Kemalizmin 'Târih Tezi' ve 'Güneş-Dil Teorisi' hurâfeleri (91)
“Nîçin kânûn kuvvetiyle ana baba dilimizi terketmiye zorlanıyoruz?”
“Niçin
türkçemiz esrarengiz bir hükûmet işi ve bir politika mevzuu yapılmış ve bu
yüzden memlekette içinden çıkılmaz bir dil meselesi ihdas edilmiştir? Niçin
kanun kuvvetile ana baba dilimizi terketmeğe zorlanıyoruz? Bunun sebebi, lüzumu
ve faydası nedir, ne olabilir? Eğer hukuka bağlı bir devlet nizamı içinde
yaşıyorsak bunu sorup öğrenmeğe hakkımız vardır. Neticesi memlekete, yaşıyan ve
yaşıyacak nesillere aid olan bir hükûmet teşebbüsünde, herşeyden evvel, bu
teşebbüsün sebebi, lüzumu ve hiç olmazsa faydası gösterilmek lâzımdır. Ta ki
teşebbüsün yerindeliğine inanılsın.
“Hükûmet
teşebbüslerinde muvaffakıyetin sırrı, kuvvet ve cebirde değil, âmmenin inanında
ve güvenindedir. Hükûmetçe girişilen bir işin ve yapılan bir tasarrufun
yerindeliğine gönüllerde inan ve güven doğmak için de, o işin ve tasarrufun
memleket şuuru ve mantığile izahı kabil bir sebebi, hikmet ve lüzumu olmak
gerektir. Aksi takdirde yapılan iş haksız ve tasarruf batıldır. Çünkü:
‘Raiyye üzerinde tasarruf,
masl̃ahata menûttur!’
“kaidesi
eskimemiş ve hiç eskimiyecektir. [“Raiyye üzerinde tasarruf, masl̃ahata menûttur!” Yânî: Halk üzerinde tasarruf,
hâkimiyet, dîğer tâbirle, halkın muayyen bir otorite tarafından idâre edilmesi,
masl̃ahat
şartına tâbidir, onun umûmî sal̃âhını,
menfâat̃ini, iyiliğini
têmîn içindir. Mecelle’nin işbu 58.
Küllî Hukûk Kâidesi, İnsan Haklarına Müstenid Cumhûrî, yâni İsl̃âmî Hük̃ûmetin
temelidir…] Bu kaide, dün olduğu gibi, bugün de en ileri ve medenî memleketler
hukukunda hükûmet işlerinin ve icraatının yegâne ölçüsü, haklı ve meşru
olmasının esasıdır. […]
“Kanun
yolile dil değiştirme gibi muazzam bir hükûmet tasarrufu acaba hangi bir
maslahatın icabına, mantık ve lüzumuna dayanmaktadır? ‘Bâbıâlîce’yi kovacağız,
‘Osmanlıca’yı türkçeleştireceğiz, halk dilini ilim ve adalet dili yapacağız…
gibi yüzündeki cilâsından başka içinde bir kıymet taşımıyan sözleri geçelim.
Eğer karaya kara, beyaza beyaz demekle bir suç işlemiş olmazsak, âşikâr ki
(aritmetik) değil, hesab kelimesi türkçedir; (yargıc) değil, hâkim kelimesi
halkçadır. [Fransızcadaki –l̃ugatlerde
karşılığı verilmiyen- “appeler un chat un
chat” tâbirinin Türkcesi, “karaya kara, aka ak demek”dir. “J’appelle un chat un chat et Rolet un
fripon. –Boileau-”: “Karaya kara, aka ak ve Rolet için de hîlek̃âr diyorum.” (Misâl̃, Le
Petit Robert’dendir.)]
“Millet mefhûmunu bile
kökünden kazımağa giden Uydurma Dil dâvâsı”
“Kabul
ederim ki dil, geniş bir ölçüde, alışkınlıktır. Doğduğumuz zaman iki üç sene
konuşmasını bilmiyorduk. Yavaş yavaş öğrenip alıştık. Yeni dile de alışırız.
Bugün yadırgadığımıza yarın imreniriz. İnsan alışkınlıklarile yaşıyan bir
hayvandır. Fakat, dil değiştirmek için bu bir sebeb midir? Bir milletin dili
beş on senenin, bir iki neslin işi ve eseri değil; asırlar içinde nesillerin
dimağındaki dil hafızası merkezlerinde mütehassıs bir tabiat ve istidad haline
gelmiş ve nev’in biyolojik varlığına yerleşmiş bir alışkınlıktır. Muayyen bir
hayvan nev’inin ferdlerinde tabiî insiyaklar nasıl bir atavique [irsî] itiyad
ise; muayyen bir cemiyetin insanlarında da memleket dili ve onun kelime ve
tabirleri hattâ edası ve üslûbu öylece atavique bir itiyaddır. Hem insan yalnız
yeni bir dile değil; herşeye, meselâ zehir içmeğe, afyon yutmağa, yalan
söylemeğe de alışır. Yeni bir dil icadını meşrulaştıracak olan sebeb, insanın
bu istidadı ve herşeye alışan bir hayvan olması mıdır? Değilse, tekrar hareket
noktamıza gelelim:
“Hükûmetçe
girişilen ve bu memleketin modern ilim ve irfan hayatının gelişmesini en az bir
asır geciktirecek olan dil davasının mevzuu ve gayesi nedir, ne olabilir?
Farzediyorum ki, bu dava korkunc bir siyasî taassubun eseri yahud bir (Folie
collective) in ârazı değildir; o halde, millet mefhumunu bile kökünden kazımağa
giden, bu misli görülmemiş davanın delili ve sübut vasıtaları nelerdir, neler
olabilir?
“Kısmet
olursa, bir başka yazımda devam edeceğim.” (Ali Fuad Başgil, “Türkçe Meselesi”,
Cumhuriyet, 25.10.1945, s. 2)
“Gene Türkce Mes’elesi”
Yukarıdaki makâlenin devâmı, 13 Kasım 1945 târihli Cumhuriyet’te neşredildi. Başgil, bu
makâlesinde, bu def’a, Kemalist Totaliter Rejimin Uydurma Dil Tedhîşinin nasıl
Üniversiteyi de hükmü altına aldığına dâir bizzât şâhid olduğu misâl̃ler veriyor:
“…Türkçemizi, içinden çıkılmaz bir anarşiye düşürmekle neticelenen
lüzumsuz zorlamaların sebebi ve manası bir türlü anlaşılmamıştır. Meseleyi
konuşmak üzere kongre ve komisyon toplanmamış değil, fakat bu toplantılarda
mevzu ve esas daima karanlık bir esrar perdesile örtülü kalmış; ne yapmak,
niçin yapmak istenildiği mutaassıb bir titizlikle daima gizlenmiştir. Toplanan bu
kongre ve komisyonlarda esasa, prensipe ve gayeye dair ileriye sürülen en
mütevazıca anlama istekleri bile azarlayıcı bir hükûmet sinirliliği ile hemen
susturulup bastırılmıştır.
“Hiç unutmam:
“1938 kışında idi, sanıyorum. Bir gün Üniversite Rektörlüğünde, dil
meselesini konuşmak üzere, fakültelerden çağırılan profesörlerden mürekkeb bir
toplantı yapıldı. Toplantıda, dışarıdan bilhassa bu iş için gelmiş iki zat
vardı. Müzakere, Üniversitenin dil inkılâbı için seferber edilmesi gerektiği
yolunda, hararetli bir nutukla açıldı.
“Bir aralık söz alarak, bu telâşa neden lüzum görüldüğünü; her
milletin dili gibi türkçemizin de, kendi yapısının mantığına ve kanununa göre,
tekâmülünü yapmakta, yenileşip zenginleşmekte olduğunu ve bu gibi işlerde
acelenin ve küçük ihtiyatsızlıkların ileride dilimizi çetin tenakuzlara
saplayabileceğini sorar ve söyler gibi oldum…
“Birdenbire çehrelerin değiştiğini, müzakere odasının bir mezarlık
sükûtu içine daldığını, başların eğilip herkesin gözucile birbirine baktığını
gördüm: Büyük bir suç işlemiştim!
“Kızardım, bozardım. Bereket versin ki, toplantıya reislik eden
zat; hem beni, hem de Üniversiteyi, farkında olmıyarak düşürdüğüm müşkül
durumdan kurtarmak için çabucak sözü başka bir mecraya çevirdi ve suçumu
kapatmağa muvaffak oldu.
“Toplantı sonunda, herkes dağılırken, profesör arkadaşlarımdan biri
eğilerek, yavaşça kulağıma geçmiş olsun dedikten sonra, şu meşhur beyti okudu:
‘Kelâmın fızza ise, sükût eyle olsun zeheb, / Kemâl ehli kemâlâtı sükût ile buldular hep.’ [“Fizza”: Gümüş; “Zeheb”: Altın. “Söz gümüşse, sük̃ût altındır!”]
Hukûk Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil’in, büyük bir cesâretle,
“Millî Şef” devrinde neşrettiği ve dil mes’elesi ötesinden, Kemalist Rejimin
totaliter yapısına da dikkat̃ çekdiği makâlelerinden ikisi… Bu ikisinin
peşinden gelen üçüncüsü de, Vatan gazetesinde
intişâr etmiştir…
***
“Garibdir
ki, aynı geçmiş olsunu ve aynı beyti, üç sene kadar sonra, ben de başka bir
profesör arkadaşıma fısıldadım. [Biz de şu tesbîtte bulunalım: Milletinin
hayâtî bir mes’elesi bahis mevzûu iken, ihtisâsı îcâbı doğru olanı bildiği
hâlde, bir şekilde onu milletine duyurmıyan ve onun uğrunda mücâdele etmiyen
insan, sahîh ilim adamı değildir. Ve heyhât ki bu yüksek seciyeye sâhib
hak̆îk̆î ilim adamları Memleketimizde nâdiren görülüyor! Başgil, arkadaşının
tavsıyesini haklı bulmuş gibi görünüyorsa da, Türkcemiz ve daha başka millî
mes’elelerimizde, hiç de susmamış ve elinden geldiği kadar mücâdele etmiştir.
“Millî Şef” devrinde neşrettiği işbu makâleler de, onun, sahîh ilim adamı
seciyesine sâhib olduğunu gösteriyor…]
“941
yazında idi, yanılmıyorsam. Üniversitede haftanın bir iki gününde toplanarak
terimler üstünde çalışmak üzere, fakültelerce seçilen profesörlerden mürekkeb
kalabalık bir (koordinasyon heyeti) kuruldu. Bu heyetin –o zamanki adile-
Maarif Vekilinin reislik ettiği bir toplantısında, merhum dil mütehassısı
profesör Ragıb Hulûsi, terim işinde tutulan yolun kusurlu olduğunu anlatır
şekilde, bir iki söz söylemek teşebbüsünde bulundu. Anlaşılmaz bir sinirlilikle
sözü kesilerek, merhum, çocuk gibi azarlanıp susturuldu. Sahneye şahid olan on
beş yirmi kadar profesör de, hâdiseyi sadece hatıra defterimize kayıdla iktifa
ettik.
“Hele
şunu hiç unutmam:
“İki
sene evvel [1943] idi. Üniversiteden bazı profesör arkadaşlar, felsefe
terimleri için Ankarada toplanan komisyona çağrıldılar. Bir hafta veya on gün
sonra mıydı, iyi bilmiyorum, birer ikişer dönüp geldiler. Hoş geldiniz ama, ne
çabuk döndünüz? dedik. Yapılacak iş zaten hazırlanmış imiş, biz gidip
reylerimizi verdik, dediler. Bu nasıl olur? Bir memleketin yüzyıllar içinde ve
nesillerin gayretile yerleşip olgunlaşan ilim ve felsefe dili el kaldırıp rey
vermekle beş on günde değişir mi? dedik. Onu sormayınız: Komisyonda sizin gibi
biri de buna şaştı ve böyle bir itirazda bulunmağa teşebbüs etti de susmaya
mecbur oldu, dediler. […]