02 Ocak 2024

Kendözün ferdiyeti ve müştereğin milleti

İnsan bir bilinç varlığı olarak mesuliyeti kendisine yüklenmiş haldedir. Kendöz işte bu hal üzerinden teşekkül eder. Nurettin Topçu “Milliyet kökleri olan ferdî ruhun samimi hareketlerine bağlanmadıkça ve bu ferdî ruh da bir dinin temelleri üzerinde kurulmadıkça sade siyaset ve idarenin vasıtası haline girer, her devrin siyasetine, memleketin idarî icaplarına göre değişir ve milliyetin mürşitleri de siyasi otoritenin bekçileri haline gelirler.( Nurettin Topçu, “Neslimizin Tarihi”, Hareket, S. 6, 1939, s.162; Nurettin Topçu, “Millet ve Milliyet”, Hareket, S.12, 1943, s.356)”, derken bu ülkedeki temel çıkmaza ışık tutuyordu. Herkes ferdi hayatında dünya ve ukba meselelerine ait konularda bir vekaletçi ya da vesayetçi bulup kendi mesuliyetinden sıyrılıp kenara koyuyor özünü ve sorumluluğunu sanki! Milliyet yani ben idrakimiz, köklerimizi bulduğumuz o yerde, ferdi ruhun samimi hareketleri yani kendimizi bilmenin idrakinde olmadıkça, ezber milliyet tekrarları ile bireyin kendini bilme hali şuurlu bir hareket oluşturacak vaziyeti ortaya koymadıkça akıl ve ferdiyet kendi ayakları üzerinden duramaz. Bu ferdi ruh kendini bilirken aşkın bir kaynak ile kendisini insan etkisinin haricinde hikmet ve bilgelik kaynakları ile gerçekleştirmedikçe insanın kimliğini oluşturan unsurlar manuplasyona açık halde kalacaklar demektir. İşte bu ferdi hürriyet hali mesuliyetin kaynağıdır. Lakin ne yazık ki bu kaynaklar taşeronların eline geçtikçe birey kendi kabiliyetini devrettikçe görünmez oluyor. Burada milliyetin mürşitleri tabirine dikkat etmek lazımdır. Siyasetin aleti haline gelen kendilik artık kendini bilmenin yolundan, çıkıp devri siyasetlerin ve idari maslahatların ajitasyon malzemesi oluyor. Bu naylon mürşitler de taşeron olarak bekçilik görevini ifa ederken ferdi ruhuyla buluşamamış bireyleri kolayca o vadiden bu vadiye sürüklüyor. Toplum kesimleri artık milliyet ve diyanetin bu iflah olmaz yozlaşması üzerinden bizatihi bunlara cephe alarak kendözünün kaynaklarından mahrum kalıyor.

Bir toplum ayaklarının üzerinde sahici medeniyet adımları atmak istiyorsa bireylerin kendözünden farkındalık ve idrakinin tam bir kemal içinde olmasına önem verir. Toplu yaşanan hareketler de bile esas bireyin kendi varlığını idrak ve bunun üzerinden bilinçli bir birey olarak müştereklerini müdrik olduğu halde hayata katılmasıdır. Lakin yaşanan pratik kendini, aklını ve ruhunu yok etmek, kendini başka bir bilincin edilgenliğine bırakmak ve esasen hissetmediği yükseklerde uçuyormuşcasına kendini kandırmaktan ibaret oluyor. Esasen olan ise bekçilerin ve kuklacıların elinde dinin aşkın bilgisi kandırmacası ile hissedilen kimliğin oyuncak olmasıdır. Burada izaha çalıştığımız ferdiyet meselesini Cemil Meriç aydını anlatırken ne kadarda esaslı bir yerden anlatıvermişti: Cemil Meriç, aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer. Aydın kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi, aydını yapan: uyanık şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.( Cemil Meriç, Kırkambar II / Lehçe-t-ül Hakayık, İstanbul, 2009, s. 287-288)  Kendi kafası, gönlü –olmak ve hakikati kucaklamak çerçevesinde bugünün insanı, mukaddesatıyla yaşamaya çalışan kesim kendine bu aynadan bakarsa ne görecektir? Bir toplum, bireyleri eğitirken müşterekleşmenin otorite ile değil ilke ile olması gereğini anlamalıdır. Ferdiyeti gerçekleştiren şeyin idrak ve irade olduğu ve gerçek insanlara sahip olmanın iyi niyet ve gerçek bir samimiyetle bunun gerçekleştirmek olduğu düşünülmelidir. Aksi takdirde gölgeler ile kurulan her medeniyet hayali bir yanılsamadan başka bir şey olmayacaktır. İşte Erol Güngör tam burada Türk halkını bir arada ve ayakta tutan kıymet sistem ve ölçüleri yerlerine yenileri gelmemek üzere çöküyor(Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, İstanbul, 2011, s. 304) derken acaba bize ne anlatır? Nevzat Kösoğlu Türk tarihi, bir aydın tarafından ve aydınca bir perspektifle tarih şuuru şeklinde anlaşılarak ve aktarılarak idrak edilebilir. Bu manada aydın öncüdür; yol göstericidir. Bilgi dağarcığı zengin olduğu için problem sahası geniş, ufku açıktır. Bu vasfı ile, çoğu zaman yabancı kültür karşılaşmalarının ilk muhatabı odur. Heyecanının yüksek, kültürün yaratıcı olduğu dönemlerde aydın, bu karşılaşmalardan çekinmez; rahat ve ataktır. Yabancı dünyayı, kendi dünyasının ölçüleri ile kavrar, unsurlarını değerlendirir ve gerekli gördüklerini, ihtiyaç duyduklarını, kendi yorumu ile kültürüne katar(Nevzat Kösoğlu, Kitap Şuuru, İstanbul, 1998, s.147.), derken ferdi ruhun samimi hareketini bekleyen bir yerden tam da öyle yaşamış birisi olarak meseleyi bağlar.

            Bir milletin fertleri bütünleştirici, müşterek kılıcı, kökleri yaşatıcı kaynakların gölgesinde değil de bekçi mürşitlerin gündelik etkisinde ve ezberinde ise orada amansız bir simülasyon ve bitmez kısır döngü var demektir. Elbette yol gösteren ve yol açan aydınlar her zaman oldu ve olacaktır. Lakin bunlar pusula gibi ilkeye yol verdiler; bir kabilenin kendi çıkar asabiyesine değil. Bu bakımdan varoluş kaynaklarımızla ilişki kurarken buna dair oluşan ferdi yahut toplu yapılanmalarla ilişkisinde birey ilkelerin bilinç kişisi olarak; bir inanan gibi değil iman ehli gibi davrandığında gerçekten mesul ve müntesip olduğuyla sahih ve sahici bir alaka içinde demektir. Bu bakımdan kendini bölmek ve kendöz bahsinde yapay kendöz kurbanı olmamak için ferdi ruhun hareketlerine çok dikkat etmek önemlidir. Böylece oradan buradan gelen harici rüzgârlar da bizim tarlaya tohum atıp kolayca ürün alamazlar diye düşünüyoruz. Nurettin Topçu’nun milliyet, bizim duyuş ve inanış tarzımızı tayin eden başkalıkların yekûnudur. Milliyet mefkûresi ferdî hürriyetle beraber her türlü benzeyişlerden doğan birlik temeli üzerine kurulmuştu. Birliği kuran madde ile ruha bağlı unsurların hepsi birleşerek milleti meydana getirdiler. Bu birlikler, soy, toprak, emek birlikleri ile dil, din ve dilek birlikleridir.”, düşünceleriyle öğrendiğimiz milletin meydana gelmesinde etkili bu unsurların birlik oluşturabilmesi ferdi bilincin gerçek bir var oluşu ile ancak gerçekleşebilecektir. Ötesi bitmeyen bir gölge oyunudur.

Kuklacı mı dediniz? Müştereklerinin bilincinde olmayan toplumda, hakikat taşeronlarınca hakikat illüzyonlarla simüle edileceğinden ipler saymakla bitmez…Kant Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır., sözleri ile Türklerin günü ve yarınına ne söyler acaba?

            Vesselam