Kitaplı zamanlar

 

Caddelere sokaklara serpilmiş küçük baharlara sükûnet eşlik edince, dizili taşlara sinen zamanın izini sürmek gibi bir merakın peşinden gidesim geliyor. Köşe başlarının kör noktasına sinen korkulu titreyişiyle hiç tanışmadım, ama huzur ne demek biliyorum.

Bu memleketin nabzı hiç kuşkusuz İstanbul'a bağlıydı hep. Darbeleri de en önce İstanbulluları kuşattı. Bir düşmanın Çanakkale'yi geçmesini, Boğazları düğümlemesini beklemeksizin, burnumuzun dibinde bitiveren kültür spazmı, yakın tarihin kördüğümlerini sık sık hatırlatırdı bize. Tarihî Yarımada'ya sis indiğinde, anlardık ki düşünmenin, düşüncenin süngüsü pas tutmuş.

Tam da fikirsizlik devamlı bir buhrana dönüştü derken yayıncılıkta beliren canlanma, umutları körükledi.

İnfilak dediğimiz şey, tek zerrelik hava kalmayıncaya dek süren bir sıkışmanın neticesi. Hep bir hasar vermesi beklenir herhangi bir patlamanın. Memleketin surlarında, sokaklarında, suyunda önceleri topları, doksanlarda popları, iki binlerde diyaframları patlattık... Ama kitaba tenezzül etmemekte direnen bu sürecin sonunda nasıl oldu da kitaplar çoğalsın diye bu kadar heveslenmiştik.

1980 darbesinin baskısıyla iyice daralan okuma perspektifimiz ve çıkmaza giren düşünce dünyamız, bilhassa 2010'larda bir genleşme yaşıyor. Giderek genişleyen bu alan, arz talep dengesine önemli etkiler gönderdi. Televizyonda devamlı eğlence ağırlayan kanallar, yazarları bir araya getirdikleri sohbet ve tartışma programlarına yöneldiler. Haber ve tematik televizyon kanallarına duyulan ilgi, aktüel meselelerle gündemi birleştiren programlar sayesinde artmaya başladı. Bu yüzden ya yazarçizer takımından isimler televizyona taşındı yahut televizyonda yazarçizerlerle bir arada program yapanlar kaleme sarıldı. Yetmedi, sosyal medya ilginç keşiflere zemin hazırladı. İlgi gören kısa yazılardan kitaplar hazırlandı. Orada beklediğinden fazla beğeni alanlar, yazabileceğine inandı ya da inandırıldı.

Manzara yozlaşmaya müsait ve gelip geçici bir hevesle bir dönem yazgısı gibi görünse de bu atak kötüye yorulmamalı. Ancak yazılı ve sözlü şekliyle ihtisasa dayalı kültür birikiminden mahrum ve bu alana ilgisiz bir yazar neslinin, kalite kontrolsüz yazma eyleminin giderek çoğalmasının gelecek nesillere ne tür bir miras bırakacağı endişesini taşımak boynumuzun borcu. Diğer taraftan bu çoğalma, yıllarını okumaya, yazmaya ve bunu yaymaya adamış kalem erbaplarının çilesine deva umudu taşıdı ve yayıncılığın daha sempatik bir ortama dönüşmesini mümkün kıldı.

Çünkü bu çoğalma çok sesliliğin de bir sembolü. Kısırlaştırılmış, kırpılmış, azaltılmış bir yazma dürtüsünün devran karşısındaki mücadelesi, ancak yarısı yenik bir serüvenin adı olabilir. Bugün ise neredeyse sınırsız bir akış söz konusu... Elbette sınırsız bir inisiyatif kavgası... Yarısı yenik serüvenler bugünleri yaşasa ne tür destanlar yazılırdı, kim bilir.

İyi görünen her durumun hep bir taraflarda saklanmış bazen de açık edilmiş olumsuzluklar barındığı düşüncesi hepimizin malumu. Yayın arttı, yayıncı arttı, yazar arttı... Buna mukabil kitap okurları arttı, sahaflar son yıllarda en gözde ziyaret mekânları hâline geldi, kütüphaneler daha çok ziyaretçi almaya ve her yeni ay başka bir kitap fuarının müjdecisi olmaya başladı.

Bütün bu gelişmeler hayra yorulduğunda karşımıza, duyarlı bir toplumun “etüt” döneminden bir resmigeçit çıkıyor. Türkiye'deki bu genişleme, dünya yayıncılığında olan bitenin elimizin altına taşınmasını, okuma biçimlerindeki arayış ile sözlü kültürün de yeniden hatırlanmasını sağladı.

Bugün bir yazardan, kitabını yazmakla yetinmemesi, çeşitli kürsülerde konuşması ve deneyimlerini paylaşması gereken bir kültür taşıyıcısı olması beklenir oldu. Okuyucular da yazarı, izini kaybettirmiş gizemli bir kahraman olarak görmektense onu yakından tanımayı istedi. Bunu başardı da...

Şu kapitalist dünyada arz talep dengesinin arada bir de olsa doğru tetikleyicilere ihtiyacı var. O türden bir refleks kendini gösterdiğinde, durdurmak için bir sebep de kalmıyor.

Aslında devrin ihtiyaçları ve mevcutları, yapılması gerekenlere zemin hazırlıyor. Teknolojiye boğulduğumuz gerçeğini -istemeyerek de olsa- kabul etmemiz gerektiği gibi bu yığıntının da bir boşluk meydana getirdiğini kabul etmek durumundayız. O boşluk, büyük bir kesim tarafından hâlâ salt eğlence ile giderilmeye çalışılıyor. Ancak moda eğlenceler, yorgun ve tembel zihinlerin mevcut durumunu körüklemekten başka işe yaramıyor. Rahatlatmıyor.

Kişinin içinde bir yerde biriken ve giderek bulunduğu yere sığmayan huzur arayışı ve öğrenme isteği, tatlı bir baharı çağırırcasına ve elde ne varsa peşine düşercesine heveskâr. Bu heves okumaya karşılık geliyor. Günümüzün iletişim ağını biçimlendiren görsellerdeki gürültülü baskıların her biri, kişideki cevheri söndüren ve gömen bir tahakküm abidesi. Okumak duyuları rezerve etmek için birebir bu yüzden. Bunca maruz kalınanlar sonuncunda ortaya çıkan yenilenme dürtüsü, okumayı hobi türünden kalıplara sığmayacak bir ihtiyaca dönüştürüyor.

Ramazan kitaba yaklaştırıyor evet… bu vesileyle kurulan fuarların izini sürmeyi ihmal etmemek gerekli. Bize bizden bir şeyler söyleyen yayınlarla buluşma ve okuyarak doyma gayreti için…