Kendözün ferdiyeti ve müştereğin milleti
İnsan bir bilinç varlığı olarak mesuliyeti kendisine yüklenmiş haldedir. Kendöz işte bu hal üzerinden teşekkül eder. Nurettin Topçu “Milliyet kökleri olan ferdî ruhun samimi hareketlerine bağlanmadıkça ve bu ferdî ruh da bir dinin temelleri üzerinde kurulmadıkça sade siyaset ve idarenin vasıtası haline girer, her devrin siyasetine, memleketin idarî icaplarına göre değişir ve milliyetin mürşitleri de siyasi otoritenin bekçileri haline gelirler.( Nurettin Topçu, “Neslimizin Tarihi”, Hareket, S. 6, 1939, s.162; Nurettin Topçu, “Millet ve Milliyet”, Hareket, S.12, 1943, s.356)”, derken bu ülkedeki temel çıkmaza ışık tutuyordu. Herkes ferdi hayatında dünya ve ukba meselelerine ait konularda bir vekaletçi ya da vesayetçi bulup kendi mesuliyetinden sıyrılıp kenara koyuyor özünü ve sorumluluğunu sanki! Milliyet yani ben idrakimiz, köklerimizi bulduğumuz o yerde, ferdi ruhun samimi hareketleri yani kendimizi bilmenin idrakinde olmadıkça, ezber milliyet tekrarları ile bireyin kendini bilme hali şuurlu bir hareket oluşturacak vaziyeti ortaya koymadıkça akıl ve ferdiyet kendi ayakları üzerinden duramaz. Bu ferdi ruh kendini bilirken aşkın bir kaynak ile kendisini insan etkisinin haricinde hikmet ve bilgelik kaynakları ile gerçekleştirmedikçe insanın kimliğini oluşturan unsurlar manuplasyona açık halde kalacaklar demektir. İşte bu ferdi hürriyet hali mesuliyetin kaynağıdır. Lakin ne yazık ki bu kaynaklar taşeronların eline geçtikçe birey kendi kabiliyetini devrettikçe görünmez oluyor. Burada milliyetin mürşitleri tabirine dikkat etmek lazımdır. Siyasetin aleti haline gelen kendilik artık kendini bilmenin yolundan, çıkıp devri siyasetlerin ve idari maslahatların ajitasyon malzemesi oluyor. Bu naylon mürşitler de taşeron olarak bekçilik görevini ifa ederken ferdi ruhuyla buluşamamış bireyleri kolayca o vadiden bu vadiye sürüklüyor. Toplum kesimleri artık milliyet ve diyanetin bu iflah olmaz yozlaşması üzerinden bizatihi bunlara cephe alarak kendözünün kaynaklarından mahrum kalıyor.
Bir toplum ayaklarının
üzerinde sahici medeniyet adımları atmak istiyorsa bireylerin kendözünden
farkındalık ve idrakinin tam bir kemal içinde olmasına önem verir. Toplu
yaşanan hareketler de bile esas bireyin kendi varlığını idrak ve bunun
üzerinden bilinçli bir birey olarak müştereklerini müdrik olduğu halde hayata
katılmasıdır. Lakin yaşanan pratik kendini, aklını ve ruhunu yok etmek, kendini
başka bir bilincin edilgenliğine bırakmak ve esasen hissetmediği yükseklerde
uçuyormuşcasına kendini kandırmaktan ibaret oluyor. Esasen olan ise bekçilerin
ve kuklacıların elinde dinin aşkın bilgisi kandırmacası ile hissedilen kimliğin
oyuncak olmasıdır. Burada izaha çalıştığımız ferdiyet meselesini Cemil Meriç
aydını anlatırken ne kadarda esaslı bir yerden anlatıvermişti: Cemil Meriç, aydın olmak için önce insan olmak lazım.
İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer. Aydın
kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi, aydını yapan: uyanık
şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir
tecessüs.( Cemil Meriç, Kırkambar II / Lehçe-t-ül Hakayık, İstanbul, 2009, s.
287-288) Kendi kafası, gönlü –olmak ve hakikati
kucaklamak çerçevesinde bugünün insanı, mukaddesatıyla yaşamaya çalışan kesim
kendine bu aynadan bakarsa ne görecektir? Bir toplum, bireyleri eğitirken
müşterekleşmenin otorite ile değil ilke ile olması gereğini anlamalıdır. Ferdiyeti
gerçekleştiren şeyin idrak ve irade olduğu ve gerçek insanlara sahip olmanın iyi
niyet ve gerçek bir samimiyetle bunun gerçekleştirmek olduğu düşünülmelidir. Aksi
takdirde gölgeler ile kurulan her medeniyet hayali bir yanılsamadan başka bir
şey olmayacaktır. İşte Erol Güngör tam burada Türk halkını bir arada ve ayakta tutan kıymet sistem ve ölçüleri
yerlerine yenileri gelmemek üzere çöküyor(Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, İstanbul, 2011, s. 304) derken acaba bize ne anlatır? Nevzat
Kösoğlu Türk tarihi, bir aydın tarafından
ve aydınca bir perspektifle tarih şuuru şeklinde anlaşılarak ve aktarılarak
idrak edilebilir. Bu manada aydın
öncüdür; yol göstericidir. Bilgi dağarcığı zengin olduğu için problem sahası
geniş, ufku açıktır. Bu vasfı ile, çoğu zaman yabancı kültür karşılaşmalarının
ilk muhatabı odur. Heyecanının yüksek, kültürün yaratıcı olduğu dönemlerde aydın,
bu karşılaşmalardan çekinmez; rahat ve ataktır. Yabancı dünyayı, kendi
dünyasının ölçüleri ile kavrar, unsurlarını değerlendirir ve gerekli
gördüklerini, ihtiyaç duyduklarını, kendi yorumu ile kültürüne katar(Nevzat
Kösoğlu, Kitap Şuuru, İstanbul, 1998,
s.147.), derken ferdi ruhun samimi
hareketini bekleyen bir yerden tam da öyle yaşamış birisi olarak meseleyi
bağlar.
Bir
milletin fertleri bütünleştirici, müşterek kılıcı, kökleri yaşatıcı kaynakların
gölgesinde değil de bekçi mürşitlerin gündelik etkisinde ve ezberinde ise orada
amansız bir simülasyon ve bitmez kısır döngü var demektir. Elbette yol gösteren
ve yol açan aydınlar her zaman oldu ve olacaktır. Lakin bunlar pusula gibi
ilkeye yol verdiler; bir kabilenin kendi çıkar asabiyesine değil. Bu bakımdan
varoluş kaynaklarımızla ilişki kurarken buna dair oluşan ferdi yahut toplu
yapılanmalarla ilişkisinde birey ilkelerin bilinç kişisi olarak; bir inanan
gibi değil iman ehli gibi davrandığında gerçekten mesul ve müntesip olduğuyla sahih
ve sahici bir alaka içinde demektir. Bu bakımdan kendini bölmek ve kendöz
bahsinde yapay kendöz kurbanı olmamak için ferdi ruhun hareketlerine çok dikkat
etmek önemlidir. Böylece oradan buradan gelen harici rüzgârlar da bizim tarlaya
tohum atıp kolayca ürün alamazlar diye düşünüyoruz. Nurettin Topçu’nun milliyet, bizim duyuş ve inanış tarzımızı
tayin eden başkalıkların yekûnudur. Milliyet mefkûresi ferdî hürriyetle beraber
her türlü benzeyişlerden doğan birlik temeli üzerine kurulmuştu. Birliği kuran
madde ile ruha bağlı unsurların hepsi birleşerek milleti meydana getirdiler. Bu
birlikler, soy, toprak, emek birlikleri ile dil, din ve dilek birlikleridir.”,
düşünceleriyle öğrendiğimiz milletin meydana gelmesinde etkili bu unsurların
birlik oluşturabilmesi ferdi bilincin gerçek bir var oluşu ile ancak
gerçekleşebilecektir. Ötesi bitmeyen bir gölge oyunudur.
Kuklacı mı dediniz?
Müştereklerinin bilincinde olmayan toplumda, hakikat taşeronlarınca hakikat
illüzyonlarla simüle edileceğinden ipler saymakla bitmez…Kant Aydınlanma,
insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.
Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna
başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile
düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının
kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini
gösteremeyen insanda aramalıdır., sözleri
ile Türklerin günü ve yarınına ne
söyler acaba?
Vesselam