Kemalizmin 'Târih Tezi' ve 'Güneş-Dil Teorisi' hurâfeleri (100)
“Eski kadınların ‘sağa, nağa, niği’ tekerlemelerinden daha vahşî bir nesneye, resmî devlet ve mekteb lisânı pâyesi verildi”
“Fakat ne hâdisenin millî varlığımıza tevcih
edilen hakaret ve suikast tarafı tam anlaşılabildi, ne de bu bahiste erkekçe ve
insanca tek bir aksülâmel gösterilebildi. Alelusûl ve daha binlerce millî
kıymetle bir arada, lisan ırzımıza da, sükûtî rızamız karşısında apaçık tecavüz
edildi. Eski kadınların (sağa, nağa, niği) tekerlemelerinden daha vahşi bir
nesneye, resmî devlet ve mektep lisanı payesi verilmek ve koskoca milletin şu
kadar asırlık, mevcut ve mahfuz ana dili yok edilmek istendi. Evet, sadece bedahet
ifade eden bu dâva üzerinde, felâketin derecesini teşrihten fazla tek kelime
söylemeyi ve lüzumsuz ilim gayretlerine kalkmayı bile zait addederim. Hızla
neticeye gelelim:
“Hük̃ûmetin, dil mes’elesini ön pl̃ana alması l̃âzımdır”
“Hükûmetin, dil meselesini ön plâna alması
lâzımdır. Bu işin diğer önemli meseleler
kadar, hattâ onlardan daha hayatî mânası vardır. [Muharrir, bu cümlede, mahsûs
-alay olsun diye- mühim karşılığı uydurulan “önemli” kelimesini kullanmıştır.]
Yeni Türkçe, yeni terim yüzünden okur yazar babalar, analar, çocuklariyle ders
müzakere edemez oldular. Yeni terimleri babalarına soran çocuklar, onlardan
cevap alamıyorlar. Bu yüzden sınıfta kalıyorlar. Ve çocuklar, babalarının ve
analarının cehilleriyle alay ediyorlar!
(Büyük Doğu, 6. yıl,
sayı: 25, 8 Eylûl 1950, s. 14; devâmı s. 15’te)
“Eski kadınların ‘sağa, nağa,
niği’ tekerlemelerinden daha vahşî bir nesneye, resmî devlet ve mekteb lisânı
pâyesi verildi”…
***
“Başka bir nokta daha var: Millî Eğitim
Bakanlığı, mektep kitaplarını serbest bıraktı. Programa göre istiyen mektep
kitabı yazabilecek ve istediği gibi bastıracak… Güzel amma, bu kitaplar, yine
yeni Türkçe (!) ile mi yazılacak? Ders kitaplarında yine yeni terimler mi
kullanılacak?
“Eğer böyleyse yandık! Yok böyle değilse,
Bakanlığın, kitaplar basılmadan evvel, lisan ve terim meselesi hakkında bir
açıklama yapması lâzımdır. Bu, zamanında yapılmazsa basılan yüz binlerce kitap
havaya gidecek demektir.
“Yeni Türkçe ve yeni terimler kalacaksa, yine
bir açıklama yapmak zarurîdir. Müellifler, muharrirler ona göre harekete
geçerler. Bu dâvayı ele almasını, Millî Eğitim Bakanından [Tevfik İleri’den]
bekliyoruz. İşin sürüncemede kalmasına tahammülü yoktur. Görülüyor ki, hayırlı
bir iş yaparken bile esası halletmekten hâlâ uzağız! Esas, esas, iş esasta!..”
(Münir Süleyman Çapanoğlu, “Dil Faciamız”, Büyük
Doğu, 6. yıl, sayı: 25, 8 Eylûl 1950, ss. 14-15)
Andersen’den bir masal
İşbu araştırmamızı Danimarkalı muharrir ve
şâir Hans Christian Andersen’in (1805-1875) bir masalına atıfta bulunarak
bitiriyoruz. Masal, hül̃âsaten şöyle:
“Bir
varmış, bir yokmuş… Uzak bir memlekette, kıyâfet delisi bir kral yaşarmış; o
derecede ki sâat̃ başı kıyâfet değiştirir ve herkesden kıyâfetleri için iltifât
beklermiş… Sarayın odalarında, sıra sıra uzanan dolablar, çeşid çeşid
elbiselerle dolup taşarmış…
“Günlerden bir gün, kralın şehrine iki hîlebâz gelmiş.
İddiâlarına nazaran, hârikul̃âde bir kumaş dokumayı biliyorlarmış. Bu öyle bir
kumaşmış ki onu herkes hayrânlıkla temâşâ edebilir, bir tek ahmaklar ile işinde
liyâkat̃sizler göremezlermiş. Krala, bu eşsiz kumaşı dokuyup ondan kendisine
muhteşem bir kıyâfet dikmeyi teklîf etmişler. Tabiî, okkalı bir ücret
karşılığında! Kral, düşünmüş, taşınmış; kimsede olmıyan böyle bir kıyâfete
sâhib olmak fikri ona pek câzib gelmiş. Üstelik, bu sûretle, etrâfındaki zekî
ve liyâkat̃li olmıyan insanları tanıyıp onlara yol verebileceğini düşünmüş. Bu
düşüncelerle, her iki hîlebâza bir servet ödemek pahasına, teklîflerini kabûl̃
etmiş. Sahte dokumacılar da, derhâl̃ işe koyulmuşlar.
“Her gün Saraydan ipek ipliği, altın ve gümüş tel
istiyor, gece gec vak̆itlere kadar çalışıyor görünüyorlarmış.
“Birkaç gün sonra, Kral, Başvekîlini onların
atölyesine gönderip dokuma işi hakkında kendisine rapor vermesini istemiş.
Başvekîl, sahte dokumacıları, iki tezg̃âhın başında, canla başla çalışır
vazıyette görmüş. Daha doğrusu, çalışıyor gibi tel̃âşlı hareketler
yapıyorlarmış. L̃âkin tezgâhlarında, ne ipek ipliği, ne altın veyâ gümüş tel,
ne de kumaş görünüyormuş! Başvekîle, ellerinde tutar gibi yapıp g̃ûyâ o âna
kadar dokudukları kumaşı göstermiş, renginin, desenlerinin hârikul̃âde
güzelliğini, dokumasının evsâfını övdükden sonra fikrini sormuşlar. Ortalıkta
kumaş fil̃ân göremiyen Başvekîl, kendinden şüpheye düşmüş, ahmak ve liyâkat̃siz
insanlar zümresine mensûb olmaktan korkarak hemen o da kumaşın let̃âfetini,
zarâfetini medhetmiye koyulmuş ve Krala da bu minvâl̃ üzere rapor vermiş…
“Kral, bir-iki gün sabrettikden sonra, aklına da,
liyâkat̃ine de güvendiği bir başka Devlet adamını, ‘dokumacılar’ı teftîşe
göndermiş. İkinci Devlet adamı da, birincisinin gördüklerini görüp aynı
korkuyle Krala müsbet rapor verince, artık Kral, atölyeye gidip kumaşı bizzât
görmek istemiş. Ne var ki o da, maiyeti de, iki Devlet adamının gördüklerinden
başka bir şey görmemişler: Yânî hiçbir şey! Görünürde, ne kumaş varmış, ne de
g̃ûyâ onu dokumakta kullanılan ipek ipliği veyâ altın, gümüş tel! Bunun üzerine
hepsini aynı korku sarmış: Ahmak veyâ liyâkat̃siz olmak! Öyle olmasa bu
hârikul̃âde kumaşı görmezler miydi? Bu korkuyle, onlar da, muhayyel kumaşa
dokunuyor gibi yaparak birbirleriyle bir övgü yarışına girmişler: Aman efendim,
bunlar ne güzel renkler, ne muhteşem desenler böyle! Kumaşın şu yumuşaklığına
bakın! Ne kadar da hafîf; sanki örümcek ağından yapılmış mübârek! Zâten, eşsiz
Kralımıza da ancak bu eşsiz kumaş yakışır!
“Birkaç gün sonra, büyük bir resmî merâsim varmış ve
tabiî, Kral, merâsime eşsiz kumaştan dikilmiş muhteşem kıyâfetiyle katılmak
istiyormuş. ‘Dokumacılar’, çalışma tempolarını arttırmışlar: Sabaha kadar
şamdanların yandığı atölyelerinde, artık hazır olan ‘kumaş’tan Kralın
ölçülerine göre bir elbise dikiyor görünüyorlarmış…
“Bir-iki günde, ‘elbise’ hazırlanmış. Kral, maiyetinin
hayrânlık nidâları arasında, ‘terziler’in elinden, eşi benzeri görülmemiş
‘elbise’sini giymiş; daha doğrusu, o da giyinir gibi yapmış…
“Velhâsıl, Kral, bütün halkın büyük bir merâkla,
heyecânla beklediği yeni ‘kıyâfet’ine bürünmüş olarak nihâyet halkın huzûruna
çıkmış… Halk, bir ân, gözlerine inanamamış: Ortalıkta donla dolaşan bir Kral
varmış! Varmış amma kim ahmak veyâ liyâkatsiz biri olmayı kendine
yakıştırabilir ki! İlk şaşkınlık ânından sonra, bütün kalabalıktan hayrânlık
nidâları yükselmiş! Herkes Kralın yeni ‘kıyâfet’i için en parlak övgü
kelimelerini bulmıya çalışıyor, Kral da, keyifle, gurûrla dolaşıyor, tebaasının
coşkun tezâhürâtına onları sel̃âmlıyarak mukâbele ediyormuş…
“Derken, kalabalığın arasından, Kralı gören bir çocuk,
haykırmış:
- Aaa! Kral, çıplak!” (David Soldi’nin 1876’da
Hachette Kitabevi tarafından neşredilen Fransızca tercümesinden uyarladık.)
(Bolu,
1.7.2021 – 16.1.2022)
- SON –