15 Nisan 2022

Kutsal insan ve toplum

Kutsal mekân, kutsal zaman yazımızdan sonra üçüncü olarak kutsal insan ve toplum hakkında yapacağımız değerlendirmede, Allah dışında kutsal canlı var mıdır sorusuna cevap arayacağız. Önceki yazılarımızda Kur’an’da kutsal mekânlar olarak belli mekânları ele almış, kutsal zaman olarak da Kadir gecesi başta olmak üzere diğer zaman dilimleri üzerinde değerlendirmelerde bulunmuştuk. Fakat iş kutsal insan, kutsal toplum ya da kutsal canlı kavramına gelince işimizin daha zor olacağını bilmemiz gerekir. Çünkü kutsal mekân ve zaman kavramında zaman ile mekân edilgen ve iradesiz iken; kutsal canlı kavramında bir etkenlik ve irade sözkonusu olduğunu görüyoruz. Hem kutsal olup hem de varlığın canlı olması Allah'tan rol transferi anlamına geleceği için, işin içine şirk unsurlarının girip girmediği, konuyu tartışmalı hale getiriyor.

Bu konuyu ele almamızdaki başlıca sebep Hristiyanlar hakkında bahsedilen “Allah üçün üçüncüsüdür, diyenlerin kâfir olacağı”1 hakkındaki ayettir. Teslis anlayışının sadece hristiyanlarda mı olduğu, müslümanlara da Hz. İsa benzeri bir kutsal varlığın geçip geçmediği sorusuna cevap aramak gerektiği, en azından tesniye (ikileme) olup olmadığı, bizleri bu konuda çalışmaya zorladı. Ayrıca Türklerde öteden beri süregelen kutalmışlık anlayışı, el verme ritüeli, ocak kültürü, silsile-i sâdât anlayışı, seyyid ve şeriflere olan bakış açılarımız bize konu üzerinde daha geniş bir çalışmanın yapılması gerektiğini düşündürdü. Ayrıca İsrailoğullarının kendilerini seçilmiş kabul etmeleri, Hz. İbrahim’in kendisi gibi nesli için de önderlik niyazında bulunması, Allah’ın “zalimlere ahdinin ulaşmayacağı”2 cevabı, çalışma alanımızın çerçevesini genişleti.

Bu konuyu ele almaya başladığımız andan itibaren ilk karşımıza çıkan sorunun “Allah kendi dışında ilahî güçlere sahip, olağanüstü varlık yaratıp yaratmadığı?” sorusu oldu. Kur’anda canlı olarak tek kutsal varlık olarak Cebrail as’ın olduğunu gördük. Bunun dışında insanüstü varlığın olmadığı ama üstün insanın var olduğunu gördük.

Konunun merkezine Cebrail’in yerleşmesi üzerine Cebrail as ile ilgili araştırma yapmadan konuya girilemeyeceğini farkettik. Peki Cebrail kimdir?

Cebrâil Kur’ân-ı Kerîm’de Cibrîl, Rûhulkudüs, Rûhulemîn, Rûh ve Resul şeklinde beş değişik isimle ifade edilir. İlgili âyetlerde belirtildiğine göre Cebrâil karşı konulamayan müthiş bir güce, üstün bir akla ve kesin bilgilere sahiptir; “arşın sahibi” nezdinde çok itibarlıdır ve meleklerin kendisine mutlaka itaat ettiği şerefli bir elçidir.3 Hz. Meryem’e normal bir insan şeklinde görünerek rabbinin elçisi olduğunu ve ona temiz bir erkek çocuğu bağışlamak için geldiğini söylemiş,4 Hz. Îsâ doğduktan sonra Allah’ın emriyle ona destek olmuş, Hz. Peygamber’e Kur’ân-ı Kerîm’i vahyedip öğretmiştir. Hz. Peygamber onu bir kere “açık ufuk”ta, bir kere de “sidretü’l-müntehâ”da aslî hüviyetiyle görmüştür. İnkârcılara karşı Hz. Peygamber’in dostu, müminlerin destekleyicisidir. Kadir gecesinde meleklerle birlikte yeryüzüne iner, âhirette insanlar hesaba çekilirken mahşerde saf saf dizilen meleklerin yanında bulunur.5

Hadislerde Cebrâil, Hz. Peygamber’e yardımcı olmuş6 insan şekline girip müslümanlarla birlikte bazı savaşlara katılmış, kâfirleri hicveden şair Hassân b. Sâbit’e şiirlerinde ilham vermiştir.7 Hz. Peygamber, Cebrâil’in Allah nezdindeki üstün mertebesini dikkate alarak dualarında “Cibrîl’in rabbi” ifadesini kullanmış ve bir anlamda onunla tevessülde bulunmuştur.8

Cebrâil’in mahiyeti ve sahip olduğu niteliklerin yorumuyla ilgili spekülasyonlar tam bir skolastik görünüm arzetmektedir. Meselâ kelâmcılar başta olmak üzere birçok İslâm bilgini, Cebrâil’in Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. İbrâhim’le9 Hz. Meryem’e normal insan şeklinde, pek çok hadiste de10 Hz. Peygamber’e ashaptan Dihye b. Halîfe veya tanınmayan güzel bir “A‘râbî” sûretinde görünmesini (temessül) dikkate alarak onun çeşitli şekillere girebilen ve peygamberler dışındaki insanlarca da görülebilen “latif cisim” türünde bir varlık olduğunu kabul etmişlerdir.

Sûfîlere göre Cebrâil, Dihye şeklinde görünmesi “sûret-i vücûdiyye” değil bir “sûret-i misâliyye”dir.11 İsmail Fenni Ertuğrul’un, tasavvuftaki “nûr-ı Muhammedî” veya “hakîkat-i Muhammediyye” telakkisine dayanan ve kısmen Fazlurrahman’ın görüşünü hatırlatan açıklamasına göre Cebrâil Hz. Muhammed’in hakikati olan “rûh-i a‘zam”ın temessülünden başka bir şey değildir.

İslâm filozoflarından Fârâbî ve İbn Sînâ, Cebrâil’in, kozmik akıllar dizisinin onuncusu olan ve kuvve halindeki insan aklının fiil haline gelerek bilgi üretmesini sağlayan faal akıl olduğunu savunmuşlardır. Onlara göre kemal mertebesinde bulunan peygamberin “kuvve-i mütehayyile”si, uyanıklık halinde bile faal akıl ile ittisâl kurarak ondan aldığı sûretleri duyular âlemindeki örneklerle açıklar.12

Rûhulkudüs’ün Cebrâil olduğunu destekleyen bir başka delil Hz. Peygamber’in Hassân b. Sâbit’e bir defasında, “Kureyş’i hicvet, Rûhulkudüs seninledir”, bir başka zaman da, “Ve Cebrâil seninledir” demesidir. Nitekim Hassân b. Sâbit bir beytinde, “Allah’ın elçisi Cibrîl bizdedir, Rûhulkudüs’ün eşi, benzeri yoktur” diyerek Cibrîl ve Rûhulkudüs ile aynı varlığı kastetmiştir.


İncil’e göre Tanrı ruhtur13 ve Îsâ yeryüzündeki faaliyeti boyunca hep kutsal ruhla desteklenmiştir.14 Kutsal ruh Meryem’i Îsâ’nın doğumuna hazırlamış, Meryem’de Tanrı’nın takdirini gerçekleştirmiştir. Meleğin müjdesinden sonra kutsal ruh vasıtasıyla Meryem bâkire olduğu halde Îsâ’ya hamile kalmış ve onu doğurmuştur.15 İlâhî kelâmın bedenlenmesi sürecinde kutsal ruhun meshetmesiyle Tanrı oğlu Mesîh olmuştur.16


Hıristiyan âmentüsüne göre
kutsal ruh teslîs inancının üçüncü unsuru olması dolayısıyla Tanrı’dır, çünkü Katolik inancına göre baba ve oğuldan çıkmış olup; baba ve oğul ile aynı cevhere sahip ve bu sebeple aynı tâzim ve tapınmaya lâyıktır. Kutsal ruh hayat verir, Tanrı’nın sözünü insana duyurur, fakat insan onu duyamaz. Peygamberler aracılığıyla konuşmuş, kutsal metinleri ilham etmiştir.17

İslamda Cebrail, Allah ile insan arasındaki tek aracıdır. Allah'la muhatap olan tek varlıktır. Bu anlamda Allah'ın iradesinin insan katmanında yansıyışıdır. Görevi son peygamber Hz Muhammed'e vahiy getirmekle bitmiş midir, şu an hiç bir şey yapmamakta mıdır? Yukarıdaki Hassan b. Sâbit ile ilgili hadiste de bahsedildiği üzere peygamberimiz dışındaki insanlara da gelmektedir. İbn Sina ve Farabi gibi filozoflara göre de Faal Akıl olarak insanların ulaşabileceği bir konumdadır fakat gayret ve çaba neticesinde bu akla ulaşılabilir.

Cebrail ile ilgili bu verilerden sonra insanın kutsal olup olamayacağı konusuna girebiliriz. Öncelikle Yahudilik ve Hıristiyanlıkta cemaate dahil edilme ve kutsiyet kazanabilmenin vesileleri vardır. Yahudilikte yer alan ve inananın kutsallığının vazgeçilmez enstrümanı konumundaki sünnet olmanın Hıristiyan kültürdeki karşılığı vaftizdir. Bu bağlamda sembolik öneme sahip olan ve kendisi sayesinde Yahudilerin Tanrı’nın ahdine bağlılıklarının ifadesi sünnet olma, kutsallığa ulaşma yolunda ilk adımdır. O, Hz. İbrahim’in Tanrı ile gerçekleştirdiği ahdin sembolüdür. Uygulanmadığı takdirde bir Yahudi’nin yapmış olduğu tüm iyiliklerin silinerek onun kutsallıktan çıkmasına yol açabilir. Yahudi geleneğinin aksine Hıristiyanlıkta sünnet olmak, Tanrı ile olan bağın bir sembolü olarak kabul edilmez. O yüzden sünnet kutsallığa ulaşmanın bir sembolü değildir. O yüzden Pavlus, sadece sünnet olunduğu takdirde Mesih’in hiçbir faydasının olmayacağını, önemli olanın Kutsal Yasa’nın gereklerini yerine getirmek olduğunu ısrarla söyler.18

Kutsallığa aracı mahiyetinde Yahudilikteki sünnet olma geleneğine muhalif şekilde gelişen Hıristiyan geleneği, diğer taraftan ona benzer dogmatik bir uygulamayı kutsallık için gerekli görmüştür. Bu uygulamalarının adı vaftizdir. Vaftiz, farklı şekillerde izah edilmeye çalışılsa da, neticede sünnet olma gibi itirazsız kabul edilmesi gereken bir uygulama olarak gelişmiştir. Kutsiyetin yolunun, aynen Hz. İsa’da olduğu gibi, vaftizden geçtiği vurgulanarak bu uygulama, Hıristiyanlığa kabulün en temel esası yapılmıştır. Grekçe suya daldırmak anlamına gelen vaftiz, her Hıristiyan bebeğin ya da dine girmek isteyen her bireyin ya tamamen suya daldırılmak ya da üzerine su serpilmek suretiyle kutsanmasıdır. Hıristiyanlığa kabulün temel şartı olan vaftiz, bütünüyle günahlardan kurtulmanın ifadesidir.19 Katolik geleneğe göre bu sakrament/dinî ayin, İsa’nın dirilmesinden sonraki ‚ İsa yanlarına gelip kendilerine şunları söylemesidir: ‘Gökte ve yeryüzünde bütün yetki bana verildi. Bu nedenle gidin, bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin. Onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'un adıyla vaftiz edin.20 Vaftizin Tanrı krallığıyla ilişkisine dikkat çekilir ve tövbenin temel sağlayıcısı olduğu vurgulanır.

Katolik Kilisesi, İsa Mesih’in ezeli varlığının tarih içerisindeki somutlaşmış halidir. Bu otorite öncelikle papalıkla temsil edilmekte daha sonra ise ruhbanlar yoluyla tüm cemaate dağılmaktadır. Hıristiyanlığın en kadim kurumlarından papalık, Katolik Hıristiyanlığın merkezi bir statüye kavuşmasını sağlamıştır. Bu yönüyle tanrısal kelam ve geleneğin devamını sağlar. Bunların izahında birinci derecede rol, ruhban sınıfına aittir. İsa ve Petrus’a aracılık yaparak dini öğretme yetkisine sahip olan ruhban sınıfı, papanın kutsiyetinin halka bakan yönünün temsilcileri kabul edilebilirler. 21 İsa’nın vekili iddiasıyla hareket eden Roma Katolik Kilisesi, bunu diğer kiliseler üzerinde de hâkimiyet kurmaya çalışarak daha belirgin hale getirmiştir.

Teolojik olarak Yahudilerin m.ö 586 yılında başlarına gelen felaket sonrası Babil İmparatorluğu tarafından Yahuda devletinin yıkılması, Kudüs’ün ele geçirilmesi ve Süleyman Mabedinin yıkılması, onların Yahve’ye olan sadakatlerini bozmalarının doğal bir sonucu olarak yorumlanmıştır.

Kutsal gün Şabat, Yahudilerin inisiyatiflerine bırakılamayacak kadar önemlidir ve tanrı ile onlar arasında Musa peygamber aracılığıyla yapılan ahdin bir sembolüdür. Yahudi geleneğinde Şabatın böylesi bir öneme sahip olmasına karşın Hz. İsa o gün kötürüm ve işlerini kendi başına göremeyen bir kişinin yürümesini sağlayarak onu hastalığından kurtarır. Kötürümün yürüdüğü gün Cumartesi olduğu için Yahudiler, buna itiraz ederler ve bunu kimin yaptığını araştırırlar. Sonunda hastalığı iyileşen kimsenin söylemesiyle Hz. İsa’nın buna sebep olduğunu öğrenirler ve ona zulmetmeye başlayınca O, 'Babam/Rabbim hala çalışmaktadır, ben de çalışıyorum cevabını verir. Bunun üzerine Yahudiler Hz. İsa’yı Şabat’ı ihlal ediyor ve kendisini Tanrı yerine koyuyor suçlamasıyla kendilerine düşman kabul edip öldürmeye çalışırlar.22

Hz. İsa’nın haftanın bir gününün bu şekilde diğerlerinden ayrılmasına bir tepki olarak özellikle mi bu günde hastalara yardımcı olduğu net olmamakla birlikte yerleşik bir geleneği yıkmaya çalıştığı bellidir. Farklı olaylar karşısında verdiği cevapların ortak noktası haftanın hiçbir gününün insanın günlük faaliyetleri için kısıtlanamayacağı, Tanrının her zaman bir işle meşgul olduğu ve sünnet olmak gibi bir ritüel için ihlal edilen bu yasağın diğer durumlar için de rahatlıkla çiğnenebileceği mesajıdır.

Bu çerçeveden olmak üzere İsa, başta Yahudilerin Tanrı tasavvurlarını eleştiren bir yaklaşım ortaya koymuştur. Rabb’in dinlenme günü inancı üzerine kurulu Yahudiliğin on emrinden birisi olan Şabat ritüelini kökten reddederek Yahudi din anlayışına meydan okumuştur. Yahudilikteki seçilmiş ve kutsal millet anlayışının doğru olmadığını, gerçek kutsallığın bahşedilen değil hak edilen bir şeref olduğunu vurgulamıştır. Diğer yandan mabedin kurban merkezli ve toplumda katmanlara yol açan anlayışına karşı çıkarak bireysel bir kurtuluş modeli önermiştir. Kurumsal yapının halka beraberinde getirmiş olduğu yükün ancak bu şekilde ortadan kaldırılacağını ileri sürmüştür.

İsa sonrası başta onun çarmıha gerilmesi ve dirilmesi üzerine kurulan Hristiyanlık’taki kutsallık anlayışının evrildiği görülür. Buna göre Yahudilikteki kutsallık anlayışındaki merkezi unsur Tanrı’nın yerini bir bakıma İsa almış gözükmektedir. Bütün kutsiyetin onunla bir şekilde ilişkilendirildiği dikkat çeker. Kutsal şahıslardan kutsal mekân, kutsal zaman ve kutsal nesne anlayışına kadar bütün alanlarda ortak unsur İsa Mesih’tir.

Öncelikle İsa’nın bütünüyle karşı olduğu kutsiyetin varisi din adamları geleneği, başta havarilere yüklenen misyon olmak üzere diğer kilise görevlileriyle devam ettirilmiştir. Bu şekilde onların kutsalın temsilcisi oldukları, İsa’ya ve Tanrı’ya ulaşmada en önemli aracı oldukları inancı Hıristiyan gelenekte yer etmiştir. Sonrasında papalık kurumunun ortaya çıkmasıyla kutsiyet, papalıkla sembolize edilmiştir. Papaların Petrus’un halefi olarak kutsallıktaki rolleri pekiştirilmiştir. Bu sayede onların yanılmaz oldukları ve mutlak doğruya ulaştıracakları inancı kök salmıştır. İsa’nın yaşamında savaş açarak sadece belirli bir zümrenin amacına hizmet ettiğini ve asli fonksiyonundan uzaklaştığını iddia ettiği mabet düşüncesinin inananlar üzerindeki mutlak hâkimiyeti, kilise kurumu ile yaşatılmıştır. Kilisenin yaşayan İsa olduğu anlayışı zihinlere kazınarak ona itiraz İsa’ya karşı gelmek olarak nitelendirilmiştir. 'Kilise haricinde kutsiyet de kurtuluş da yoktur mottosu belleklere yerleştirilmiştir. Bir taraftan Yahudi mabed geleneğinin izleri silinmeye çalışılırken diğer taraftan ona benzer başka bir kurum oluşturulmuştur. Yahudilikte Yahve’nin dinlenme günü inancı sebebiyle çalışmanın yasaklanarak günün ibadete ayrıldığı Şabat’a karşı çıkılmış, ancak diğer yandan İsa’nın dirilmesi anısına yeni bir kutsal gün icat edilmiştir. Kutsal şabat inancına mukabil kutsal pazar günü alternatif olarak takdim edilmiştir. Kutsiyetin kendisinde tecelli ettiği İsa’nın dirildiği güne denk gelen yılın o pazar günü, yılın en kutsal zamanı ilan edilmiştir. Ayrıca diğer bütün Hıristiyan ritüelleri de pazara göre ayarlanmıştır.

Hıristiyanlıkta kutsallık anlayışı, İsa’nın yaşamı ve sonrası şeklinde ikiye ayrılarak incelenmiştir. O tebliğ hayatı boyunca toplumda yerleşik Yahudi uygulamalarına net bir tavır takınmıştır. Mesajını yeni bir kutsal şahsiyet, kutsal mekân ya da zaman inşa etme üzerine kurmamıştır. İçinde yetiştiği kültürün kutsallık anlayışını eleştirerek kişisel ve sade bir anlayış yerleştirmeyi vazife edinmiştir. Ancak ikinci dönem şeklinde nitelendirilebilecek olan İsa sonrası dönemde kendisinin yıkmaya çalıştığı kutsallık anlayışı farklı formlarda devam ettirilmiştir.23

Fakat Yahudilerdeki kendilerini üstün seçilmiş kutsal ırk olarak görme anlayışları halen devam etmektedir. Halbuki Allah Kur'an'da bu özelliklerinin bittiğini belirtmektedir. "İşte onlar (böylece Hakk’tan) eğrilip-sapınca Allah da onların kalplerini eğriltip saptırmış idi. Allah, fasık bir kavmi hidayete erdirmeyecektir."24

Allah bir kişi ya da topluma hak etmeden nimet verir mi, ilânihaye verdiği nimeti devam ettirir mi? Bu konuda Hz. İbrahim sınandığı imtihanı geçince Allahtan niyazda bulunmuş, kendisini ve neslini insanlara imam/önder yapmasını istemiş, Allah ise zalimler için söz vermeyeceğini belirtmiştir.25

Allah bir topluma verdiği nimetini o toplum kendisini bozmadıkça kesmeyeceğini belirtir.26 İlk nimet de hak ederek başlar. Allah bir toplumu kendi nefislerindekini değiştirmeye başlamadıkça değiştirmez.27 Bu anlamda Hz İbrahim'in duası devam etmektedir. İster seyit, ister şerif olsun Allah zalim kimseleri önder yapmayacaktır. Nitekim kendi ana babası için bile sözü geçmemiştir. Peygamberimizin Ebu Talip için hidayet etme gayreti sonuçsuz kalmış, "Sen, sevdiğini doğru yola sevkedemezsin ve fakat Allah, dilediğini doğru yola sevk eder ve O'dur hidayete erecekleri daha iyi bilen."28 şeklinde uyarılmıştır.

Bu konuda tartışmalı olan bir husus vardır ki o da Bedir Ashabının durumudur. Bu seçkin sahabeler, ilerideki yaşamlarında masumiyet zırhını üzerlerine geçirmişler midir? Bu konuda en belirgin iki olay vardır. Birisi Tebuk Seferinden geri kalıp yalan söylemek istemeyip, "bilerek geri kaldık" diyen üç sahabeye elli gün selam vermeyip ilişiği kesme cezası verilerek herhangi bir kutsiyet atfedilmeyişidir. Diğeri ise sahabeden Hatıp bin Ebi Balta Mekke'nin fethi için müslümanların harekete geçeceğini Mekke'de yalnız yaşayan ailesini kurtarabilmek için Mekke yöneticilerine mektupla gizlice bildirmeye kalkışmış, yakalanınca da Bedir ashabı olduğu için affedilmiştir. Çünkü peygamberimizin Bedir ashabını affetme sözü vardır.29 Peki bu söz Bedir Ashabının kutsandığı anlamına gelir mi? Bu konu Vakıa suresindeki sabıklar/önde gidenler diye bahsedilen islami hareketi ilk önce kabul edip, riski göze alan, ortada hiç bir menfaat olmadığı gibi sıkıntıların söz konusu olabileceği durumları bile göğüsleyen insanların çoğunun ilk nesillerden, azının ise sonraki nesillerden olduğu ve bunların en üst cennetlerle ödüllendirileceğinden, bu cenneti de amelleriyle elde ettiklerinden bahsedilir.30 Yani kimsenin olmadığı, herkesin kaçtığı bir dönemde iman edip bir de peygamberimize güvenerek islamın ilk savaşına katılmış olmak, bir rüşt ispatıdır. Bu aşamadan sonra daha üst bir imtihan olmaz. Bu kadar çok merhaleleri aşabilen bir insanın bundan sonraki karşılaşacağı imtihanlar daha kolay olacaktır, kaybetse bile ilk imtihanı kazandığı için affedilecektir.

Bir diğer konu da Aşere-i Mübeşşere'nin durumudur. Bu on sahabe neden cennetle müjdelenmiştir. Ortak özelliklerine baktığımız zaman hepsinin ilk müslümanlardan olduğu, Bedir Savaşına katıldığı ve Rıdvan Biatında Peygamberimize biat ettiklerini görürüz. Yine bu sahabeleri de yukarıda bahsettiğimiz Vakıa suresindeki sâbıklar/öncüler kapsamında değerlendirmemiz gerekmektedir. Yani bu işe emek vermiş insanlardır. Kızı Hz. Fatıma'ya "Ey kızım Fatıma sen de kendini Allah'tan satın almaya çalış; zira senin için de bir şey yapamam"31 buyurarak Fatıma gibi bizlerin de kurtarılmış, kurtulmuş insan modundan çıkmamız istenmiştir.

Fakat İsrailoğullarında böyle bir zorlu aşama göremiyoruz. Savaş emri gelince "siz ikiniz Allah'la savaşa gidin ey Musa"32 diyerek Allah'ın hiddetini üzerlerine çekmişler ve kırk yıl çölde sürgün cezası yemişlerdir. Allah bu toplumu insanların önüne örnek toplum olarak çıkarmak üzere sizi seçtim demesine rağmen bunlar kendilerini seçkin toplum sanmış, sorumluluktan kaçınmak istemişlerdir. Seçilmişliklerini bir görev değil bir lütuf görmüşler ve yanılmışlardır. Bu durumları da uzun sürmemiş, hata üstüne hata yaparak tarihleri boyunca sürgün hayatı yaşamışlardır. En sonunda sözlerinde durmayınca da lanetlenmişlerdir.33

Bu durum müslümanlar için de geçerlidir. Son nefesimize kadar hiç bir şeyin garantisi yoktur. Peygamberler bile "Ya Rabbi, bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi eğriltme,"34 şeklinde dua etmişlerdir. Ya da Peygamberimizin "Ey kalpleri çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl"35 niyaz ettiği şekilde olduğu gibi kimse kendinden emin olmamalıdır. Kimsenin Ahiretteki durumu kesin değildir. Umut ve korku arasındaki duruşumuzu muhafaza edebilmeliyiz.

Kutsal insan konusunu işlerken el verme, şifacı ocak insanlar konusuna da değinmek gerekir. Bazı insanlarda şifa geçirme özelliği vardır. Karşısındaki insanın negatif enerjisini alır, kendisindeki pozitif enerjiyi verir. Sonrasında da rahatsızlanır, çünkü karşısındaki insandan aldığı negatif enerji rahatsızlandırır. Bazı insanlar kendilerinin bu vasıflarından habersizdirler ve girdikleri toplumdan negatif enerjileri kolay topladıkları için, kendisine nazar değdiğini sanırlar. Bu tür insanlara toplumumuzda ocak ismi verilir. Şifa verirken muhatabına dokunarak ya da kılıç ya da bıçak gibi metal bir unsurla temas ederler. Bu iletken unsurlar karşıdakinin enerjisinin kendine geçmesini sağlar. Genelde yılancık kıyma olarak adlandırılan bu olay için dindar olmak gerekmez. Bunun kaynağının toprak olduğunu da iddia ederler. Bunun kişiden kişiye verildiğini düşünenler el vererek yapılacağını, el verecek kişinin bir kemiği düştüğü zaman el verme zamanının geldiğine inanırlar. Hatta bu ocak denen kişiler öldüğü zaman mezarından toprak alarak, yoğurt bile mayalarlar.

Bir de tasavvufta el verme olayı vardır ki, bu durumda el alacak kişi icazet alacak seviyeye geldiği düşünülen kişidir. Bu kişi tasavvufun sülûk kriterlerini yerine getirmiş kişi olarak kabul edilir. Mevcut şeyhin ölümünden sonra başa geçecek ayarda irfanî seviyesinin olduğu düşünülür. Bu konuda Gazzâlî, kulun kutsiyetten nasip almasının zihnini maddî ve dünyevî her şeyden, iradesini bedenî arzulardan temizlemesi gerektiğini söyler.36 Hakîm et-Tirmizî âbid, zâhid ve takvâ sahiplerini arzî, nebî ve velîleri arşî olarak nitelemiş, bunların kutsîler olduğunu belirtmiştir.37 Tâhir el-Makdisî sûfînin önce üns ve kuds mertebesine ulaşması, ardından bunları da geçip zihnini sadece Allah’la meşgul etmesi gerektiğini söyler Temiz ruhları ve nefesleri kutsîler diye niteleyen sûfîler bu ruhların bulunduğu âleme de âlem-i kuds adını verirler. Kutsî olan melekler de bu âlemde bulunur.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre kutsiyet biri zâtî, diğeri arazî olmak üzere iki türlüdür. Allah’ın kuddûs ismiyle O’nun zâtının kutsiyeti dile getirilir. Arazî kutsiyette eksiklik söz konusu olur. İnsan nefsini riyâzetle, ahlâkını mücâhedeyle, aklını mükâşefeyle, organlarını yasaklardan uzak tutmak ve emirlere uymakla takdis edebilir, yani günahtan ve kusurdan temizleyip olgunlaştırabilir. İşte ilk dönem tasavvuf ehlindeki kriterler bu kadar hassas iken günümüzde akrabalık ilişkileri ya da basit kriterler üzerine üzerine bina edilmeye başlanmıştır.

Bir de bioenerji sahibi insanlar vardır. Vücutlarında metal unsurları mıknatısa eden enerjik güç fazlalığı vardır. Karşıdaki insana dokunmadan titreşim yöntemiyle rahatsız olduğu noktada oluşan titreşimle hastalık teşhisi koyabilmektedirler. Bu vasfa sahip kişilerin de dindar olma özellikleri yoktur, her dinden insan bunu yapabilmektedir. Biyolojik unsurlar söz konusudur.

SONUÇ:

Kutsal insan anlayışının temelinde yatan problem, kişi merkezli din anlayışının meydana getirdiği sıkıntılardan kaynaklanıyor olduğudur. Bu problemin sadece müslümanlarda yok, diğer din mensuplarında da var olduğunu incelemiş olduk. Hristiyanlarda Katoliklik kişi merkezli bir mezhep iken, Ortodokslar ilke/değer/sistem merkezli bir mezheptir. Müslümanlarda da Şiiler ve mutasavvıflar kişi merkezli bir anlayışa sahipken, tasavvuf anlayışına sahip olmayan bir kısım sünniler ilke merkezli bir anlayışa sahiptir.

Kişi merkezli demekteki kastımız, dinî yaşamında yol haritasını direkt Allah’tan aldığı işaretlerle belirleyen sistemden bahsediyoruz. Bu işaretler bir rüya, bir sezgi/ilham olabilir. Bu metodu Katolikler, şiiler ve mutasavvıflar yoğun olarak kullanmaktadırlar. Liderleri de çok belirgindir. Hristiyan dünyasında Katoliklerin lideri Papa çok meşhurken, Ortodoksların liderini pek bilen olmaz. Müslümanlarda da şiilerin lideri ya da mutasavvıfların şeyhi çok belirgin iken, mutasavvıf olmayan sünnilerin liderinin ismi pek bilinmez. Çünkü gerek ortodokslar, gerekse sünniler olaylara kaynak merkezli, delil merkezli bakarlar. Eğer Ortodokssa ortada İncil'den bir delil, sünniyse de Kur’an ya da sünnetten bir delil getirilmediği takdirde muhatabın kişiliği pek önemsenmez, hatırı güdülmez.

Bu konuyla ilgili de bir hikâye anlatılır: Günlerden bir gün Şems-i Tebrizî bir ilim meclisine uğrar. İnsanların ayet ve hadisler üzerinden bir meseleyi müzakere ettiklerini görünce. “Niye böyle delaleti zannî konular üzerinden ayet hadislerle meseleyi çözümlemeye çalışıyorsunuz? Bu sabah Allah’tan taze bilgi alan yok mu, onu anlatsa da dinlesek.” der.

Kişi merkezli din anlayışlarının en problemli tarafı, liderin yanlış yola saptığı takdirde bütün cemaati yanlışa sürükleme riskini barındırıyor olmasıdır. Düşmanlar için kolay lokma olacak lider takımı, en kolay tuzağa düşürülme imkânına yol açarlar, tabanla kimse uğraşma gereği hissetmez. Fakat tabanı sorgulayıcı olan, delilsiz adım atmayan hareketler kolay kolay tuzağa çekilemezler. Fakat bu tür hareketlerin handikapı da, birlikte hareket edebilme kabiliyetlerinin sınırlı oluşudur. Çünkü yönetici ekibin her konuya delil getirme gayreti ya da tabanı her zaman ikna edebilme kabiliyetlerinin yetersiz oluşu, birlikteliklerini zedeler. Çok çabuk bölünürler. Birlikte hareket edebilme kabiliyeti yüksek hareketlerin ise itaat kültürü yüksektir. Bu hareketlerin üyelerinin düşünme vekaletini liderlerine teslim etmeleri sebebiyle, bölünme özellikleri daha azdır. Gerek hristiyan dünyasında haçlı seferlerini sadece Katolikler düzenleyebilme kabiliyetine sahipken ve Ortodoks tarihinde hiçbir haçlı seferi bulunmazken; şii dünyasında da İran’ın şii dünyasını kolayca konsolide edebilmesinin altında yatan bu refleksleridir. Sünniler bu açıklarını halifelik üzerinden telafi etmeye çalışmakla beraber, sünnilik üzerinden bir liderlik değil daha çok Araplık/Türklük üzerinden bir öncülük yapabilme imkânı yakalayabilmişlerdir. Sünni dünya halen de bu kolay bölünebilme özelliklerini korumaktadırlar. Çünkü herkes kendi yanındaki kaynaklarla yol bulabilme potansiyeline sahip olduklarını düşünürler.

Bu yazımızdan maksadımız bu hareketlerin kutsal lider figürü altında yanlışa dalma risklerine dikkat çekmektir. Salt itaat kültüründen beslenen bir hareket olmakla yetinmeyip, bu birlikteliğin Kur’an ve sünnet temelli, ilimle dizayn edilerek; cemaatin yönetici kadrosunun hatalı kararlar aldığı zaman onları yönlendirebilecek bir tabanın oluşturulması sağlanmalıdır. Bu konuda İlahiyat fakültelerine ve Diyanet İşleri Başkanlığına ve sivil inisiyatife önemli görevler düşmektedir. Bütün bu hareketler ilim temelli bir yapıya dönüştürülerek, toplumun önünü aydınlatacak hale getirilmelidir. Merdiven altı hareketler, halkın manevi değerlerini suistimal edecek kişiler bu şekilde meydanı boş bulamayacak, her aldıkları kararlarda tabanları tarafından delilleri sorulacak ve sorgulanacaklardır. Bu da cemaatlere ilmî bir kalite katacak, devlet ve millet olarak birbirlerini olumlu bir şekilde etkileyerek yönlendirebileceklerdir. Önerilen makul olan yöntem de bu olsa gerektir.

1 Maide, 5.

2 Bakara 124.

3 en-Necm 53/5-6; et-Tekvîr 81/19-21.

4 Meryem 19/17-19.

5 M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, s. 163, 326.

6 Müsned, III, 108, 113.

7 Müsned, IV, 286; VI, 56; Buhârî, “Meġāzî”, 17; Müslim, “Feżâʾil”, 46, 47.

8 Müsned, VI, 61, 156; Nesâî, “Sehiv”, 88.

9 İbnü’l-Cevzî, IV, 127.

10 Reşîd Rızâ, IX, 163.

11 Abdullah Bosnevî, vr. 1a-3b

12 İbn Sînâ, s. 339; Ca‘fer Âl-i Yâsîn, s. 208.

13 Yuhanna, 4/24.

14 Luka, 4/14, 18; Resullerin İşleri, 1/7.

15 Luka, 1/35, 41.

16 Matta, 3/16; Markos, 1/10-11; Luka, 3/22.

17 Resullerin İşleri, 1/8, 16; 2/4; 4/25; 28/25.

18 Galatyalılar, 5/2, 6.

19 İbraniler, 10/22, Markos, 16/16; I. Petrus, 3/21.

20 Matta, 28/18-19.

21 Mehmet Aydın, Ahmet Hikmet Eroğlu, Papalık, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı, 2007, c. 34, s. 161.

22 Yuhanna, 5/1-18.

23 Cihat ŞEKER Yrd. Doç. Dr., Fatih Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi Cilt: 5, Sayı: 1, 2016 Sayfa: 42-65.

24 Saff 5.

25 Bakara 124.

26 Enfal 53.

27 Ra'd 11.

28 Kasas 56.

29 Buhârî, “Cihâd”, 141.

30 Vakıa 10-26.

31 Buharî, Vesâyâ 11; Tefsir; ; Müslim, İman 348-352.

32 Maide 24-26.

33 Maide 13, 64.

34 Ali İmran 8.

35 Tirmizi, Davet, 124.

36 el-Maḳṣadü’l-esnâ, s. 43-44.

37 Ḫatmü’l-evliyâʾ, s. 285.