Kültür -2: Sosyolojik/Antropolojik Silah
Cemil Meriç’in kültür kavramına yönelik geliştirdiği olumsuz yaklaşım, tanımlamazlığı ve hiç bitmeyen anlam yükleme kaygısı sebebiyle anlaşılabilir bir durumdur. Buradan bakınca kültür hiç şüphesiz “bukelamun”dur.
Bugün iletişim kelimesinin bile
dijitalleşme ve internetle inisiyatifi elimizden almış olmasından ötürü sadece
olumlu karşılık bulmadığı günümüzde, “yararlıları” ve “zararlıları” bir potada
eritir görünen kültür kelimesinin durumu da bilhassa 20. yüzyılda muğlak ve
karmaşık bir durum arz eder.
Kültür iyi bir şey midir, yoksa
kötü bir şey mi?
Kültürde iktidar olmanın şartları
belirlediğinin düşünüldüğü günümüzde, kültür içi neyle doldurulursa onu
yansıtan, güdümlenebilir, empoze edilebilir, dayatılabilir, kötüyü-çirkini
kamufle ederek zerk edebilir kaygan bir zemine karşılık gelmektedir.
Kültürel hegemonya ile toplum
ideolojik (ya da buna dünya görüşü diyelim) şekillendirmeye uğruyorsa, kültür
artık bir sosyolojik/antropolojik silah konumuna gelmiş demektir.
Meriç’in vurguladığı “kaypak,
karanlık, samimiyetsiz” tanımı, bu noktada her türlü (iyi-kötü)
“kullanılabilir” bir olgu olduğunun altını çizmek içindir.
Medeniyet yönüyle güçlü ülkelerin
ve toplumların ise bu zokayı yutmamasını yeğlemiştir.
Ama gelin görün ki… kültür kelimesi
dilimizden düşmüyor.
Zaten Meriç’in kültürü Batı’nın
sefaletinin bir simgesi olarak görmesi de bu dayatma karşısında direnmek
mânâsına geliyor bana göre… Kültürel tuzakların daha çok farkına vardıkça bu
dirence daha çok saygı duyuyorum.
Batılı aydınların tanımları ise
kültürün gündelik değerlerin meczi olması üzerinden değil.
Genelde arkeoloji olgusuymuşçasına
bir yaklaşım var. Bu yer yer bizim aydınlarımızda da görünen bir durum.
Kültürü arkeolojik yaklaşımla
yalnızca tarihselliği üzerinden tanımlamak, özellikle 20. Yüzyılın ikinci
yarısından sonra Batı’nın sistematik kültür taarruzuna bir açıklık getirmeye
yetmiyor.
Mesela Umberto Eco’nun yaklaşımı da
biraz böyle. Kültürün kaynağını isimlendiriyor: “Kültür ebediyen kaybolmuş
kitaplar ve diğer nesneler mezarlığıdır.”
Eco’nun bu tanımı kendi dünyasında
tam karşılık buluyor; çünkü kendi zamanının en iddialı bibliyofillerinden
biriydi hem de önemli bir kitap koleksiyoncusuydu. Kendisinin de itiraf ettiği
üzere, kitabın cismini muhtevadan daha değerli bulduğu zamanlar da oldu.
“Kültürler bize neyi muhafaza
etmek, neyi unutmak gerektiğini söyleyerek eleme işlemi yaparlar. Bu anlamda,
bize ortak bir anlaşma zemini sunarlar, buna hatalar da dahildir.”
Eco’ya göre bu “kendiliğindenlik”
artık çığırından çıkmıştır.
“Küreselleşmeyle birlikte herkesin
aynı şekilde düşüneceğine ikna olmuştuk. Her açıdan bunun tersi olan bir sonuç
var elimizde: Küreselleşme ortak deneyimin parçalanmasına katkıda bulunuyor”
diyen Eco, kültürlerin aynılaşmasından yana olduğunu, ancak küreselleşmenin
ayrışmaya ve parçalanmaya katkıda bulunuşuna tanıklık ettiğimizi dile getirir.
Ne var ki, küreselleşmenin meydana
getirdiği kültürel aynılaşma tehlikelidir. Kök değerlerinden ve medeniyet
birikimlerinden uzaklaşan, küresel diktanın dayattığı kültüre uyumlanmaya
çalışan toplumları psikolojik ve sosyolojik kaos bekler. Nesiller arası
çatışma, yabancılaşma ve yalnızlaşma bunlardan birkaçıdır.
Ancak küreselleşmenin katkıda
bulunduğu “ortak deneyimin parçalaması” da tehlikelidir.
Küreselleşmeyle 7/24 eğlence ve
sanal dünya içerikli popüler kültür, bütün dünyayı devasa bir şemsiye altında
topladı. Bu şemsiyenin altındaki debdebede ortak deneyim adına kurulan iletişim
ve yapılan paylaşımlar toplumlarda yeterli karşılık bulamıyor.
İnsaniliği ve büyük medeniyetleri
inşa eden her türlü gelenek, değer ve düstur dışlanıyor, küresel kültür
hegemonyasınca hor görülüyor.
Bu parçalanma Eco’nun dediği gibi
tam olarak yerleşik ortak deneyimin parçalanması değil, her toplumun kendine
ait deneyim varlığının parçalanması ve bu parçalanmışlık üzerine yapay bir
deneyim tarihselliği oluşturulmaya çalışılması.