Kemalizmin 'Târih Tezi' ve 'Güneş-Dil Teorisi' hurâfeleri (74)

Elbistan civârındaki “Nurhak Dağı” isminin “Nûr-u Hakk”tan geldiği âşik̃âr değil mi?

Muhakkak ki “Güneş-Dil âlimi” İsmail Müştak Mayakon’un, Sadri Maksudi’nin îzâhatını g̃ûyâ cerh bâbında zikrettiği “Galatasaray, Ayvansaray, Bahçekapı, Kumkapı, Topkapı, Duatepe, Maltepe, Tınaztepe, Hisartepe, Kadifekale, Çanakkale, Dağkale, Rumkale, Bakırköy, Erenköy, Kadıköy, Malıköy, Sincanköy, Çankaya” gibi misâl̃leri de, yukarıdaki gibi bir târihî perspektifle tedk̆îk̆ etmek l̃âzımdır. Kaldı ki buradaki bütün misâl̃ler de birbirine mümâsil değildir. Bâzıları takısız isim tamlaması yapısındadır, belirsiz isim tamlaması mâhiyetinde olan bâzılarının da tamlanandaki ekleri düşmüştür. Mesel̃â:

Galatasaray (< Galata Sarayı), Topkapı (< Top Kapısı), Erenköy (< Eren Köyü), Kadıköy (< Kadı Köyü), Mecidiyeköy (< Mecidiye Köyü) gibi kelimelerde tamlanan eki düşmüştür. Fakat ne zaman? Acabâ Kemalist Rejimden evvel mi, sonra mı? Şu veyâ bu têsîr altında kalarak halk mı onları bu kılığa sokmuştur, yoksa bunda Kemalist Rejimin uydurma dil siyâseti mi müessir olmuştur?

Kıymetli dilcimiz Prof. Dr. Muharrem Ergin’in müşâhedesine nazaran, bu gibi Türkcenin mantığına mugâyir kullanışlar, eskiden beri, esâs îtibâriyle, ecnebî têsîriyle meydana çıkmıştır:

Öteden beri bazı yer isimlerinde görülen, son zamanlarda çok artarak semt, mülk, sokak v.s. isimlerinde şuursuzca kullanılan bu yanlış şekiller her yerde ve her zaman hemen hemen tamamiyle azlıklardan [ekalliyetlerden] gelen yabancı tesirlerden doğmuştur. Bunların bazılarında, bilhassa semt isimlerinde kısaltma duygusundan veya baştaki ismi sıfata benzetmekten ileri gelen bir kısalma, bir yıpranma da yok değildir.” (Prof. Dr. Muharrem Ergin, Türk Dil Bilgisi, İstanbul: Boğaziçi Yl., 1985, 15. baskı, s. 384)

Gâyet âşik̃âre müşâhede ettiğimiz bir vâkıa, “Dedeman Bostancı Hotel, Divan Hotel, Bekdaş Hotel, Hotel Azade, Hotel Klas, Hotel Taya Hatun, Hotel Evsen, Hotel Lalahan” gibi isimlendirmelerin “Güneş-Dil İnk̆il̃âbı”nın mîrâsı olduklarıdır ve bu hastalık öylesine kangrenleşmiştir ki Târihî Türkceye tevfîkan meselâ “Ankara Oteli” gibi bir isme artık tesâdüf edilmiyor… Kezâ, sokak isimleri… Mesel̃â Bolu’daki bütün sokak isimleri alafranga yapıdadır: “Sağlık Sokak, Çimento Sokak, Çimen Sokak, Gürgen Sokak, Rahmet Sokak”, ilh… Neyse ki Belediye, cadde, mahalle isimlendirmelerinde alafranga yapıya uymamıştır: “Sağlık Mahallesi, Alpağut Mahallesi, Tabaklar Mahallesi, Cumhuriyet Caddesi, Hürriyet Caddesi, Semerkant Caddesi”, ilh…

Acabâ “ayvansaray”, -“kervansaray” gibi- doğrudan bu kalıpta mı Farsçadan Türkceye geçmiştir, yoksa “eyvân yapısında bir saray” mânâsında Türkler mi onu böyle teşkîl etmişlerdir?

“Maltepe” ismi hakkında şu mâl̃ûmât var: “Maltepe, höyük, tümülüs gibi içinde defîne bulunan tepelere verilen addır”. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Maltepe; 24.11.2021) Buna göre, “maltepe”, bizâtihî mal mâhiyetinde olan tepe demekdir ve doğru teşkîl edilmiş bir takısız isim tamlamasıdır.

“Tınaz”, Yunanca “tınos”tan geliyormuş ve “tepe, yığın” demekmiş. (Kubbealtı Lugati) Öyleyse, “Tınaztepe”, yığın şeklinde tepe mi demek? Buna mümâsil sûrette, “Hisartepe, Çanakkale, Çankaya” gibi isimlerle kasdedilen de, bizâtihî hisâra benziyen, bir hisâr gibi vazîfe gören bir tepe, çanak şeklinde bir kale, çan şeklinde bir kaya mıdır?

Pekâl̃â, “Kadifekale” ne demek, “Kadife Dağı” ne demek?

Ya “Hâcet Tepesi”nden “-si” takısı ne zaman düştü de “Hâcettepe” oldu? Kemalist Rejimden evvel mi, sonra mı?

İşte Türkcenin selîkası: Nîçin Cebeli değil de, “Cibâli”?

Nihad Sâmi Banarlı’nın bu vesîleyle hatırladığımız nefîs bir tesbîti var. Bu, Osmanlı Türkcesinin “uzun ses”i sevip benimsemesi, kendi bünyesine katması ve ik̆tibâs kelimeleri bu zevkle millîleştirmesi, hattâ Eski Türkce menşêli bâzı kelimeleri de aynı zevk̆le tel̃affuz etmesidir. Arabca “manâra”yı “minâre”, “sahîh”i “sâhi”, “sahlab”ı “sâleb”, “na’na”yı “nâne” veyâ Eski Türkceden gelen “ala”yı “el̃â”zarâfetiyle tel̃affuz etmesi gibi… Kezâ “Bektâşî”, “kurşûnî”… Bu zevk̆, bâzı şehir ve semt isimlerinde de tezâhür etmiştir. Mesel̃â:

“Türk, ‘Salanikos’ adlı bir şehir zaptetmiştir. Fakat bu adı beğenmemiş, zamanla, ona ‘Selânik’ demiştir. [Bunun gibi, Fransızlar, başşehirlerini “Pari” tel̃affuz ederken, Türkler ona “Pâris” âhengini kazandırmışlardır…]

“Selânik… Bu kelimedeki ince ve uzun ‘lâ’ sesi, Türkiye Türkçesi’nin mûsıkî zaferlerindendir. […] Bizim ‘lâle’ deyişimizde, ‘ceylân’ sesimizin güzelliğinde ve kendi ‘ala’ kelimemizden inceltip uzatarak yarattığımız ‘elâ’ sözünde, hep bu Türk ‘lâ’sı seslenir.

“Fâtih Sultan Mehmed’in ordusu, İstanbul şehrini zaptettiği zaman, bu şehrin bir semtinde Cebe Ali adında bir Türk kumandanı karargâh kurmuştu. Bu karargâha gidip gelen Türkler, o semte o kumandanın adını verdiler. Türk telâffuzundan bu semte ya ‘Cebeli’ ya da ‘Cabalı’ demesi beklenirdi. Fakat öyle olmadı. Halkımız, bu İstanbul köşesini ‘Cibâli’ âhengiyle güzelleştirdi. Çünkü Türkiye Türklerinin dilinde artık bu uzun hece zevki vardı. Ve bu zevk, yeni vatanın, yeni coğrafyanın terennümüydü.” (Nihad Sâmi Banarlı, Türkçenin Sırları, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti Neşriyâtı, 1972 –ilk baskı-, ss. 10-14)

İşte Târihî Türkcenin, işte İstanbul, işte Osmanlı Türkcesinin selîkası, zevk̆i, şîvesi!

***

Hül̃âsa-i kel̃âm, Mustafa Kemâl̃’in, Mayakon’un, Tankut’un hil̃âfına, târihî seyir içinde kılıktan kılığa giren coğrâfî isimlerden bir gramer kâidesi çıkarılamaz!

Tek Şef”, nîçin “Deniz Bankası” yerine ill̃â ki “Denizbank” olacak buyurdu?

Hâl̃buki, “her şeyin en doğrusunu bilen” “Tek Şef”in bunları bilmemesi düşünülemez. Buna rağmen, nîçin “Denizbank” demiştir?

Çünki o, Türkceden bozma ve mümkün mertebe Fransızcaya benzer sun’î bir dil inşâ etmek ve onu resmî dil yapmak emelindeydi. Nitekim, “Güneş-Dil İnk̆il̃âbı”nın, bilfiil, bu maksada hizmet etmiş olduğuna, yukarıda, birçok vesîkayle vâkıf olduk.

Dîğer taraftan, “Denizbank”, “Tek Şef”in bu mâhiyetteki ilk îcâdı da değildi. Evvelce têsîs ettirdiği iki bankanın isimlendirilmesi de aynı sûrette olmuştu: Sümerbank (11 Temmuz 1933) ve Etibank (14 Haziran 1935)…

Bu vazıyet de, Sadri Maksudi’nin mechûlü olamaz… Kezâ, hepsi “Tek Şef”in tâyîniyle Meclis sıralarını işgâl̃ eden dîğer Meb’ûsların da… Öyleyse nasıl oldu da “Şef”lerine muhâlefet etmiye cesâret ettiler? Kim bilir?

Her ne hâl̃se, beklenen oldu ve (Yakup Kadri’nin tâbiriyle) “Zeus” yıldırımlarını Sadri Maksudi’nin üstüne göndermekde hiç gecikmedi!  

aa.jpeg

(Cumhuriyet, 28.12.1937, s. 1)

Hikmetinden suâl̃ olmaz”, “her şeyin en doğrusunu bilir”, “Tanrılar benzeri” “Dâhî Başbuğ” buyurur: “Denizbank, Türkcedir!” ve derhâl̃ öyle olur! Îtirâz eden bir “haddinibilmez” Sadri Maksudi çıktı da mı, defteri dürülür, mânen linç edilir! Memlekette maşa mı yok: Mayakon’lar, Tankut’lar, Atay’lar, Uzgören’ler, Dilaçar’lar, Özdeş’ler, v.s., v.s… Hepsi, bu mânevî linç için seferber edilmiştir!

***