02 Aralık 2016

Kur’an’ın kaybolan sesleri ve fahri diyanet

Yeryüzüne kelimelerin içinden geçirilerek indirildik. İlk olarak meleklerin karşısında şeylerin isimleriyle sınandık ve kazandık. Allah bu yüzden meleklerine karşı insanla iftihar etti ve emretti, tüm melekler bize secde etti. Yaratan olmadığımız halde “kendisine secde edilmiş” olmamız, (kim bilir) belki de en ağır yaramız, en zayıf yanımız olarak boynumuza asılmıştır. Sonra başka bir kelimeyle - yalan yere edilmiş yeminle- ayartıldık ve birimiz bir diğerine düşman olarak dünyaya saçıldık. Bunlar olurken hepimiz oradaydık, Âdem'in sulbünde mukadder, bekliyorduk!

Anlaşılıyor ki kelimeler, yâni bir ses kalıbına sıkıştırılarak, iç veya dış ses hâline gelmiş mânâlar, insana verilen, onun programına kodlanan en önemli emanetlerin başında yer alıyor. Zaten yaratılma sebebimiz olan ibadetlerin zahir ve bâtın tüm îcaplarını, ancak iç ve dış seslerle taşınan anlamların şuurumuza yüklenmesiyle yerine getirebiliyoruz. Bu anlamları, taşıyıcıları olan hükmolunmuş seslerden ayrı olarak tanımlamamız yahut idrak etmemiz mümkün değil!  

Gündelik işlerimizi görmek için kullandığımız sıradan kelimelerin telaffuzundaki bir bozukluk ve sapmaya dahi bilincimiz tahammül edemez, itici bulur. Kelimeler hem anlamlarıyla hem telaffuzlarıyla, kendisinden sâdır olduğu insanı ses ve sözlere ait mertebeler arasında tenzil yahut terfi ettirerek gezdirir. Süfli olanın da ulvi olanın da kendine özgü dilleri vardır. Dil de tıpkı insan gibidir; ulvi olandan küçük sapmalar ve kopmalarla boza-uzaklaşa süflileşir. İnsan gönlü, beşer lisanının bozuk telâffuzunu bile sakil ve rahatsız edici bulurken,  ilâhi kelâmın okunuş ve söylenişinde görülecek sistematik ve kalıcı bir ses sapmasına nasıl tahammül edebilir?

Bu ülkenin insanlarının zihninde Kur'an'ın seslerinden iki harf çalındı, yok sanki! Bunun bizden neleri eksilttiğini, nelerden mahrum ettiğini belki kıyamete kadar bilemeyeceğiz. Bildiğimiz Kur'an ayetlerini dinlerken artık “Kaf (ق)” ve “tı (ط)” seslerini duymadığımızdır. Neden? Elif be öğrenirken her çocuğa gerçek sesleriyle öğretilen bu harfler, hangi tecvit/mahreç kaidesi gereğince Kur'an ya da ezan içinde veyahut tesbihat yapılırken başka harflere, seslere dönüştürülüyor. Neden ilahiyat fakültelerinin, diyanet işleri başkanlığının sınav ve mülâkatlarından bu yanlış okumalar pekiştirilerek geçiriliyor? Allah'ın adları içinde “gadir” diye bir isim var mıdır? “Gadr” sahibi olmakla “kadr (kudret)” sahibi olmak aynı şey midir? Allah'ın “Kadir” ismini olduğu hâliyle, yani  ق (kaf)sesiyle neden hiçbir camide duymuyoruz. Kamet getirilirken söylenen قد (kad) hecesini (gad) olarak telaffuz etmenin gerekçesi nedir? Her kaf'ta gaf yapmak niyedir? Aynı şekilde Kur'an'da geçen “şeytan” kelimesi ط(tı) harfiyle yazıldığı hâlde niçin ض(dat) harfiyle yazılıyor gibi “şeydan” olarak okunmaktadır? Hâlbuki sesler anlamın, anlam seslerin mütemmim cüzü yâni tamamlayıcı-ayrılmaz parçalarıdır. O harfler, kelimeler nasıl vahiyse o harfleri ve kelimeleri taşıyan sesler de vahiydir. Kim duyar, kim önlem alır?

 Yavuz Sultan Selim Camii'nde bir sabah namazındayız. Selâmdan sonra müezzin mahfelinde örme takkeli bir kişi tesbihat öncesi namütenahi kelime-i tevhidi tekrarlıyor. Cemaatten bazı kimseler uzadıkça uzayan bu nevzuhur ritüelden rahatsız oluyor ve hoşnutsuz bir yüz ifadesiyle dışarı çıkıyor. Civardaki camilerde sabah ve yatsı namazlarından sonra hızla yayılan bir uygulama bu. Senin ya da mensup olduğun cemaatin böyle bir virdi-geleneği olabilir. Ama o camii ne senin ne de cemaatinin özel mülkü değil, tüm Müslümanların mescidi! Umumun ölçülerinin dışına çıkamazsın. Peki, İstanbul'un en önemli selâtin camilerinden birine bile sirayet eden ve bu şehrin camilerine özgü yüzlerce yıllık adabı ve âdetleri yok eden taşra kabalığı ve cüreti karşısında kim sorumluluk hissedecek?                  

 Diyanet İşleri Başkanlığı önceden fahri şimdiyse geçici denilen statüde çok sayıda Kur'an kursu öğretmeni alıyor. Alımlarda aradığı şartlar; İmam Hatip Lisesi, İlahiyat ön lisans veya ilahiyat lisans diplomalarından birisi, KPSS puanı, DHBT sınavlarından 60 ve üzeri puan almak, sözlü mülakattan geçer not almak şeklinde sıralanıyor. Bu koşullar asaleten atanmak için istenilen şartlarla aynı! Madem bu kadrolarda vazife yapacak insanlara ihtiyacınız var ve atadığınız kişileri zaten tüm bu vasıfları haiz kimseler arasından seçiyorsunuz, neden asaleten görev vermek yerine geçici statüde başlatıyor ve 700/900 TL arası maaşlarla istihdam ediyorsunuz? Neden bu insanları belirsizlik ve yarınsızlık duygusundan kurtarmıyorsunuz?  Şimdi bu koşulları taşıyan imam ya da kuran kursu öğretmeninin sınav sonuçları ve aldığı belgeleri bir iki yıl sonra geçersiz sayacak ve aynı imtihanlara bir daha girmesini isteyeceksiniz. Burada bir tür “taşeron” mantalitesiyle insan çalıştırma veya alım baskısını bu istihdam şekliyle oyalayıp yumuşatma, yıldırarak dağıtma amacı mı var? Hangisi olursa olsun ahlâki değil!

Diyanet İşleri Başkanlığı tarihi boyunca hakikate ve milletine karşı sadakat duygusunu büyük ölçüde muhafaza etmiş, saygın bir kurum. Mehmet Görmez'le birlikte bu hususiyeti daha da belirginleşti. FETÖ faciasından sonra kuruma yönelik eleştirileri değerlendirdikleri ve milletimizin fertlerinin diğer din ve gayret cellâtları tarafından istismar edilmemesi için çaba sarf etme niyetinde oldukları görülüyor. Hakkın hatırı her şeyden yüce ve evlâdır. Vakit az, iş çok, yol tek!  Müslüman'ın zarafetine,  estetik öfkesine, şefkat ve ciddiyetine ne kadar muhtaç Âdemin son çocukları!