Kutsal mekânlarımızdan Mekke, Medine ve Kudüs
Gerek Türk
tarihi, gerekse İslam tarihi açısından kut ve kutsal kavramı oldukça önemli bir
yer teşkil etmiş, insanların düşünce dünyasında kişilerin, mekânların ya da
zamanların kutsal olup olmadığı konusu hep sorgulanagelmiştir. Bu konuda
sorulan başlıca sorular, nasıl kutlu olunur, kut alınır mı, kut verilir mi,
kutun kaynağı nedir, kutsal ne demek, mukaddes ne demek, mübarek ne demek,
harem/muhterem ne demek? gibi sorulardır. Özellikle el vermek, silsile-i sâdât
(seyyitler zinciri), tasavvufun ilk halkası olan Hz. Ebubekir’e ya da Hz. Ali’ye
peygamberimizden geçerken kut nasıl transfer olmuştur gibi sorular toplum
tarafından sıkça sorulmaktadır. “Doğum günün kutlu olsun” dediğimiz zaman kutlu
olunur mu diye merak ederiz. Türklerde de kut alma meselesi eskilere dayanır.
Mesela Anadolu Selçuklu devletininin kurucusu Kutalmışoğlu Süleyman Bey’dir.
Bu tür
sorular için bir dosya konusu hazırlamak istiyoruz. Bu hafta kutsal mekân,
kutsal zaman ve kutsal insan/toplum kavramlarından ilki olan kutsal mekân
konusunu inceleyeceğiz. Gelecek haftalarda ise diğer iki kavramı ele alacağız.
KUTSAL MEKÂN
Kur’anda
kutsal ile ilgili en çok kullanılan kavramlar mukaddes ve mübarek
kavramlarıdır. B-r-k kökenli kelimelerin k-d-s kökenlilere göre daha fazla
zikredildiği görülmektedir. Mübarek ifadesi Kâbe, Kur’an, Hz. İsa, gökten inen
su, zeytin ağacı, gece ve toprak parçası gibi farklı varlıklar için
kullanılmakta, buna karşın mukaddes kelimesi Allah’ı tenzih dışında başka varlıklardan
sadece Cebrail ve toprak parçası için (vadi) zikredilmektedir. Bu durumda
mukaddes olan mübarek olandan daha üstün bir konuma sahip olduğu
anlaşılmaktadır. Buradan hareketle her mukaddesin mübarek olduğunu, ama her
mübareğin mukaddes olmadığı söylenebilir.[1]
Sami
Dillerde Kutsalı İfade Eden Kavramlar
“Qdş”
terimi Sâmî dillerde kutsalı ifade eden terimlerin başında gelmektedir. Bu
kelimenin anlamları hakkında birçok görüş ortaya konmuştur. “Ayırma, tahsis
etme” anlamında kelimenin “qod” kökünden geldiği ifade edilmekte; “Muhteşem,
parlamak” anlamlarında ise kelimenin Akatça “qadaşu” köküyle alakalı
olduğu, diğer taraftan kelimenin “izzet” anlamına gelen “kavod”
kelimesiyle irtibatının olduğu da söylenmektedir.[2]
Ahd-i Atik’in Çıkış kitabında geçen “Buraya yaklaşma, ayakkabılarını çıkar!
Çünkü sen mukaddes bir yerdesin”[3]
ayetinde geçen mukaddes yer (qodeş)’in tam karşılığı mukaddeslik mekânıdır.
İslam’da
Kutsalın kaynağı mutlak olarak Allah’tır ve bütün kutsallıklar ondan
kaynaklanmaktadır. Kur’an ve hadislerde kutsiyeti belirtilen varlıklar
kaynağını Allah’tan alır ve Allah’ın bir özelliğinin tecellisi etmesi üzerine
kutsal olurlar. Bunlar kutsal varlığı güçlü bir şekilde çağrıştırdıkları için
kendilerinden öte bir gerçekliği yansıtır durumda bulunmaktadırlar.
Kutsalın
Tezahürü/Alanı
Kutsal alan,
başlangıcından beri insanlığı cezbeden bir kavramdır. Ona ulaşmak veya onu
kendi beşer dünyasına indirme tutkusu insanlık âleminin, neredeyse hiç bitmeyen
bir serüvenidir. İnsanlığın ilişkisini hep canlı tutmaya çalıştığı, farklı
görünümler altında yaşayan ilişkilerin tesis ettiği temel alanlardan birisi,
hatta en önde geleni, en saf ve yalın halinden, karmaşık ve filozofik
karakterli olanlarına değin “kutsallık” duygusudur. Bu bağ, gelip geçici
bir görüntü olmayıp, insanî var oluşla birlikte olarak kendini sunar. Bu
ilişkiye bakış biçimi kültürden kültüre, çağdan çağa, hatta aynı çağ ve kültür
içinde, insandan insana değişkenlik arz etmektedir.[4]
Bir güç kaynağı olarak kabul edilen kutsallık algısı, insan açısından
bakıldığında, onun yaşamına olumlu katkılar sağladığı söylenebilir. Böyle bir
duyguya dayalı olarak insan, onunla kendisi arasında daima yakın bir bağ
oluşturmaktadır. Onu hep yakınında hissedebileceği gibi, ona göndermede bulunan
simgeler ya da objeler aracılığıyla da, onu kendi varlık alanına çekerek,
yüksek karakterine karşın onu güncelleştirerek varoluş sürecine iliştirir. Bu
duygu ve onun simgesi böylece insana, kendinden başka bir dayanak işlevi
görürken, dünyasına da üstün bir değer ve anlam katarak insanla beraber, bu
âleme de bir var olma gerekçesi teşkil etmektedir. İnsanla birlikte dünya da
bir derinlik, bir burada var olmanın ötesine aitlik duygusuyla çevrili varoluş
sükûnetine ve dinginliğine ulaşır.
Yaratıklardaki
kutsalın görünen bir işareti ve özelliği onun güç sahibi oluşudur. Kutsal,
mutlak güç sahibidir. Güç olmazsa, o özelliğini kaybeder. Güç, Allah’ın bir
özelliğidir. O, tabiat kuvvetlerinde tecrübe edilebilir. Bu güç, fırtına,
volkan, su ve ateşte görünen, normal güçlerden çok farklıdır. Yahudiler’de
Yahova, Müslümanlar’da Allah mutlak güç ve kudret sahibidir. Onun kudretinin
sınırı yoktur, ulaşamadığı hiç bir yer yoktur ve kâinatın yegâne güç kaynağı
odur.[5]
Kutsal tecrübenin iç sebepleri arasında, kendini pek çok noktalarda aciz hisseden
insanın üstün kuvvet sahibi ulûhiyet tarafında hâkim olunmak, korunmak ihtiyacı
hissettiği görülür, insan ulûhiyetin güçlü hâkimiyetine kendini teslim etmeye
çalışır. Dindar insan onun tarafından hâkim olunmak ister. Ulûhiyetin karşı
konulmaz gücü karşısında pasifliği tercih eder.
Kutsalın
Kaynağı
Bir şeyin
kutsallık kazanması kendiliğinden veya tesadüfen olmaz. Dinler kutsallığı bir
olgu olarak düşünürler. Buna göre bir yerin, nesnenin, kişinin veya bir canlı
türünün kutsal oluşu tabiatüstü ilâhî bir gücün onunla temasının sonucudur.
Herhangi bir yerin (bir hac mekânı) kutsal olmasının sebebi orada Allah’ın, bir
meleğin zuhûr etmesidir.[6]
İnsanın
fıtratındaki kutsala karşı yönelimi, onun içinde bulunduğu tanımlanmamış
kozmozda (kaos) varlıkları ayırmasını sağlamakta ve varlık bilinci kazandırmaktadır.
Kutsallık atfedilen varlıklar, insanı kutsal ve kutsal olmayan ayrımına
götürerek, etrafını saran kozmozun türdeş olmadığını fark etmesine, dolayısıyla
bir varlık bilinci geliştirmesine sebep olmaktadır. Böylece, kendini her zaman
doğal gerçeklerden tamamen farklı gösteren kutsal ile alışılmış, alelâde,
doğal, kutsanmamış, geçici, kısacası “dinî olanın dışındaki” olarak
isimlendirilen bir ayrımı gerektirmiştir. Böyle bir ayrım sayesinde Kutsal, bir
mekânın, zamanın vs. açığa çıkmasına, sabit bir noktanın elde edilmesine, kaosa
bağlı türdeşlik içinde yön bulmasına, dünyanın kurulmasına ve gerçek olarak
yaşama imkân sağlamaktadır.[7]
İslam’da
Kutsalın kaynağı mutlak olarak Allah’tır ve bütün kutsallıklar ondan
kaynaklanmaktadır. Kur’an ve hadislerde kutsiyeti belirtilen varlıklar
kaynağını Allah’tan alır ve Allah’ın bir özelliğinin tecellisi etmesi üzerine
kutsal olurlar. Bunlar kutsal varlığı güçlü bir şekilde çağrıştırdıkları için
kendilerinden öte bir gerçekliği yansıtır durumda bulunmaktadırlar.
Kutsalın
Sonucu
Kutsal
hissinin somut göstergesi olarak mabetler, insan, evren ve kutsallık kaynağı
ilişkisinde merkezî bir öneme sahiptir. Hattâ bir simge, işaret, öteye ait
olana bir gönderimde bulunmadır. Tapınma faaliyeti sadece bir dünya imajı,
tasarımı olmayıp, o aynı şekilde, aşkın bir modelin yersel bağlamda yeniden
üretilişidir. Genel anlamıyla, tapmak, adeta yeryüzüne, insan
topluluğuna bir güç transferinin odak noktasını oluşturmaktadır. Sanki onunla,
ötelerden taşan, akıp gelen bir dinginlik, denge, varlığa temas mutluluğu
yeryüzünde vücut bulmaktadır. Kendi varlık gerçeğinin ötesine götürücü bu
duygunun, (haşyet, havf, rehbet, hudû, kunût vb. kavramları) yönlendirişi ile
korkularını tedavi edip, ümitlerini yeniler, varlığı ve geleceği hakkında bilgi
sahibi olup, kendini kavrama ve aşma noktasına gelir.[8]
Bu bağlamda
kültür ve inanışların genel karakteristiklerinin oluşmasında, mabetlerin arka
planda yer alması, açık ve etkin unsur olmaları boşuna değildir. Mitolojik bir
unsurun tanımlanmasına ait olsa da, şu tespitler, yukarıda bahsi geçen görüşü
vurgulamaktadır: “En üst düzeyde kutsal yer, tanrıların evi, yani mabetler,
sürekli olarak evreni yeniden kutsal kılar, çünkü o, hem âlemi temsil etmekte,
hem de aynı zamanda içermektedir. Netice olarak tapınak sayesinde âlem, kendi
bütünlüğü içinde tekrar tekrar kutsallaşır. Kirlenmişlik derecesi ne olursa
olsun, dünya, kutsal yerlerin kutsallığı sayesinde mütemadiyen arınmaktadır.”[9]
Bu değerleri
bilmek, tanımak, onlara gereken saygıyı göstermek ve aralarındaki farkları
ayırt edebilmek, bir bilgi, eğitim, görgü ve basiret meselesidir. Çünkü bu
değerlerden bazısını gereğinden fazla yüceltmek, (Kâbe’ye, Cami’ye, Kur’an-ı
Kerîm’e ve Hz. Peygamber’e tapınma derecesinde saygı gösterisinde bulunmak) ya
da kutsal değerleri gerektiği kadar saymamak, onları hafife almak, çiğnemek ya
da inkâr etmek, Müslüman kişiyi dininden edebilir. Bu ulu değerleri bir
sıralamaya koymak gerekirse onları iki gruba ayırmak doğru olur.[10]
Birincisi, mukaddes (yani kutsal değerler), ikincisi ise dokunulmaz, saygın değerlerdir.
Birinci kısımdaki değerleri, Allah’ın yüce zatı, sıfatları ve O’nun mukaddes,
ya da farklı bir deyimle haram dediği değerler oluşturmaktadır. Başta
Mekke’deki Kâbe kompleksi (Mescidü’l-Haram) olmak üzere birçok şey nitelenmiştir.
Bununla birlikte Allah’ın açıkça kutsadığı, övdüğü ve önem verdiği her şey
kutsaldır. Bunları Kur’an-ı Kerîm’in içeriğinden anlıyoruz. Elbette ki Kur’an-ı
Kerîm’in gerek tamamı, gerekse bir bölümü, camiler, (manastır, kilise ve havra
gibi) Ehl-i Kitap’a ait ibadethaneler,[11]
tevhit esasına dayalı ibadetler ve Kur’an-ı Kerîm’le deklare edilmiş bulunan
tüm saygın değerler kutsaldır.
MEKÂN KAVRAMI:
Mekân
kavramı, “olmak” anlamındaki “kevn” masdarından türeyen ismi mekân bir kelime
olup “oluşun meydana geldiği yer” anlamına gelmektedir.[12]
Bazı ayetlerde yer alan mekân kelimesi[13]
gündelik yaşamda nesnelerin kapsadığı alan anlamında kullanılmaktadır. Genel
anlamda tüm yeryüzüne mekân diyebileceğimiz gibi, burada çalışma sahamıza dâhil
olan tüm yeryüzünden ayrılan değişik inanç ve kültürlerde kendisine kutsiyet,
bereket, fazîlet vb. atfedilen belli başlı mekânlar ele alınacaktır.
Kutsalın
Mekânla İlişkilendirilmesi Dinlerde kutsal kabul edilen yerlerin aslında mekân
olma açısından diğer yerlerden pek bir farkı yoktur. Ancak burada ulûhiyyetin
tecellisi, inançla ilgili bir olayın vukuu veya buranın dinî bir şahsiyetle
bağlantısı, mekânı diğer yerlerden farklı kılmakta ve kutsallaştırmaktadır.[14]
Kutsal yerler, toplumdaki dinî hayatının merkezi ve topluma yön veren ve anlam
kazandıran yerlerdir. Kutsal yerler ilâhî ile dünyevi âlemin kesiştiği, Tanrı
ile insanın bir bakıma buluştuğu ve kişinin kendisini ilâhî huzurda hissettiği
yerlerdir. Mekâna atfedilen kutsallık, insanlık tarihinde ilk inanç
düşüncesiyle birlikte gelişmeye başlamıştır. Kutsal mekân algısı ve bu tür
yerlerin ziyareti tarih boyunca bütün inançlarda mevcut olmuştur. Kutsal
mekânları ziyaretin sebebi, o mekânın kutsiyetinin bahşedebileceği maddî,
manevî ve ahlaki faydaları elde etmektir. Kabileci, millî ve evrensel dinlerin
hepsinde kutsal kabul edilen mekânlar ve bu mekânların ziyareti söz konusudur.
Kurumlaşmış dinlerde mabetler, inanışa ve bağlılık gücüne uygun şekilde,
kutsallıklarını dışarıdan, yani dinin metninden ve ritüelinden alır, dinî metinler
ya da gelenek tarafından ifade edilerek vücut bulurlar. Bir bakıma onların
kutsallığı, saygın gücü, salt beşerî olandan ve insanî psikoloji ve şuur
altından uzakta, açık ve belli bir biçimde oluşmaktadır. İfade edildiği gibi,
ana metinlerin ya da kurucu geleneğin göstermesiyle, simgesel boyutla donanımlı
olarak, “ev” (Allah’ın evi) formu altında biçimlenmektedir. Cami, Kilise,
Havra, vb. bir kutsalın tezahürü olarak, salt kutsalın tezahür ettiği yer
değil, tersine insanı, ona ileten, ayrıcalıklı kulluk şuuru ile ulûhiyyet üst
şuur alanının buluşma zeminidir. Salt nesnelere yüklenen ilahîlik ve kutsallık
duygusundan, bunlara tapınılmadan farklı olarak, maddenin dışında ve ondan
ayrı, nesnelere indirgenemeyen, aşkın, âlemle olan münasebeti özgün biçimde
olan bir güce olan bağlılık ve kulluğun, saygı ve ümidin sunulduğu mekânlardır.
Genelde
kutsal mekân, kutsalla karşılaşma yeridir. Burası üzerinde kutsal gücün,
bereketin daha çok hissedildiği, fark edildiği yerdir. Böyle mekânlar bir
mezar, bir savaş veya katliam alanı, felaket yeri, istisnai bir tabiat olayının
yaşandığı yer olabilir. İbadet yeri, ayin yeri de olabilir. İnsanlar mekânla
Tanrı arasında bir ilişki kurmuşsa da, İslam bu beşerî sınırlandırmaları
kaldırmaya çalışmıştır. Nitekim Kur’an “doğu da batı da Allah'ındır, nereye
dönerseniz dönün Allah'ın yüzü oradadır...”,[15]
“O sizinledir, nerede olursanız olun...”[16]
ve “Biz insana şah damarından daha yakınız...”[17]
buyurarak mekân bağlarını aşmak istemiştir. Bununla birlikte, tüm İslam
ülkelerindeki kutsal alanlara, kült mekânlarına bakılırsa gelenek dalgalarının
ağır bastığı görülür. Hatta insanın mekân sınırları içinde yaşadığına dikkat
edilirse, mekândan arınmak da güçtür. Her ne kadar Allah’ın mekândan münezzeh
olduğuna inanılsa da, en azından severek ibadet edilen yerler vardır, özellikle
Hac için belirlenen Kâbe, Arafat, Mina, Müzdelife bunlardandır. Bilhassa
Kâbe’nin ibadet merkezi ve kıble olarak belirlenmesi, oraya olan saygıyı da
beraberinde getirir. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen Müslümanlar orada
toplanır, mekândan münezzeh olan Allah’a orada daha yüksek bir coşku ile
heyecanla ibadet ederler. Kutsallık duygusunu daha güçlü olarak yaşarlar.[18]
Görüldüğü
gibi bütün inanç sistemlerinde kutsala vurgu yapan mekânlar bulunmaktadır. Bu
mekânlar aslında inanan insanın Kutsal varlık ile iletişimini kolaylaştıran ve
kendisini psikolojik anlamda rahatlatan unsurlardır. Dindar insan adeta kendi
varlığını çevresinin kutsal olmasına bağlamakta ve bu şekilde kendisini varlık
açısından mümkün olmasa da en azından duygusal olarak aşkın bir boyuta
taşımaktadır. Kendisini ancak bu şekilde mutlu ve huzurlu hissetmektedir. Zira
kutsalın bulunmadığı bir hayat dindar insan için bir hiçliği ifade etmekte ve
onu varlığıyla ilgili bir kaosa taşımaktadır. Dindar insanın hiçlikten
kurtulması ve varlığını devam ettirmesi kutsalla iç içe olmasına bağlıdır ki bu
da dinlerin kutsal olarak nitelediği kutsal mekânlarla mümkündür. Dolayısıyla
insanın Yüce Yaratıcı ile daha yakın ilişkiye girdiğini düşündüğü veya
Allah’ın, çeşitli vesilelerle kendisini insana daha fazla hissettirdiği
mekânlara, kutsal mekân adı verilmektedir.
Bir Yerin
Allah’a Tahsis Edilmiş Olması
Kur’an-ı
Kerim’de bütün mescitlerin Allah’a ait olduğu bildirilmiştir.[19]
Aynı şekilde Kur’an’ın çeşitli yerlerinde mescitlerin Allah’ın evi (Beyt)
olduğu ifade edilmiştir.[20]
Bir yerin veya herhangi bir mekânın Allah’a tahsis edilmiş olması, yegâne
kutsal varlık olan Allah’a nispetinden dolayı, o yere kutsallık atfedilmesine
sebep olmuştur.
Hristiyanlıkta
kutsal kabul edilen şahıs veya Tanrı tasvirinin bulunduğu ya da ona ait eşyanın
korunduğu mekânlar ile Yahudilikte Ahid Sandığı (Tâbût) veya Kutsal Kitap ve bulunduğu
mekân bu bağlamda değerlendirilmektedir.
Aslında
Mekke, Medine ve Kudüs gibi şehirlerin inananlar tarafından birer kutsal mekân
olarak kabul edilmiş olmalarının temelinde yine, yegâne kutsal varlık olan
Allah’ın, diğer yerlere nazaran, oralara ayrıca bir değer vermiş olması ve aynı
zamanda bu yerleri, ilâhî dinler diye ifade edilen Yahudilik, Hıristiyanlık ve
İslam gibi üç büyük dinin doğup yayıldığı yerler olarak seçmiş olması, bu din
mensuplarının oralara kutsallık atfetmesine esas teşkil etmektedir. İnananları
o yerlere kutsallık atfetmeye sevk eden diğer bir âmil de, onların bu yerler
hakkında sahip oldukları inanç ve değerlerdir.
Aynı şekilde
Mekke, Medine, Kudüs gibi yerler ve buralarda bulunan mescitler ve bazı ilâhî
işaretler hakkında yer alan Kur’ânî ve Peygamberî ifadeler de, bu yerlerin o
din mensuplarınca mukaddes birer belde kabul edilmelerinde önemli rol
oynamıştır. Nitekim Hz. İbrahim’in “Bu beldeyi emin bir yer kıl” diye
duâ etmesi[21], yine
bu yerlerden yeminle bahsedilmiş olması,[22]
bu mekânlardan bahsederken “Şu Beldenin Rabbi”[23],
“Belde-i Tayyibe”[24]
gibi ifadelerin kullanılmış olması, bu yerleri kutsalın (Allah) bizzat
sahiplendiğini göstermektedir. Dolayısıyla bir yeri kutsalın sahiplenmiş
olması, o yerin kutsaldan bir işaret taşıdığı izlenimini de vermektedir.
Diğer
taraftan Hz. Peygamber, “Ancak şu üç yere ibadet ve ziyaret amacıyla
yolculuk yapılabilir. Bunlar: Mescid-i Haram, Benim Mescidim (Mescid-i Nebi) ve
Mescid-i Aksa’dır” buyurmaktadır.[25]
Yine Hz. Peygamber, Medine’ye hicret edeceği bir esnada Kâbe’ye bakarak şöyle
demektedir: “Vallahi sen, benim dünyada en çok sevdiğim yersin; aynı şekilde
Allah’ın da dünyada en çok sevdiği yersin. Eğer senin halkın beni zorla
çıkarmasaydı vallahi buradan çıkmazdım”.[26]
Bu hadislerde, bu üç mekânın bulunduğu yerlerin diğer yerlere olan üstünlüğü
veya farklılığı ortaya konmuş olmaktadır.
Mekke’de
Kılınan Namazın Fazîleti
Konuyla
ilgili olarak Hz. Peygamber, Mescidi Nebevî’de kılınan namazın fazîletini
ortaya koyma adına Hz. Ebu Hureyre’den gelen bir rivayette şöyle buyurmaktadır:
“Benim (Medine’deki) bu mescidimde kılınan bir namaz, (Mekke’deki) Mescidi
Haram müstesna başka mescidlerde kılınan bin namazdan (sevab bakımından) daha
hayırlıdır”[27]
Hadisin
muhtelif tariklerinden üç ana sonuç çıkmaktadır:
Birincisi,
Mescid-i Haram’da kılınan namaz Medine’nin mescidinde kılınan namazdan sevap
bakımından yüz kat daha fazladır.
İkincisi,
Mescid-i Haram’da kılınan namaz Medine’nin mescidinde kılınan namazdan sevap
bakımından bin kat daha fazladır.
Üçüncüsü ise
Mescid-i Haram’da kılınan namaz Medine’nin mescidinde kılınan namazdan sevap
bakımından yüzbin kat daha fazladır.
Medine’nin
Haremliği İle İlgili Rivayetler
Medine, müslümanların
hicret yurdu olması, İslâm’ın oradan yayılması, Mescid-i Nebevî’nin tesis
edilerek İslâm devletinin merkezi haline gelmesi, Kur’an nüzulünün on üç yılına
sahne olması ve Hz. Peygamber’in de dâr-ı bekâya irtihal edip orada medfûn
olması gibi sebeplerden dolayı kutsiyet kazanmış, Müslümanların gönlünde ayrı
bir yere sahip olmuştur.[28]
Hicretten
sonra Hz. Peygamber, “Hz. İbrahim Mekke’yi harem kıldığı gibi ben de
Medine’yi harem kıldım” sözleriyle şehri harem ilân etmiştir.[29]
Medine vesikasında kayıt altına alınan bu hüküm,[30]
Hendek Gazvesi ile Hayber seferinde elde edilen başarı üzerine bütün Arap
kabileleri tarafından kabul edilmiştir.[31]
Hz.
Peygamber, “Medîne Ayr dağı ile Sevr dağı arasına kadar haremdir. Kim burada
bir bidat ortaya çıkarır veya bir bidata kucak açarsa Allah’ın, meleklerin ve
tüm insanların laneti onun üzerinedir. Kıyamet gününde Allah o kimsenin ne
tevbesini, ne de fidyesini veya o kimsenin farz ve nafile ibadetlerini kabul
etmeyecektir. Kim babasından başkasına babası olduğunu iddia eder veya bir köle
efendisinden başka birini kendi efendisi kabul ederse Allah’ın, meleklerin ve
tüm insanların laneti bu kimseler üzerine olup Allah bu kimselerin de ne farz
ne de nafilelerini kabul etmeyecek veya bunlardan tevbe ve fidye de kabul
edilmeyecektir. Müslümanların zimmeti yani taahhüt edip koruması altına aldığı
konudaki garantisi birdir. En aşağı durumda olanları dahi aynı durumdadır”[32]
sözüyle Medine’nin harem sınırlarını da tayin etmiştir.
Hanefîlerden
İbn Abidin, Medine’nin hareminin olmadığını söylerken, diğer üç mezhebin
imamları Medine’nin haremini kabul etmektedir. Hanefîlerde Medine’nin haremi
denilen bölgede avlanmanın helâl oluşu hakkında nassların olduğu, dolayısıyla
hakkında haramlığına dair kesin bir delil bulunmadıkça haremliğin olmayacağı
görüşü hakimdir. İmam Şâfiî ve meşhur kavline göre İmam Mâlik ile bazı âlimlere
göre ise Medine’nin avını vurana ve ağacını kesene Mekke’nin haremi gibi
herhangi bir ceza sözkonusu değildir.[33]
Medine’nin
Bereketi
Hz.
Peygamber, çok sevmiş olduğu Medine şehri için bereket duasında bulunmuştur.
Hz. Enes’ten gelen rivayette “Allahım! Mekke’ye verdiğin bereketi iki
katıyla Medine’ye de ver!”[34]
buyrulmaktadır. Bazı âlimlere göre zahiren bakıldığında bu hadis Medine’nin
Mekke’den daha fazla fazîletli olacağını ifade etmektedir. Ancak diğer hadisler
de göz önüne alınırsa, bu bereket ve üstünlüğün dünyevî berekete yönelik
olduğu, uhrevî amellerde ise Mekke’nin üstünlüğünün esas olduğu görülmektedir.
Nitekim Medine’nin bir yönden fazîletli olmasının her yönden Mekke’den
fazîletli olmasını gerektirmemektedir.
Konuyla
ilgili olarak Hz. Ali’den gelen bir rivayette Hz. Peygamber: “Allah’ım!
İbrahim senin kulun ve dostun idi, Mekke halkı için sana bereket duâsında
bulundu. Ben de senin kulun ve Peygamberinim. Medîne halkı için, sana duâ
ediyorum. Medîne halkının ölçeklerini Mekke halkına bereketli kıldığının iki
misli bereketli kıl. Her bereketle birlikte iki bereket kıl”[35]
buyurmaktadır.
Yolculuğa
Çıkmak (Şeddü’r-Rihal) Hadisinin Anlaşılması
Hz.
Peygamber, ibadet kastıyla üç mescide ziyaret yapılabileceğini “(İbadet
için) sadece (şu) üç mescide yolculuk yapılır: Mescid-i Haram, Mescid-i Rasül
ve Mescid-i Aksa” hadisiyle ifade ettiğini daha önce belirtmiştik.[36]
Bu üç mescidin diğerlerine olan üstünlüğüne değinen Aynî, her birisinin bir
peygamber eliyle yapıldığını, bununla birlikte Mescid-i Haram’ın bütün
Müslümanların kıblesi, Hz. Peygamber’in mescidi olan Mescid-i Nebevî’nin
ayetten iktibasla[37]
takva üzerine kurulu olan mescid, Mescid-i Aksâ’nın ise geçmiş ümmetlerin
kıblesi olduğunu ve Kâbe’ye uzaklığından dolayı “Mescidü’l-Aksâ/En Uzak Mescid”
olarak isimlendirildiğini dile getirmektedir.[38]
Hadiste
geçen “Lâ tüşeddü” kelimesinin başında bulunan “lâ” harfi “nehy” anla-mında
kullanılmış bir olumsuzluk edatıdır. Bu siğanın kullanılmasındaki nükteyi Aynî
şöyle açıklamaktadır: “Bu anlatım tarzında muhatabı üç mescidin ziyaretine
en beliğ bir şekilde teşvik, bunların dışındaki mescidlere ziyaret amacıyla gitmekten
lâtif bir şekilde men ve uyarı vardır.”[39]
Bu
rivayet hadis ve fıkıh âlimlerinin üzerinde en çok durdukları hadislerden
birisidir. Kuşattığı ahkâm itibarıyla ilk bakışta sade ve basit görülmesiyle
beraber, hakikatte değişik cihetlerden incelenmiş ve kapsadığı birçok fıkhi
hüküm ve ictihadlardan dolayı şerh ve ahkâm kitablarında müstakil olarak
incelenme gereği duyulmuştur.
İnsan
fıtratı itibariyle gizeme, aşkın bir varlığa ve bu varlıkla iletişime
geçebildiği bir mekâna, zamana ve nesnelere karşı her zaman ilgi duymuştur.
İnsan, aşkın bir varlıkla/kutsalla sürekli iç içe olma duygusuna ve bu duygunun
bir yansıması olarak kendini kutsalla ilişkilendirme tavrını sürekli canlı
tutmaktadır. İlahi kökenli veya beşerî dinlerin tamamında kutsallık algısının
olduğu görülmektedir. İlahi dinlerdeki kutsiyetin kaynağı aynı şekilde ilâhî
kökenli olup, diğer ilâhî kökenli olmayan beşerî dinlerdeki kutsallardan bu
yönleriyle ayrılmaktadır. Kökeni insanlık tarihi kadar eski olan kutsallık
algısı ve bu algının mekân boyutu bağlamında kutsal mekân algısı/anlayışının
dinî bir tutum olduğu görülmektedir.
Kutsal ve
mekân kavramlarının dilbilimsel analizi, kutsal kavramının ihtiva ettiği
anlamlar göz önüne alındığında kutsalın çağrıştırdığı mananın hemen hemen tüm
dillerde mevcudiyeti sözkonusudur. Kutsal mekân, fert ve toplum hayatında çok
önemli bir unsurdur. Zîrâ dinin vazgeçilmez unsurlarından biri olduğu görülen
kutsal mekân algısı, bir dinin, inancın, fikrin, ibadetlerin vb. yaşanması,
yaşatılması ve ilerlemesi için zorunluluk arzeder.
İslam öncesi
ilahi ve beşerî dinlerde de görülen kutsal mekân algısının evrensel bir
boyutunun olduğu da bir gerçektir. En ilkel kabilelerde dahi dağa, taşa,
çeşitli nesnelere kutsiyet atfetme anlayışı söz konusudur. Toplumların inanç
sistemlerinde büyük ölçüde etkili olduğu anlaşılan kutsal mekân faktörünün
insanoğlunun bulunduğu yerde ondan ayrılmaz bir algı olarak günümüze kadar
varola geldiği anlaşılmaktadır.
Mekke’nin
fazîleti, bereketi ve haremliği gibi hususların ayetlerle sabit olup, bununla
birlikte birçok sahih hadis de bu gerçeği ortaya koymuştur. Mekke’nin bizzat
Allah tarafından harem kılınması, bu konudaki birçok sahih hadis ve Hz.
Peygamber’in vefat etmeden önce Yahudi ve Hıristiyanların Arap yarımadasından
çıkarılmasını istemesi, Harem bölgeye Müşrik ve Gayr-i Müslim’lerin
girmelerinin yasaklanmasının sebepleri arasındadır.
Kaynaklarda
harem bölgesinin sınırları ile ilgili bilgiler, yönleri ve mesafeleri ile
birlikte zikredilmektedir. Kaynaklarda sınırlar arasında bazı küçük farkların
bulunması belli dönemlerde yeni yolların açılmasıyla bazı noktalardaki yolların
mesafesinde kısalmanın olabileceği ihtimalini akla getirmektedir.
Mekke’nin
harem bölgesinde belli başlı saygı ve tazimi gerektiren hususi özellikleri
vardır ve bu bölgede harem bölgesinin yasaklarına riayet etmemek cezai
müeyyideleri gerektirmektedir. Cezalar üzerinde farklı görüşler olsa da harem
bölgenin korunmuşluğu ve belli hükümleri barındırdığında ihtilaf yoktur.
Rivayetlerde Medine şehrinin haremliğinden de bahsedilmektedir. Bu konudaki
rivayetlerde Medine haremi, harem sınırları, bu sınırların keyfiyetiyle alakalı
rivayetlerde farklılık olsa da buradaki farklı bilgilerin birbirini tamamlayıcı
nitelikte olduğu görülmektedir. Rivayetlerde Medine hareminde de bazı fiillerin
yasaklandığı ifade edilmektedir. Harem mıntıkasındaki cezai müeyyideler
hususunda ve Mekke’ninki gibi bir harem bölge olmasında imamlar arasında görüş
ayrılıkları görülmektedir. Belli bir cezayı müeyyideyi gerektirmediğini kabul
etmekle birlikte rivayetlerde Medine’nin hareminin olduğu açıkça
belirtilmektedir. Bu harem mıntıkası en azından tazim ve saygıyı
gerektirmektedir. Mekke ve Medine’nin fazîleti bağlamında bu iki şehirden
hangisinin fazîlette öncü olduğu konusu da tartışılmıştır. Netice itibariyle
Hz. Peygamber’in Kabr-i Şerif’inin olduğu kısmın yeryüzünün en fazîletli mekânı
olduğunda ittifak vardır. İki şehir bazında fazîletlerine yönelik tartışmada
iki şehrin belli başlı hususiyetlerinin belirtildiği rivayetlerin geneline
baktığımızda, Mekke’nin, hac ibadetinin yapılabilmesi için zorunlu bir mekân
olması ve Kâbe’yi barındırması sebebiyle fazîlette öncü olduğunu söyleyebiliriz.
Harameyn bölgesinin mescidleriyle alakalı fazîletler ve değerlendirmeleri de
rivayetlere konu olmuştur. Mekke’de bulunan Kâbe’nin kutsiyet ve fazîleti
tartışma götürmez bir gerçektir. Kâbe, Hz. İbrahim’in duasının kabul edildiği,
hac ve umre sebebiyle, davetine dünya Müslümanlarının icabet ettiği, Tevhid
Dini’nin sembolü haline gelmiş ve bütün müslümanların kıblesi olan ve
Müminlerin gönlünde müstesna yeri olan bir mekândır. Kutsiyetinden dolayı bu
bağlamda dışarıdan hac veya umre ibadeti gayesiyle gelen Müslümanlar için
Mekke’nin sınırları belirtilmiş, mikat bölgesine girişleri belli kurallara
bağlanmıştır. Medine’de bulunan Mescid-i Nebevî, mescidlerin fazîletleri
bağlamında Kâbe’den sonra en fazîletli mekân konumundadır. Burada kılınan namazların
Mescid-i Haram hariç tüm diğer mescidlerde kılınanlardan daha fazîletli olduğu
sahih hadislerle haber verilmektedir. Ayette ifade edilen takva üzere kurulu
mescidin Kuba Mescidi ile Mescid-i Nebevî’den hangisi olduğu hususundaki
tartışmalardan bu iki mescidi de Hz. Peygamber’in inşa etmesi, yapımında
bulunması, ikisinin de ayetin kapsamına girdiğine dair rivayetlerden hareketle
bu iki mescidin de ayetin muhtevasına dâhil olduğu görüşünün daha uygun
olduğunu düşünülmektedir. Mescid-i Nebevî’de kılınan namazların fazîletinin
farz veya vacip, nafile türü tüm namazları kapsaması hakkındaki görüşler
çerçevesinde konu hakkındaki rivayetleri dikkate alarak fazîletin herhangi bir
namaza hasredilmemesinden hareketle tüm namazları kapsadığı düşünülmektedir.
Ayrıca Mescid-i Nebevî’de kılınan namazların Hz. Peygamber zamanındaki mescid
kısmına hasredilmesinin isabetli olmadığını, Hz. Peygamber’in kendi sağlığında
ve raşid halifeler döneminde mescidin genişletilmesini delil alarak fazîleti
ifade edilen namazların Mescid-i Nebevî’nin tamamını kapsadığı görüşü daha
isabetlidir. Mescid-i Nebevî’nin içerisinde bulunan Kabr-i Şerif’i ziyaret
çerçevesinde “Sevab kazanmak amacıyla ancak üç mescid ziyaret edilebilir”
hadisinden hareketle, İbn Teymiyye’nin, sadece ziyaret amaçlı Kabr-i Şerif’i
ziyaret etmenin caiz olmadığı görüşünün isabetsiz olduğu kanaatine varılmıştır.
Hz. Peygamber’in kabrini ziyaret etmenin fazîletine dair rivayetler, Hz.
Peygamber’in kendi sağlığında kabir ziyaretlerinde bulunması, bu kanaati
güçlendirmektedir. Bu konuda gerek hac veya umre ziyareti sebebiyle ve gerekse
sadece Kabr-i Şerif’i ziyaret kasdıyla bu amel yerine getirilebilir. Bu konuda
Hanefîlerin Hz. Peygamber’in insanları kabrini ziyarete teşvik etmesi ve
ısrarla davette bulunması sebebiyle, mali gücü yerinde olanların Hz.
Peygamber’in kabrini ziyaret etmelerinin mendub ve müstehabların en
fazîletlisi, hatta vacibe yakın derecede bir amel olduğu ve bu konuda ziyareti
teşvik eden hadislerde kadın erkek ayrımına gidilmemesinden dolayı ziyeretin
kadın erkek herkesi kapsadığı görüşü uygun ve isabetli, görülmüştür.
Haccın en
önemli rükünlarından olan vakfenin yapıldığı mekân olan Arafat meydanının da
belli bir fazîleti söz konusudur. Sahih rivayetlerde duaların kabul edildiği
mekânlardan olan Arafat’ın, Hz. Peygamber’in Veda Haccı’nda vakfe yapması ve
dua etmesi gibi sebepler, Hz. Peygamber’in hatırasını yaşatma amaçlı ziyaret
edilebileceğini göstermektedir. Medine’de bulunan Uhud Dağı’nı da aynı
muhtevada değerlendirmek mümkündür.
Hz.
Peygamber’in Miraç yolculuğunun uğrak yeri ve sahih hadislerde sevap kazanmak
amacıyla ziyaret edilebileceği belirtilen üç mescidden biri olan Mescid-i
Aksa’nın fazîlet ve kudsiyetinden bahsedilebilir. Ayette çevresinin mübarek
kılındığı belirtilmiştir. Hz. Peygamber’in buraya yolculuğa teşviki,
gidilememesi durumunda aydınlatılmasında kullanılmak üzere zeytinyağı
gönderilmesini tavsiye etmesi, İslam’ın ilk kıblesi olması, bu mescidin fazîlet
ve kutsiyetinin delillerindendir.
Kısaca şunu
söyleyebiliriz: Esas olan kutsallık ve fazîlet, taş ve toprakta olmayıp,
içerisinde barındırdığı İslâmî değerlerden/unsurlardan kaynaklanmaktadır.
Mutlak anlamda kutsal olan Allah’tır. Bunun dışındaki mahlûkat, mutlak kutsal
ile ifade edilmez. Yoksa bu durum insanı şirke kadar götürebilir. Belli bölge
ve mekânlar, Allah ve Hz. Peygamber’in belirttiği, İslâmî değerleri
barındırması, bu değerlere hizmet etmesi sebebiyle kutsal ve fazîletlidir. Hz.
Ömer’in Hacerü’l-Esved’i öperken söylemiş olduğu şu söz meramımızı en güzel
şekilde açıklamakta ve çalışmamızın özü mesabesindedir: “Senin zarar ve
menfaat vermeyen bir taş olduğunu gerçekte biliyorum. Rasûlullah’ın seni
öptüğünü görmeseydim, ben de seni öpmezdim”.
[1] Güneş,
Kamil, İslam Düşüncesinde Kutsallık, s. 35, İnsan Yayınları, . Baskı,
2010, İstanbul.
[2] Muilenburg,
J, “Holiness”, The Interpreters Dictionary of the Bible, V, 617-625,
1962, Newyork. “Qdş” kelimesi “tahsis edilmiş” anlamında Arapça’daki “haram’a”
karşılık gelmektedir.
[3] Çıkış,
3/5.
[4] Kılıç,
Sadık, “Kutsalın Tezahürü ve Kur’an’da Taş Kavram Alanı”, s. 1, Ekev Akademi
Dergisi, C. III, S. I, 2001, Erzurum.
[5] Sarıkçıoğlu,
Ekrem, Din Fenomenolojisi, s. 21-22, Fakülte Kitabevi, . Baskı, 2011,
Isparta.
[6] Demirci,
“Kutsiyet” maddesi, DİA, XXVI, 495.
[7] Eliade, Kutsal
ve Dindışı, s. 4.
[8] Kılıç, “Kutsalın
Tezahürü ve Kur’an’da Taş
Kavram Alanı”, s. 2.
[9] Eliade,
Mircea, Le Sacre et Le Profane, s. 54, (Ed: Gallimard), 1965, Paris.
[10] Aydın,
Ferit, İslam’da İnanç Sistemi, s. 29, Kahraman
Yayınları, 1995, İstanbul.
[11] Hac
22/40.
[12] Kelimenin
kökünün aynı zamanda “saygın bir yere sahip olmak” “mekâne” masdarıyla da
alakasının olduğu ifade edilmektedir. Kutluer, İlhan, “Mekân” maddesi, V,
550, DİA, 2003, Ankara.
[13] Yunus
10/22, Meryem 19/22, Hac 22/26, Sebe’ 34/51.
[14] Harman,
Ömer Faruk, “Hac” maddesi, DİA, XIV, 382, 1996, İstanbul.
[15] Bakara
2/115.
[16] Hadid
57/4.
[17] Kaf
50/16.
[18] Sarıkçıoğlu,
Din Fenomenoloji, s. 87.
[19] Cin,
72/18.
[20] Bakara,
2/120; Âl-i İmran, 3/96; Enfâl, 8/35; Hac, 22/26; Nûr, 24/36; Kureyş, 106/3.
[21] Bakara,
2/126; İbrahim, 14/35.
[22] Beled,
90/1-2; Tin, 95/3.
[23] Neml,
27/91.
[24] Sebe,
34/15.
[25] Buhârî,
Fadlu’s-Salât 1, hadis no: 1189; Sayd 26 hadis no: 1864, Savm 68, hadis no:
1995; Müslim, Hac, 74, hadis no: 415 (827), hac 95, hadis no:511, 512,
513 (1397); Ebû Dâvûd, Menâsik, 98, hadis no: 2033.
[26] Ahmed
b. Hanbel, Müsned, IV, 305; Nesaî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Ali b.
Şuayb, Sünenü’l-Kübrâ, II, 479, hadis no: 4252,
4253, tahkik: Abdülgaffar Süleyman Bündârî, Ebû Abdullah Seyyid b. Kesrevî b.
Hasan, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1411/1991, Beyrut; Tirmizî, Menâkıb, 69, hadis
no 3925; Tirmizî, rivayete Hasen Garib Sahih hükmünü vermektedir. İbn Mâce,
Menasik, 103, hadis no 3108; Dârimî, Siyer, 67, hadis no: 2415.
[27] Müslim,
Hac 94, hadis no: 505, 506 (1394); Tirmizî, Salat, 243, hadis no: 325; Menâkıb
68, hadis no: 3916; İbn Mâce, İkametü’s-Salat 195, hadis no: 1404; Dârimî,
Salât 131, hadis no: 1390; İmam Mâlik, Muvatta, Kıble, 5, hadis no: 9, I,
196; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, III, 246.
[28] Kâmil
Selâme, El-İ’tidâatu’l-Bâtıniyyetü
ala’l-Mukaddesâti’l-İslâmiyyeti,
s.75-77, I. Baskı, Dâru’l-Hicr, 1409/1989, Cidde.
[29] Buhârî,
Buyû’, 53, hadis no: 2129; Müslim, Hac, 85, hadis no: 454, (1360), 462, (1365);
Tirmizî, Menâkıb, 68, hadis no: 3922.
[30] İbn
Hişâm, Sîre, II, 145.
[31] Küçükaşçı,
Mustafa Sabri, Cahiliye’den Emeviler’in Sonuna Kadar Haremeyn, s.
255-256, 2003, İstanbul.
[32] Buhârî,
Ferâiz 21, hadis no: 6755; Müslim, Hac 85, hadis no: 467 (1370); Tirmizî, Vela
ve Hibe 3, hadis no: 2128; Ebû Dâvûd, Menâsik 99, hadis no: 2034.
[33] İbn-i
Abidin, Reddü’l-Muhtar, II, 352.
[34] Buhârî,
Buyû’ 53, hadis no: 2130, Kefâret 5, hadis no:6714, İ’tisâm 16, hadis no; 7331;
Müslim, Hac 85, 466 (1369); İmam Mâlik, Muvatta, Câmi’ 1, hadis no: 1, II,
884-885;
[35] Tirmizî,
Menâkıb 68, hadis no: 3914. Tirmizî, hadisin hasen olduğunu söylemektedir.
Nesaî, Sünenü’l-Kübrâ, II, 484 hadis no: 4270, Ahmed b. Hanbel, Müsned
I, 115, İbn Hıbban, Sahih, II, 61, hadis no: 3746.
[36] Buhârî,
Fadlu’s-Salat, 1, hadis no:1189; Sayd 26 hadis no: 1864; Savm, 68 hadis
no:1995; Müslim, Hac 74 hadis no: 415 (827); Hac 95, hadis no: 511 (1397); 512
(1397); Ebû Dâvûd, Menasik 98, hadis no: 2033; Tirmizî, Salât 243, hadis
no:326; Nasaî, Mesacid 10.
[37] Tevbe,
9/108.
[38] Aynî, Umdetü’l-Kârî, III, 682.
[39] Ayni, Umdetü’l-Kârî, III, 681.