23 Nisan 2016

Kürkçü dükkânını karıştıran Kürkçü’nün trajik hali…

Yang Yiyen ile Luo Kuangpin kaleminden Çin Devrimi'ni anlatan Kızılkalayalar romanını okuduğumda 13'ünde ya vardım ya yoktum.

Nikolay Ostrovski'nin Ve Çeliğe Su Verildi'sini, Jack London'un Demir Ökçe'sini, Maksim Gorki'nin ‘Ana'sını okuduğumda da çok farklı değildi yaşım.

Ablamla nişanlıyken üniversite öğrencisi olan eniştemin getirdiği kitapları soluksuz okudukça, dünyasını hak ve adalet üzerine kurgulamaya çabalayan ben, sol ve sosyalist dünyanın içine savuruyordum kendimi.

Dönemin politik ikliminde CHP geleneğinden gelen birçok ailenin çocuğunun kaderiydi bu. Dünyayı güzellikler kurtaracaksa bu ancak solun eliyle olacaktı.

12 Eylül öncesinde yalnızca İzmir'in değil, belki de Türkiye'nin en politik okullarından olan Buca Lisesi'nde artık her iki günde bir bir şeyleri protesto ederek, yazılamalara çıkarak, dergiler satarak memleketi sömürüden, oligarşiden, faşizmden kurtaracağını düşleyen devrimcilerdik.

Şaka gibi elbet de... 15,16 bilemediniz 17 yaşındaki çocukların solculuğundan ne çıkar diyecek halleri yaşamadan ölümü, acısı, korkusu bol zalimane zamanların içinde bulduk kendimizi.

Sol siyasetin albenili jargonlarını politikanın henüz ‘P'sini bilmeyen acemiliklerine bulaştırdıkça örgüt hallerinin heyecanına kapılıp yanlış yapanlarda da çok oldu, o yanlışların kurbanı olanlar da, tıpkı öte tarafta olduğu gibi.

O günlerden bu günlere çok zaman geçti.

Bugünün 40 küsur yılını beklemeden epey zaman önce, yine tek bir şiddete elini bulaştırmamanın şükrüyle insanın asıl devrimini vicdanında ve adalet duygusunda yapabileceğini gösterdi hayat bana.

Solun kazandırdığı ya da daha küçük yaşlarımdan beri her daim hak ve adalet üzerine kurgulamaya özen gösterdiğim dünyama kattığı olumlu şeyler oldu elbet, kendimi nicedir uzak tuttuğum düşünsel kalıpları, şablonsal yaklaşımları olduğu kadar.  

Onca fırtınaya, kasırgaya, dağılmalara karşın sol ve sosyalist bir dünyanın kalıplarıyla şekillenirken, akla ve yüreğe takılanın sorgulanmasının gerekliliğini iyi öğrendim mesela.

İyi niyet ve samimiyetle okuduklarımızdan, duyduklarımızdan, gördüklerimizden çıkardıklarımla hak, hukuk, adalet, vicdan kavramlarının mutlak bir politik aidiyet, bağlılık ya da kör taraftarlıklarla değil, insanı ve doğayı seven, anlayan bir aklın ve yüreğin varlığıyla ilişkili olabileceğini düşünebildim.

Onca albenili sözün yerine hangi renkten, etnisiteden, dinden, mezhepten olursa olsun haksızlığa uğrayan her insanın hakkının korunmasının solculuğun ya da devrimci olmanın en temel şartı olduğuna inandırabildim kendimi.  

İnsanı zalimleştirecek, kitabi bütün değer ve inançlardan saptıracak olanın, aidiyetlerden ve kör bağlılıklardan kaynaklanan yanlışlıklara itiraz etmeden yalan, haksız ve abartılı söylemleri gerçekmiş gibi göstermek olduğuna da...

Ait olunan çevrenin içindeki adaletsiz duruşlara ses etmemelerin, en başta o ütopik dünyaya zeval getireceğini, bunun da zalimliğin, despotizmin, yoldan çıkmaların olağanlaşacağı bir kültürsüzlüğü yerleştireceğine de...

 ‘Yiğidi öldür hakkını yeme' düsturunun ülke, halk, devrim söylemlerini ağzından düşürmeyen insanların olmazsa olmaz karakterinden olması gerektiğine de kendimce karar verebildim.

Bugün sol cenahtan gelip benim gibi düşünüp, davranan çok insan var bu ülkede.

Tıpkı aklını, yüreğini çocuk hallerimizin biçimlendiği zamanlarda bırakıp, hala solun köhnemiş şablonlarıyla düşünenler olduğu gibi.

Onlardan biri Başbakan Ahmet Davutoğlu'na, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nde, güneydoğu'da terör örgütü PKK'ya yönelik operasyonlarla ilgili sorusunu İngilizce sorma lâubalîliğini marifet sayan HDP milletvekili Ertuğrul Kürkçü mesela.

Şımarık ve huysuz bir çocuk edasıyla bezenen üstenci halini izlerken bir DEVGENÇ Genel Başkanı'nın henüz 12'sinde DEV GENÇ sempatizanı olan bir çocuğun hak, hukuk, adalet ve vicdan üzerine kurguladığı dünyasının yanına 70'ine merdiven dayadığı zamanda dahi uğrayamadığını görüp, üzüldüm.

Evet, ülkesinin diline, geleneğine, siyasi tercihine saygıda kusur ettiğine aldırış etmeden, elleri herkesten daha kirli ‘sözde' demokrat ülkelerin vekillerinin önünde Başbakan'ı sıkıştırmaya çabalarken gördüm ki Kürkçü, ben gibi nice solcunun çocuk dünyalarında el yordamıyla buldukları ilkelerden dahi hala bihaber.

Asıl ses edemedikleri kirli yapıların tarumar ettiği şehirlerin günahlarını Başbakan üzerinden bir ülkenin boynuna yüklediğine aldırış etmezken ne kadar Türkiyelileştiklerini…

Çapaçul bir edayla ‘Suriye savaşından kaçan mülteciler için Türkiye hala güvenli bir ülke mi?' diye sorup, günahsız bir yığın insanın ekmeğiyle, kazancıyla oynamaları kaale almazken de ne kadar sosyalist olduklarını gösterdi Sayın Kürkçü.

Fakat ‘samimi sol' adına asıl utanç, daha düne kadar ‘Kürt' olduğunu dahi söyleyemeyen bir halkın değil de Suriye'deki cehennemin oluşması için her naneyi yiyen lakin Kürkçülere kendini ‘temiz' diye yutturabilen Batılı ülke vekillerinin ‘hem suçlu hem güçlü' edasıyla pişkince ‘Suriye'deki bu çatışmayı nasıl sona erdireceksiniz?' diye sormasıydı.

Türkiye'ye karşı insaniyet ve şahsiyet açısından kuyruk acısı çekenlerin dükkânında, dönüp dolaşıp geleceği kürkçü dükkânına laf sokan solcu vekilimizin hali, ben gibi nicesinin çocukluğunu, gençliğini, ömrünü verdiği memleket solunun gördüğü en pespaye hâl olarak ülke tarihine düştü.