06 Ocak 2017

Komprador ordular ve 27 Mayıs’ın hiç söylenmemiş sırrı -2

Üç yıl süren Kore Harbi'nde Türk Ordusu hiç yenilmedi! Savaşın başından sonuna kadar Türk Askeri'nin yanında tercümanlık vazifesiyle görevlendirilmiş Koreli Sang Ki Paik'kinin Türk'ler hakkındaki gözlem ve analizleri savaştan sonra herkes için çok kıymetliydi. Şöyle diyordu; Şu gerçeği açıkça belirteyim ki Türk Askeri Kore'de yaptığı bütün hücumlarda düşmanı mağlup etti ve hiç geri çekilmedi. Kore'ye gelen Türk tugaylarının zaferlerini bu gerçek ışığında nasıl çözümlemeyebiliriz? Bu kadar merhametli ve cana yakın insanlar savaşta hücuma kalktıklarında ne oluyordu da saldırıları bu denli görkemli ve yok edici oluyordu? Bu halim-selim insanlar, düşmanla karşılaştıklarında kükreyen arslanlar gibi saldırarak daima ileri atılıyor ve hiç gerilemiyordu. Bu düğümü, bu her ölüm kalım anındaki başarı sırrını çözebilmek için hücum hâlindeki Türk askerini merak ve ısrarla inceledim. Subaylar hücumda asla geri kalmıyor hatta bazen tek başlarına öne atılıp düşmana saldırıyorlardı. İşte o zaman erler, subaylarını korumak için çılgınca daha da öne geçiyor ve süratle komutanlarını güven altına alıyorlardı. Üzerinde önemle durulacak bir husus, düşmana saldıracakları zaman “Allah Allah” sesleriyle savaş alanını etkileri altına almalarıydı. Geriye çekilirse “Allah Allah” diyemeyeceğinden ileriye, daima ileriye atılma zorunluluğu içinde bulunmalarıydı. Geri çekilişte Allah'sız kalabilme, Allah'sız ölebilme endişesi vardı. Galiba sır burada çözümleniyordu.

Bu sırrı unutmayın! Ama akledenler için bu satırları okuduğu şu ân ile eceli arasında kalan tüm zamanları aydınlatabilecek bir hatırasını nakledelim Koreli tercümanımızın. Sang Ki, Türk Tugayı içinde görev yaptığı süre içinde o kadar inanılmaz zaferlere ve kahramanlıklara şahit oluyor ki anladığımız kadarıyla kendisini her ne olursa olsun yenilmeyecek yarı savaş tanrısı yarı insan mitolojik yaşam formları arasında yaşıyormuşçasına güvende hissediyor. Böylesi bir güvene rağmen  “bu defa her şey bitti” dediği bir anını şöyle anlatıyor; Seul savunması sırasında yine tüm dost kuvvetler düşman saldırılarıyla mağlup edilerek cephe gerisine çekilmiş ve cephenin ilerisinde alışıldığı üzere Türk Askeri tek başına kalmıştı. Çin denizini, Türk ordusu yalnız karşıladı. Düşman bütün kuvvetiyle sürekli olarak taarruza geçti. Gece kıpkızıl olmuş, yanıyordu! Saldırıların sonu gelmiyor, kendi cesetlerine basarak ilerleyen düşman kırıldıkça daha çok büyüyordu. Bu ne tükenmez insan seliydi böyle. Bir ara öyle oldu ki makineli tüfek namlularının kızardığını gördüm. Buradan başka bir cehennem olamazdı. Başımı bile kaldıramadığım o anlarda Türk askerleri cephane ikmali yapıyor, yaralılarını taşıyor ve bir ikisi bir araya gelip karşı hücuma geçiyordu. Yaşamak veya yaşamamak bu üstün yürekli varlıkların indinde bir anlam ifade etmiyordu. Düşman ölmekten yoruldu ve bir ara durdu. Sonra 2. Tabur komutanı Binbaşı Miktat Uluünlü'yü şehit eden bir top mermisiyle ölüm kalım savaşı tekrar başladı.  Düşman o kadar kalabalıktı ki artık karargâh ve havan bölüğünün erleri bile görev yerlerini terk edip boğuşmaya katıldılar. Çin askerleri siperlerimize doluyordu. Tam bu sırada 6. Bölük komutanı Beşir Günay yüksek sesle tekbir getirmeye başladı. Bölük kademe kademe komutana uyarak tekbir getiriyor ve bu ilâhi nağme bütün geceyi sarıyordu. Bu tekbiri ilk defa o gece duydum. Gece savaşının sona erdiği ve tüm ümitlerimizin bittiği anda her tarafı kaplayan bu ses karşısında Çinli'ler şaşırdı ve durakladılar. Gözleri korku ve şaşkınlıkla büyümüş şekilde geri geri çekilmeye başladılar. Görülmemiş, anlatması zor, inanılamaz bir durum ile düşman ricat etti.

Kore Harbi'nde savaşan Türk Ordusu'nun zikredilen sırrı A.B.D. ve İngilizleri korkuttu! Onların hesaplarına göre Lozan'da kuruluşuna izin verdikleri rejim çok sert bir lâisizmle tarihi biçimlendiren Türk tipini kendi ontolojisinden kopartarak çoktan yok etmiş olmalıydı. Ama Kore'de gördükleri Türk, kâbuslarındaki Türk'tü.

 27 Mayıs ihtilâlinin gerçek sebebinin bu olduğunu iddia ediyorum! Amerika'nın 30 Mayıs'ta tanıdığı cuntaya yaptırdığı ilk iş, Türk Ordusu'ndaki generallerin %90'ını, albayların %55'ini, yarbayların %40'nı emekliye sevk ederek tasfiye ettirmesiydi. Bu 275 general ve yedi bin subayın emeklilik ikramiyesiyle alakalı finansmanı doğrudan A.B.D. karşılamıştı. Tasfiye, “1952'de resmen NATO'ya üye olan Türk ordusunu hem teşkilât yapısı, hem de tarih ve düşman algısı bakımından NATO standartlarına uygun hale getirme” gayesiyle yapılmış ve askerimiz lojman dayatmasıyla da milletinden ve irfanından soyutlanarak fiilen ve zihnen temerküz kamplarına hapsedilmişti.