Kemalizmin 'Târih Tezi' ve 'Güneş-Dil Teorisi' hurâfeleri (92)

 

“Garibdir ki, aynı geçmiş olsunu ve aynı beyti, üç sene kadar sonra, ben de başka bir profesör arkadaşıma fısıldadım. [Biz de şu tesbîtte bulunalım: Milletinin hayâtî bir mes’elesi bahis mevzûu iken, ihtisâsı îcâbı doğru olanı bildiği hâlde, bir şekilde onu milletine duyurmıyan ve onun uğrunda mücâdele etmiyen insan, sahîh ilim adamı değildir. Ve heyhât ki bu yüksek seciyeye sâhib hak̆îk̆î ilim adamları Memleketimizde nâdiren görülüyor! Başgil, arkadaşının tavsıyesini haklı bulmuş gibi görünüyorsa da, Türkcemiz ve daha başka millî mes’elelerimizde, hiç de susmamış ve elinden geldiği kadar mücâdele etmiştir. “Millî Şef” devrinde neşrettiği işbu makâleler de, onun, sahîh ilim adamı seciyesine sâhib olduğunu gösteriyor…]

“941 yazında idi, yanılmıyorsam. Üniversitede haftanın bir iki gününde toplanarak terimler üstünde çalışmak üzere, fakültelerce seçilen profesörlerden mürekkeb kalabalık bir (koordinasyon heyeti) kuruldu. Bu heyetin –o zamanki adile- Maarif Vekilinin reislik ettiği bir toplantısında, merhum dil mütehassısı profesör Ragıb Hulûsi, terim işinde tutulan yolun kusurlu olduğunu anlatır şekilde, bir iki söz söylemek teşebbüsünde bulundu. Anlaşılmaz bir sinirlilikle sözü kesilerek, merhum, çocuk gibi azarlanıp susturuldu. Sahneye şahid olan on beş yirmi kadar profesör de, hâdiseyi sadece hatıra defterimize kayıdla iktifa ettik.

“Hele şunu hiç unutmam:

“İki sene evvel [1943] idi. Üniversiteden bazı profesör arkadaşlar, felsefe terimleri için Ankarada toplanan komisyona çağrıldılar. Bir hafta veya on gün sonra mıydı, iyi bilmiyorum, birer ikişer dönüp geldiler. Hoş geldiniz ama, ne çabuk döndünüz? dedik. Yapılacak iş zaten hazırlanmış imiş, biz gidip reylerimizi verdik, dediler. Bu nasıl olur? Bir memleketin yüzyıllar içinde ve nesillerin gayretile yerleşip olgunlaşan ilim ve felsefe dili el kaldırıp rey vermekle beş on günde değişir mi? dedik. Onu sormayınız: Komisyonda sizin gibi biri de buna şaştı ve böyle bir itirazda bulunmağa teşebbüs etti de susmaya mecbur oldu, dediler. […] 

“Okuyucularıma burada bir misal koleksiyonu sunmak niyetinde değilim. Damlayı gören, havuz dolusu suyu görmüş olur…”

Bu noktada, Başgil’in “Gene Türkçe Meselesi” başlıklı makâlesinin nakline ara verip   1941’de şâhid olduğu hâdiseyi, bir de, ilk baskısı 1948’de yapılan Türkçe Meselesi kitabından nakletmek istiyoruz; zîrâ bu ikinci nak̆ilde, bahis mevzûu şahısların isimleri veriliyor ve hâdise daha iyi anlaşılıyor:

“Sene 1941. İstanbul Hukuk Fakültesi Dekanıyım. Üniversite henüz Vekâlete bağlıdır. Rektör, rahmetli Cemil Bilsel, Maârif Vekili de Hasan Âli Yücel. İnönü devrinin Türkçe’mize insafsızca hücumları bütün şiddetiyle devam etmektedir.

“Ocak ayı başlarında Maarif Vekâletinden bir tamim: Fakültelerde ilim terimlerini öztürkçeleştirmek üzere birer komisyon kurulması ve çalışmaların hızlandırılması isteniyor. [Kitabın 35. sayfasında, şu il̃âve bilgi mündericdir: “1945 senesi sonlarında, Üniversite Rektörlüğü, Maarif Vekâleti’nden aldığı işaret üzerine olacak ki fakültelere bir tebliğ göndererek fakültelerin üniversite bütçesinden bastıracağı bütün eserlerde Vekâletçe kabul edilen ‘terimler’in kullanılmasının mecburî olduğunu bildirmişti. Hattâ bir aralık Rektörlükte bir sansür hey’eti kurularak, hocaların yazdıkları kitapların, basılmazdan evvel, ‘terim’ bakımından bu hey’etçe düzeltilip vize edilmesi yoluna bile gidilmiştir.”] […]

“Temmuz haftasında, hey’et çalışmaya başladı. Hey’ete, biz, merhum Ebülûlâ Mardin, Tahir Taner ve zannedersem, Mustafa Reşit Belgesay ile katıldık.

“İlk toplantılara Ankara’dan Hasan Âli Yücel, İbrahim Necmi Dilmen ve Şemseddin Günaltay şeref verdiler. Otuzdan fazla üniversite profesörü toplandık. Bilsel merhum kısa bir konuşma ile toplantıyı açtı. Hasan Âli Yücel uzun konuştu. Türkçe’mizin geriliğinden, fakîrliğinden bahsetti. Dilimizi Türk milletine lâyık bir şekle koymaya karar verdiklerini söyledi.

“Edebiyat Fakültesi temsilcilerinden Profesör Râgıp Hulûsi merhûm söz aldı. Bu zat, Almanya’da lisaniyat tahsil etmiş, mevzuda bilgisi olan bir adam. Gerçi o da öztürkçeci, ancak metodla Yücel’cilerden ayrılıyor. Bu bakımdan çalışmaları tenkid eder bir tarzda konuştu.

“Hasan Âli parladı. Vay efendim, sen misin tenkîde cür’et eden? Râgıp Hulûsi’yi yaramaz bir çocuk azarlar gibi azarladı. Zavallı utandı, kızardı ve sustu.” (Ali Fuad Başgil, Türkçe Meselesi, İstanbul: Yağmur Yl., 2006 –ilk baskısı: 1948-, ss. 53-55; Türkçenin Istılâh Mes’elesi ve İdeolojik Kaynaklı Sapmalar –“Öztürkçe” Dayatmasıyle Fransızcalaştırılan Resmî Dil- kitabımız -2013-, ss. 71-72)  

“Bir dâvâyı başkalarını sindirip susturma yoluyle yürütmiye çalışma,o dâvânın esâsında bâtıl olduğunun gerçek bir delîlidir”

Başgil’in “Gene Türkçe Meselesi” başlıklı makâlesinin nakline devâm ediyoruz:

“[…] Düşündüm… hâlâ düşünüyorum: Bu titizlik niçin? Eğer yapılan iş gerçekten memleketin iyiliğine ve nesillerin faydasına ise, bu sinirlilik ve bu taassub niçin?

“Bilmiyor muyuz ki, sinirlilik itiraf edilmiyen bir şüphenin; taassub ise dinî olsun, lâik olsun daima geriliğin ve körlüğün şaşmaz bir işaretidir.

“Bilmiyor muyuz ki, bir davayı başkalarını sindirip susturma yolile yürütmeğe çalışma, o davanın esasında batıl olduğunun gerçek bir delilidir.

“Dil gibi millet bünyesinin canı olan bir mes’elede nîçin serbest münâkaşa kabûl̃ edilmiyor da, kânûn kuvvetiyle arkalanma yolu tutuluyor?”

“Memleketin iyiliğine ve faydasına olduğu şüphe götürmiyen işleri, aklı eren insanlarla açıkça konuşup münakaşa etmek için, emin olalım ki, ne polis kordonuna ve ne kanun kuvvetine arka vermeğe hacet yoktur [vardır]. Çünkü insanlar, hususile neticesi kendilerine aid olan işlerde, iyiliği ve faydayı, insiyakî bir sezişle, görür ve kabul eder mahlûklardır. Eğer görmüyorlarsa, gösterilmiyordur. Eğer kabul etmiyorlarsa, anlamalıdır ki, girişilen işte iyilik ve fayda yoktur. Halkçı hükûmetlerin dayandığı mantık da bu değil midir? Bu hükûmetlerin temeli, memleket işlerinde, ışığı halkın inanında ve istikameti aklı eren insanların müşterek görüş ve anlayışında araması; halkın sesini hakkın sesi kabul etmesi değil midir? Bu sesin kendini duyurabilmesi ve müşterek görüşlerin ortaya çıkabilmesi için ise, karşılıklı saygı ve müsaade ederlik terbiyesi üzerinden yapılacak serbest münakaşadan başka bir çare var mıdır?

“Senelerdenberi bilgi ve kültür hayatımızı fırtınalı bir deniz gibi çalkayan ve nesilleri birbirinden ayırmağa, millet zincirinin halkalarını koparmağa giden dil davasını niçin açık bir konuşma mevzuu yapmıyoruz? Niçin bu işte memleket vicdanının sesini ve hükmünü işitmek istemiyoruz? Dil gibi millet bünyesinin canı olan bir meselede niçin açık ve müsaadekâr bir münakaşayı kabul etmiyoruz da, kanun kuvvetile arkalanma yolunu tutuyoruz?

insan.jpg 

(https://www.kitantik.com/product/Cihan-Sulhu-ve-Insan-Haklari_1br9qfwkhgwpkht1pyb) (2.1.2022)

Hukuk Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, İnsan Hakları dâvâsının ve İnsan Haklarına Müstenid Cumhûrî Nizâmın samîmî bir müdâfii idi... Fanatik Kemalisterin onu sevmemesi boşuna değil!

***