Kemalizmin 'Târih Tezi' ve 'Güneş-Dil Teorisi' hurâfeleri (75)

Hak̆îkat̃ değişmez ki!”

Kızı -Fransız Dili ve Edebiyatı Doçenti ve Sefîre- Âdile Ayda’nın (Petrograd, 1912 – Ankara, 1992) rivâyetine nazaran, babasının Meclis’deki müdâhalesi şöyle olmuş:

“[24 Aralık 1937’de] (Meclis’e Denizbank Kanunu gelince,) kürsüye çıktı, Denizbank kelimesi Türk gramerine ve Türk dilinin ruhuna tamamen aykırıdır, diye uzun izahat verdi. Kürsüden inip yerine oturduğu zaman bir arkadaşı kolundan çekerek:

‘- Ayol, ne yaptın, Denizbank adını Atatürk koymuş, dedi.

“Verdiği cevap şudur:

‘- Ne çıkar, hakikat değişmez ki!

“Ve ‘Denizbank hâdisesi’ patlak verdi.” (Âdile Ayda, “Babam Sadri Maksudi”, Cumhuriyet, 11.3.1957, s. 2; İstanbul Hukuk Mecmuası, Ord. Prof. Sadri Maksudi Arsal’a Armağan Özel Sayısı, 2017, cild 75, ss. 11-14’ten s. 14)

“Denizbank Hâdisesi”ni anlamak için, Âdile Hanım’ın babası hakkındaki şu şahâdeti de dikkat̃e şâyândır:

“Cilt cilt eserleri, hukuka, hukuk tarihine, hukuk felsefesine, Türk hukukuna dair kitapları hak için mücahede, haksızlık ile mücadele mevzularına hasredilmiş sahifelerle doludur. Hakkın ve hakikatin müdafaası uğruna her şeyini feda etmeğe hazırdı. Çok defa etmiştir de. Onun bu hareketlerine bazıları ‘gaf’ ismini verirlerdi. Fakat o, menfaati pahasına, hak ve hakikat istikametinde hareket ettiği zaman öyle bir vicdan huzuru duyardı ki, gaftan bahsedenler bu huzurun tadını tasavvur dahi edemezler. […]

“Hayranı olduğu ve çok sevdiği Atatürk’ün bile bazı arzu ve emirlerine mukavemet etmiştir. Güneş-Dil Teorisi lehinde, Atatürk, bütün ısrarlarına rağmen, onun ağzından bir tek cümle alamamış, Hititlerin veya Yunanlıların Türk olduğuna dair bir kelime söyletememiştir.” (Âdile Ayda, aynı makâle, s. 14)

Denizbank Hâdisesi”ne kadar, Sadri Maksudi’nin “Tek Şef”le arası gâyet iyiydi

Aslında, Sadri Maksudi’nin, “Denizbank” ismi sebebiyle karşı karşıya gelinciye kadar, kendisini iki devre Meb’ûs (1931-1935’de Şebinkarahisar ve 1935-1939’da Giresun Meb’ûsu) tâyîn etmiş “Tek Şef”le arası gâyet iyidir. “Öztürkce” harek̃âtında da, daha başka ink̆il̃âblarında da ona fikren destek olmuştur ve bu meyânda Hukûk Fakültesi’nin gözde bir profesörüdür. Âdile Ayda, bu husûsa iftihârla dikkat̃i çekiyor:

“29 Teşrinievvel 1923 tarihinden itibaren içinde yeni bir emel doğmuş bulunuyordu. Hür ve müstakil vatana gitmek, Gazi Mustafa Kemal’in elini sıkmak. 1924’te yalnız gitti. 1925’te ailece geldik ve Ankara’da yaşamağa başladık.

“Babam sevinçli, neşeli, mesuttu. Hukuk Mektebi’ndeki müderrisliği ile ailesinin hayatını temin edebildiği için değil, çok geçmeden mebus olduğu için de değil, hattâ Atatürk’ün teveccühüne ve dostluğuna mazhar olduğu için de değil. Bu müstakil vatan parçasında Türklük için tasavvur ettiği emellerin gerçekleştiğini gördüğü için, yapılan inkılâblarla Türklüğün kuvvetleneceğini, yükseleceğini ümid ettiği için.

“1928 ile 1938 arasında babam birçok inkılâb hareketlerine, kültür hamlelerine mütaleaları, teklifleri, terviçleri ile karıştı. Tam on sene hemen her hafta, bazan haftada iki defa Atatürk’ün sofrasına çağırıldı. Akşam yediye doğru telefon çaldığı zaman bilirdik ki Yaverliktendir.

“İnkılâbın lâboratuarı vazifesini görmüş olan ‘sofra’ etrafındaki sohbet ve münakaşalarda Atatürk’ün müşavere tekniğini, kendi fikrini başkalarına kabul ettirmek, umumun kararı haline getirmek veya bilâkis başkasının fikrini kendi fikri halinde formüllendirmek hususundaki taktiğini babam bana teferruatıyla anlatmıştı.

“Babamın şapka inkılâbı ve harf inkılâbı sahasında hiçbir hissesi yoktur. Fakat diğer bazı inkılâb hareketlerinde rolü mevcuttur.

“Dil inkılâbının Sadri Maksudi’nin Türk Dili İçin adlı kitabı ile ne kadar sıkı surette alâkalı olduğunu ispat eden vesikalar sayısızdır. Tarih Kurumu’nun Sadri Maksudi’nin son Türk Ocakları Kongresi’nde yaptığı bir teklif üzerine tesis edildiğine ve tarih çalışmalarına bundan sonra başlandığına Türk Tarihi Hakkında Mütalealar adlı risale bir delildir. Soyadı Kanunu’nun hazırlanmasında, Darülfünun’un ıslahında, Üniversite hocaları için ‘Profesör’ unvanının kabul edilişinde Sadri Maksudi’nin çok büyük, hattâ birinci derecede rolü olduğunu bilenler çoktur.” (Ayda 1957; 2017: 13-14)

Tek Şef”in taşkın gazâbı: (Sadri Maksudi’ye) “Siz profesör değilsiniz!”

Ya Meclis’de Denizbank Kânûnu’nun ve bu meyânda “Denizbank” isminin müzâkere edildiği 24 Aralık 1937 Cumâ akşamı, ya da müteâkib Cumartesi veyâ Pazar akşamlarından birinde, “Tek Şef”, Sadri Maksudi’yi yine işret sofrasına dâvet ediyor… Maksadı, adamları vâsıtasıyle, Sadri Maksudi’ye “Denizbank”ın doğru bir isimlendirme olduğunu kabûl̃ ettirmekdir. L̃âkin bütün ısrârlara rağmen, hiç şüphesiz, İstanbul Türkcesine oradaki herkesden daha fazla vâkıf olan kıymetli âlim, müddeâsından vazgeçmiyor. Bu vazıyete daha fazla tahammül edemiyen “Tek Şef”, “Siz profesör değilsiniz!” diye haykırıyor ve o ândan îtibâren Sadri Maksudi’nin defteri dürülüyor! Cemal Granda’nın (Salihli, 1910 – Yalova, 1978) Hâtırât’ından naklediyoruz:

“Çankaya’daki Köşk’te bir akşam sofrasında Hukuk Fakültesi Profesörü Sadri Maksudi de konuk olarak bulunuyordu. Çeşitli konular üzerinde görüşüldükten sonra söz sırası Denizyollarına geldi. Türk Dil Kurumu’nun deyimleri üzerinde duruluyordu. Adının Denizcilik Bankası mı, yoksa Deniz Bank mı olarak kalması tartışıldı.

“Sofrada şarap içen Sadri Maksudi, Deniz Bank’ın gramer kurallarına aykırı olduğunu savunuyor ve bu düşüncesinden bir adım bile geri gitmiyordu. O konu orada kapandı. Aradan bir iki saat kadar geçmişti. Atatürk, bir ara bir şeye sinirlenmiş olacak ki, hâlâ kendi tezinde ısrar eden Sadri Maksudi’nin sözünü kesip:

‘- Siz profesör değilsiniz’ dedi.

“Bu beklenmedik sesleniş, herkesi şaşırtmış, profesörü de can evinden vurmuştu. Hepimiz put gibi yerimizde dona kalmış, neye uğradığımızı şaşırmıştık.

“Atatürk nazik adamdı. Kızsa bile pek belli etmezdi. [???] Acaba profesör büyük bir pot mu kırmıştı?

“Bir an süren şaşkınlığından kurtulan Sadri Maksudi’nin titreyen eliyle kadehini masaya koyup, kendini toparlayarak Atatürk’e şu karşılığı verdiği duyuldu.

‘- Haşa, ben profesörüm. Hem de Türkiye’de değil, İsviçre’de bana kürsü vermişler. [Hâfızası Granda’yı yanıltmıştır: Doğrusu, Fransa’dır.] Olmazsa gider, orada dersimi veririm. Şimdi ben kalkıp burada bir kumandana ‘Siz kumandan değilsiniz’ desem ne olur? Kumandanlığı elinden alınır mı? Yalnız böyle bir söz o kumandanın nasıl gücüne giderse, bu söz de benim gücüme gider. Ama kumandanlara kürsü vermediler daha.’

“Sadri Maksudi’nin elinde şarap kadehiyle [???] söylediği bu sözlere Atatürk karşılık vermedi. Az sonra da sofra dağıldı. Sadri Maksudi’yi de bir daha sofrada görmedim. Bir süre sonra da Sadri Maksudi’nin milletvekilliğinden ayrıldığını duydum.” (Cemal Granda, Atatürk’ün Uşağı İdim, Anlatan: Cemal Granda, Yazan: Turhan Gürkan, İstanbul: Hürriyet Yl., 1973, ss. 211-212) (Bu kitabın sıhhat̃ derecesi hakkındaki değerlendirmemiz, Yeni Söz, 23.9.2018/4’te mündericdir. Kısaca: Kitabın asıl müellifi gazeteci Gürkan’dır. Gürkan, Granda’nın hâtıralarını onun üsl̃ûbuna riâyet ederek kaydetmediği gibi, üstelik, başka müelliflerden intihâl̃ler yaparak bunları Granda’ya atfetmiş, kitabı bu sûretle şişirmiştir; ayıca, birçok hâtırayı sansürlemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Kitabda sâdece doğrudan Granda’ya âid olan hâtıralar şahâdet kıymetini hâizdir.)

Vay! Sen misin “Tek Şef”e îtirâz eden?

Mes’ele, bekleneceği üzere, bu kadarla kalmıyor… 27 Aralık 1937 Pazartesi günü, husûsî vazîfe verilmiş bir ekibe, Sadri Maksudi’yi yerden yere çalan, onu Türkcenin câhili olmakla ithâm eden, hattâ hukuk profesörlüğüne de lâyık görmiyen nutuklar attırılıyor, beyânâtlar verdiriliyor… Terbiyesizlik ve küstahlıkta birbiriyle yarışan bu ekibe dâhil olanlar, Meclis’de konuşan “Güneş-Dil âlimleri” İsmail Müştak Mayakon ile Hasan Reşit Tankut, Radyo’da konuşan mâhûd Falih Rıfkı Atay ve “Anadolu Ajansı’na beyânât veren” dört kişi, Kütahya Meb’ûsu Vedid Uzgören, “Güneş-Dil âlimi” Agop Dilaçar, Kırşehir Meb’ûsu Lûtfî Müfid Özdeş ve Ulus muharrirlerinden, Kütahya Meb’ûsu Naşid Uluğ’dur. Bunlara, bir de, Kurun’da bu mevzûa dâir bir başmakâle kaleme alan Asım Us’u il̃âve etmek lâzım.

Dilaçar’ın rivâyetine nazaran, 27 Aralık 1937, sâat 10.30’a yaklaşırken, “Tek Şef”, yayını sona ermek üzere olan Radyo’ya, telefonla tâlimât verdirerek, birkaç dil mütehassısı konferans vereceği için yayını uzatmalarını emrediyor; peş peşe, Vedid Uzgören, Agop Dilaçar ve Falih Rıfkı Atay mikrofona çıkarak konferanslarını veriyorlar. (Agop Dilaçar, “Atatürk’ten Anılar: Denizbank Olayı”, Türk Dili, Kasım 1974, sayı 278, ss. 872-875; Yaşar Öztürk, “Agop Dilaçar”, Bütün Dünya, Nisan 2002, ss. 24-25 ve Yasemin Özcan Gönlüal, Cumhuriyet Dönemi Dil tartışmalarının Türk Dili Eğitimine Yansımaları -Toplum Dil Bilimi Bakımından Bir İnceleme-, Doktora Tezi, Dokuz Eylül Üni., 2012, ss. 87-88’den naklen)

28 İlkkânûn (Kánûnuevvel) 1937 târihli Cumhuriyet, Akşam, Tan, Kurun, Son Posta gibi gazeteler, Falih Rıfkı Atay’ın “konferans”ı hâric, Vedid Uzgören ve Agop Dilaçar’ın beyânâtlarını, Anadolu Ajansı muhâbirine verilmiş gibi naklediyorlar. Hâlbuki, Rejimin resmî nâşiriefkârı mesâbesindeki Ulus, Vedid Uzgören ve Agop Dilaçar’ın beyânâtlarının radyo konferansları olduğunu tasrîh ederek, Dilaçar’ın rivâyetini têyîd ediyor; mâmâfih, onlara bir “linççi” daha ilâve ediyor: Müfid Özdeş… Böylece sâdece Nâşid Uluğ’un beyânatının Anadolu Ajansı muhâbirine verilmiş olduğu anlaşılıyor.

Ayrıca, bu ekibi “Tek Şef”in teşkîl etmiş olduğu ve hepsinin de onun tâlimâtı istikâmetinde konuştukları ayân-beyân meydana çıkıyor…