ideolojisi olduğu
yönündeki fikirler sistematik eğitim programlarıyla, yayınlarla ve onları
destekleyen ritüeller yoluyla tebliğ ve telkin edilmektedir.”
KEMALİST CUMHURİYETİN SONU MU?
Askerî ve sivil Kemalist
bürokrasinin “derin” imkânları, Anıtkabir törenlerinin sürmesi, Atatürkçü
İnkılâp Tarihi kitaplarının varlığı, Anayasa’nın bâzı maddelerinin
dokunulmazlığı göz önüne alındığında Kemalist Cumhuriyetin sonunun gelip
gelmediğini kestirmek zor. “Mağlûbiyet İdeolojisi” olduğunu kavramak bile
önemli bir merhale… Şuurumuzu artıran bu kitabın yazarının şu ifadelerini
ufukta fecir pırıltıları olarak okumak gerek:
“Mağlûbiyet ideolojisinin
sonu, bir anlamda Türkiye’nin yakın tarihini doğru okuma kılavuzu mahiyetinde
bir kitap. Tarihsizleştirilmiş bir halkın kimlik ve aidiyet arayışının seyir
defteri bir yönüyle de. Resmî tanımlamaların temelsizlikleri ve bu temelsizlikten
kaynaklanan yetersizlikleri derin bir kimlik bunalımı meydana getiriyor.
Aidiyetle meşruiyet arasındaki açıklık hiçbir ülkede Türkiye ölçüsünde
değildir. 20. yüzyılın başındaki şartların dayattığı kavramlaştırmalarla 21.
yüzyılın dünyasında ayakta kalmanın imkânı yoktur. Bu yüzden, günümüzde savaş
sonrası ideolojisi ancak skolastik düzeyde savunulabiliyor. Onu da içinde
barındıran mağlûbiyet ideolojisi ise artık Türkiye için tasarlanmış savaş
sonrası ideolojisini destekleyecek güçten mahrumdur. Esasında bu korkulacak bir
durum değil. Her son bir başlangıç müjdeler. Ayağa kalkmanın, kendi ayakları
üzerinde durmanın tam zamanıdır.” (ilbeyali@hotmail.com)