KUTSAL ZAMAN
Geçen yazımızda “Kutsal Mekân” konusunu işlemiştik. Bu yazımızda
da “Kutsal Zaman” konusunu ele alacağız, gelecek yazımızda ise “Kutsal İnsan”
konusunu işlemeye çalışacağız inşallah.
Bu çalışmamızda kutsal zaman ya da kutsal olmayan zamanın
varlığı ile amelin zamanı bereketlendirişini, zamanın da ameli mübarek kılışını
değerlendireceğiz. Amel zaman ilişkisinde etkileşim alanlarını tahlil etmeye
gayret sarf edeceğiz. Kutsal ân ya da ânlar kavramı üzerinden ân ve eylem
ilişkisine dikkatleri çekeceğiz. Bu konuya girerken Kutsal kavramını ele
almamız gerekiyor. Öncelikle insanın kutsalla ilişkisi ve kutsal olan şeylere
yönelik tecrübesinin dini literatürde önemli yer tuttuğunu belirtmemiz gerekir.
Dinî metinler kutsala ve kutsiyete ilişkin birçok kavram içerir ve birçok
öğretiye yer verir. Örneğin Kur’an kutsalı ifade etmek üzere mukaddes, haram,
kuds gibi çeşitli terimler kullanır. Bu terimlere dayalı olarak yalnızca
“kutsal toprak”, “kutsal belde” ve “kutsal ruh” gibi kutsallıkla özel anlamda
ilişkilendirilen şeylerden bahsetmekle kalmaz, en kutsal olan anlamına gelen
“kuddûs”u Allah’ın isimleri arasında zikreder: “Göklerde ve yerde bulunanların
hepsi melik, kuddûs, azîz ve hakîm olan Allah’ı tesbih etmektedir” (Cum’a, 1).
Buna göre Allah bütün kutsallıkların merkezi ve yegâne kaynağıdır; en üstün
kutsaldır. Evrende var olan her şeyle birlikte inanan insanın bütün çabası da
bu en üstün kutsal ile yakınlaşma gayretidir. Yalnızca İslam'da değil diğer
bütün dini geleneklerde kutsal ve kutsala yönelik deneyimler insan yaşamının
önemli bir alanı olarak değerlendirilir. Dolayısıyla insanın kutsal ya da
kutsiyetle ilişkili değerlendirmelerini ve kutsal alan olarak kabul ettiği
değerler ve değer yargılarıyla olan ilişkisini dikkate almadan insanı ve insan
davranışlarını anlamak neredeyse mümkün değildir.
Kutsaldan bahsederken ve insanın kutsala ilişkin
deneyimlerini ve birikimlerini incelerken kutsalın ne’liği ve bir şeyin kutsal
olup olmadığının nasıl anlaşılacağı konusu oldukça önemlidir. Benzer şekilde,
kutsalın yalnızca geleneksel anlamda “din” olarak tanımlanıp sınıflanan
kültürel yapılara özgü bir durum olup olmadığının ve örneğin kendisini herhangi
bir dini geleneğe bağlı görmeyen kişi ve grupların yaşamında da kutsala ya da
kutsallara yer verilip verilmediğinin sorgulanması da ayrı bir ehemmiyet arz etmektedir.
Kutsalın ne’liği üzerine çalışan araştırıcılar, genellikle kutsalın kutsal
olmayanla yani profanla mukayese edildiğinde apaçık anlaşılabileceğine dikkat
çekmekte ve kutsalın özelliklerini bu bağlamda tanımlama yoluna gitmektedirler.
Kutsalı kutsal olmayanla açıklamaya dayalı bu yaklaşım esas alınarak, kutsal
olmayanın özelliklerine bakıldığında öncelikli olarak şu temel karakteristik
karşımıza çıkar: Sıradanlık ya da alelâdelik. Buna göre kutsal olmayan ya da
daha doğru bir ifadeyle kutsal olarak kabul edilmeyen şeyler sıradan alelâde
şeylerdir. İnsan yaşamında herhangi bir olağanüstülüğe sahip değildir;
dolayısıyla olağanüstü anlamda bir güce de sahip değildir. Sıradanlık özelliği
taşıyan şeylerin bir diğer özelliği, varlık ve öz itibarıyla aynı zamanda
insanın da yer aldığı bu evrenin içerisinden olmaları ve aşkın bir değer
taşımamalarıdır.
İlahî irade ve evrenle her tür ilişki kutsal alanın
kapsamındadır. Cennet, cehennem, bütün bunlar kutsalla açıklanır. Yaratılış,
vahiy, risalet, haşir, hesap gibi İlahî iradenin her tür açılımı da kutsal
kapsamındadır. Ayrıca İlahî iradeyle ilişkisi açısından vatan, bayrak, aile,
namus, insan yaşamı gibi hususlar da kutsal değerler olarak algılanır. Kutsala
yönelik algıda dinlerin yapısından kaynaklanan çeşitli farklılıkların varlığı
bilinmektedir. Örneğin kutsiyetin merkezi konusunda çeşitli dinlerin
teolojilerindeki farklılıklara göre farklı yaklaşımlar dikkati çeker. İslam
kutsiyetin yegâne merkezi olarak yalnızca Allah’ı kabul edip her türlü kutsal
algısını Allah’ın mutlak birliğine ve merkeziliğine dayalı Tevhid öğretisi
çerçevesine oturturken diğer birçok dinde kutsiyetin merkezi konusunda farklı
algılamaların varlığıyla karşılaşırız.
Kutsalla ilgili algı ve inanışlar yalnızca yaygın anlamda din
olarak adlandırılan geleneksel inanç sistemlerinin değil, genel anlamda bütün
insanlığın yaşamında önemli yer işgal etmektedir; kutsala ilişkin algılamalar,
insanla ilgili her alanda bir şekilde kendisini gösterir. Öyle ki kendisini
geleneksel anlamda din olarak sınıflanan inanç sistemlerinin dışında gören,
hatta metafiziği/doğaüstünü tamamıyla dışlayan bir bilgi paradigmasına
kendisini bağlı addeden kişilerin bile yaşamlarında –adını koymasalar da- şu ya
da bu şekilde çeşitli kutsallarla, kutsal alanların varlığı görülür. İnsan
yaşamında belirleyici bir etkiye sahip olan ve diğer unsurlardan farklı olarak
sıra dışı kabul edilen çeşitli değerler, değer yargıları ve hususlar mevcuttur.
Bunlar kişi ve toplum yaşamında adeta dokunulmaz bir alan meydana getirirler.
İnsan yaşamını çepeçevre kuşatan ve yönlendiren bu değerler ve değer yargıları
etkileyicilik açısından tartışılmaz bir üstünlüğe sahiptir. Öyle ki bazen
uğruna savaşlar verilir; canlar ortaya konulur. Bu kutsallar karşımıza bazen
moda, bazen sermaye, bazen de ideolojiler olarak çıkar. İnsanın bütün tavır ve
davranışlarıyla sosyal ve doğal çevreye yönelik yaklaşımlarına bunlar hakimdir.
İnsanlar bu uğurda her riski göze almaktan, her türlü özveride bulunmaktan
kaçınmazlar. Bu kutsal değerler yaşama yön veren birer üstün güç, İslami bir
kavramla adeta birer ilah’tır. Bu değerler, tek başına bütün etkileyiciliğin,
sıra dışılığın ve aşkınlığın, dolayısıyla kutsiyetin yegâne kaynağı olarak
insan duygu, düşünce, tavır ve davranışlarına, kısaca insanın bütün yaşamına
hakim olur. Kutsala yönelik algılar insanla ilgili değer yargılarının da
kaynağıdır.
İyi-kötü, doğru-yanlış gibi değer yargıları birçok dini
gelenekte tanrı ya da tanrılar şeklindeki kutsal varlıklarla ilişkili
inanışlardan beslenir. Çeşitli geleneklerde tanrıdan başka kutsiyetler de
karşımıza çıkar. Örneğin bazı geleneklerde karma ya da dharma denilen bir ahlak
sistemi, bazılarında yin-yang ilkesi değer yargılarına yönelik algılarda
belirleyicidir. Değer yargıları üzerinde mutlak ve en üst düzeyde belirleyici
olan unsurlar, bazı geleneklerde ise pozitivizmin, materyalizmin, sekülerizmin temel
değerleridir. Örneğin metafizik değerleri dışlamaya dayalı pozitivist paradigma
kendi ön kabullerini ve değer yargılarını üretmektedir. Akıl ve beş duyuyla
ilgili deneysel verilere dayalı bilgiyi mutlaklaştıran, bunun dışında her
veriyi bilgi dışı kabul eden bir anlayış üretmiş ve bütün değerleri buna göre
tarif etme yoluna gitmiştir. Benzer şekilde sosyal yaşamda elden geldiğinde
“din dışılaşmayı” ifade eden sekülerizm de özellikle çeşitli Batı toplumlarında
değer yargılarını belirleyen bir mutlak referans olarak kabul edilmekte ve
değer yargıları bu bağlamda oluşturulmaktadır.
Aslında Müslümanlar Kur'an'dan anladıkları şeyle, yaşamı
kuşatan ve onda potansiyel olarak var olan kutsal anlayışı (dine yönelik
yaklaşım), kitleler nezdinde kimi zaman değişime uğrayıp idealize olarak öte
dünyaya yönelikleştirmişlerdir. Yani Batı, insanın/dünyanın kutsalla bağını
kesmeye çalışarak sekülerleşirken; Doğu toplumlarında da kimi zaman
insanın/dinin yatayla/dünyayla bağı kaybedilmiştir. Oysa Kur'an'ın kutsalındaki
insaniliği/dünyeviliği ve dünyevisindeki
kutsallığı görmek gerekir. Ne var ki, Batılılar, dünyevideki kutsallığı
görmezken Doğulular da kimi zaman kutsaldaki
dünyeviliği ihmal etmişlerdir. Malik bin Nebi, Ari kavimlerin/Avrupalının
insani yanıyla tıka basa dolu tabiatının ilahi olana yer bırakmadığını; buna
karşılık Sami kavimlerdeki ilâhî yanın ise dünyevî meşguliyetlere pek az yer
bıraktığı tespitini yapmaktadır.[1]
Bunun sonucu olarak örneğin Müslümanlardaki (temel kaynaklarda belirgin şekilde
var olan) bu denge bozulduğu için, dikeyle olan bağ, kimi zaman yatayla olan
bağların gevşemesine yol açmıştır. İslam kültüründeki bu tarz bir öte
dünyacılığı aslında dış dünyadaki zalim hükümetler ve iç savaşlar daha da
güçlendirmiştir. Batıda ise kutsallığın tam karşısında profanın, yani kutsala
saygısızlık anlamında profanın olması, Batının düşünsel gelişimiyle ilgilidir.
İlk dönemlerde kutsal olan; ya tapınmayla ilgili ve mistik kabul edilerek
gündelik hayattan dışlanmış, ya da antik Yunan'da olduğu gibi insanî olanla
kutsalın tipik 'içiçeliği', sonunda dine karşı saygısızlığa yol açmıştır.
Bir başka açıdan kutsal, insan yaşamında uğruna mücadele
edilen bir değer olarak karşımıza çıkar. İnsan, bütün inanç ve düşünceleriyle
tavır ve davranışlarında, dolayısıyla bütün yaşamında merkezi bir yer tutan
kutsal değerleri tartışılmaz alanlar olarak kabul eder. Bunları
sıradanlaştırmaya ve tartışma açmaya yönelik her gayrete karşı şiddetli bir
direnç gösterir; gerektiğinde her fedakârlığı yaparak bunları savunur. Kendi
kutsal değerlerini merkeze koyarak başkalarını eleştirmekten onlara karşı
mücadele etmekten de kaçınmaz. Bu anlamda bir Müslüman için Allah’ın insan
yaşamına yönelik belirlemiş olduğu sınırlar riayet edilmesi gereken kutsal bir
alandır. Bunların korunması için her çabayı göstermek ve gerektiğinde her türlü
özveride bulunmak inanan kişinin görevidir: “İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır;
sakın bunları aşmayın. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa işte onlar zalimlerdir”
(Bakara 229).
Bir Hıristiyan, Yahudi ya da bir Budist için de yaşamında
riayet etmesi gereken sınırlara yönelik kutsal alanlar vardır. Yalnızca böylesi
geleneksel dini yapılarda değil, kendisini bir dine bağlı görsün ya da görmesin
günümüz insanının yaşamında da referansını çeşitli paradigmalardan alan ve
uğruna mücadeleler verilen kutsal alanlar vardır. Örneğin yakın geçmişte
Batı’da ortaya çıkan ve dünya genelinde Müslümanları infiale sevk eden
karikatür krizi şeklinde gelişen hadise, seküler paradigmanın dogmalarından
beslenen bir zihniyetin ürünü olarak karşımıza çıkmıştır. İslamın kutsal
değerleriyle, şahsiyetleriyle alay edip, onlara hakaretler yağdıran bir
yaklaşımın ifade ve basın özgürlüğü gibi bir değer gerekçe gösterilerek
savunulması; gerçekte Batı dünyasında sekülerizmin ürettiği kutsal alanların
basit bir dışa vurumu olarak anlaşılabilir. Zira temel hak ve özgürlükler
seküler değerlerden hareketle tanımlanarak, dinin kutsallarının sekülerizmin
kutsallarına feda edilmesi gibi bir durum karşımıza çıkmaktadır. Seküler dünya
kendi kutsalını, dinin kutsalının üstünde görmüştür.
Buraya kadar vurgulamaya çalıştığımız gibi, özetle, kutsalın
insan yaşamında önemli ve belirleyici bir yeri vardır ve kutsal yalnızca
geleneksel anlamda din olarak tanımlanan yapılarla sınırlı değildir. Kutsalın
insan yaşamındaki önemi insanın geçmiş ve geleceğe yönelik algılarında, mekâna
ve zamana yönelik değerlendirmelerinde, sosyal ve fiziksel çevresine yönelik
denyimlerinde, kısaca hemen her yaklaşımında kendisini göstermektedir. İnsan yaşamında
bu kadar önemli olan kutsal, dini metinlerin ana konusunu oluşturur. Kutsala
ilişkin tarifler ve anlatılar din dilinde ağırlıklı bir yer tutar. Dinden dine
farklılık arz etse de kutsal alan genelde oldukça geniş bir yelpaze oluşturur.
Metafizik kutsallardan sosyal ve doğal çevredeki kutsallara ve insan
davranışları açısından kutsal alanlara kadar sayısız kutsiyete yönelik
açıklamalar dini öğretilerin merkezinde yer alır.
İslam Kültüründe Zaman
Kavramına ilişkin Kimi Yaklaşımlar ve Diğer Dinsel Geleneklerle Karşılaştırılması:
Müslümanların tarih içerisinde zamana ilişkin olarak ne tür
değerlendirmeler yaptıklarını ele almak kolay olmadığı gibi bu konuda genel
geçer bir yorum bulmak da mümkün değildir. Örneğin İslam felsefecilerinden
Kindi'ye (ö. 260/873) göre zaman, maddi cisimlere bağlı olduğundan sonludur,
zira maddi cisimler sonludur. Zaman hareket değildir, o, hareketi ölçen
sayıdır; çünkü o, önce ve sonradan başka bir şey değildir. Sayılar iki
türlüdür: Bölünebilir ve sürekli sayılar. Zaman bölünebilir türden değil,
sürekli olandır. O halde zaman, geçmişten geleceğe doğru devam eden farazi
anlar olarak tanımlanabilir. O, anlardan oluşan sürekliliktir.[2]
İhvan-ı Safa (300-?), zamanın bağımsız bir varlığının olmadığını, onun ancak
hareket halindeki cisimlerle ilişkisi içinde kavranabileceğini düşünür.[3]
Zekeriyya er-Razi'ye (ö. 313/925) göre ise zaman ezelîdir. O akan bir cevherdir.
Razi, zamanı ikiye ayırır: Mutlak ve sınırlı (maksur) zaman. Mutlak zaman,
süredir (ed-dehr), ezelidir, işlemektedir. Sınırlı zaman, gezegenlerin
hareketindendir. Sürenin işleyişini tasavvur edersen mutlak zamanı kafanda canlandırabilirsin.
Gezegenlerin hareketini tasavvur edersen sınırlı zamanı kavrarsın.[4]
Gazali (505/1111) ise evrenin ezeliliği konusuyla bağIantılı olarak zamanın evrenin
yaratılmasıyla birlikte yaratıldığını, fılozofların zamanı sonsuz kabul ederken
mekânı sonlu kabul ederek çelişkiye düştüklerini, boş bir zamanı düşünmenin de
imkânsız olduğunu görmeleri gerektiğini söyler.[5]
İbn Rüşd (595/1126), evrenin yaratılmış olduğunu anlamaları için Allah'ın
kulları için ortaya koymuş olduğu Şer'i yolların, Şahid ve temsil yolları
olduğunu, Şahid'de örneği olmayan bir şeyi insanların anlamasının imkansız
olduğu için Allah'ın evreni bir "zaman" içinde yaratığını, onu bir
"şey"den yarattığını haber verdiğini; zira dış alemde bu nitelikte
olmayan bir varlığın olmadığını söyler.[6]
Muhammed İkbal, zaman kavramının her dönemde İslam düşünür ve mutasavvıflarının
dikkatini çektiğini söylemekte ve bunu iki sebebe bağlamaktadır: Birincisi, Kur'an'a
göre gece ve gündüzün peş peşe gelişinin, Allah’ın en büyük ayetlerinden biri
olmasıdır. İkincisi ise, bir hadiste, Allah'ın, Dehr'le (yani zamanla) eş
tutulmasıdır.[7] İkbal,
zamanı anlamak için bir duyu organına sahip olmadığımızı söyleyerek zamanın bir
çeşit akış olduğunu ve onun gerçek bir dış varlığının olmadığını söylemekte ve
soyut düşünen Yunan aklı ile somut düşünen Arap aklı arasında kıyas yaparak
İslam kültüründeki zaman kavramının bu farklılıktan payını aldığını ima etmektedir.[8]
Bu konu esasen tarihe bakışla da ilgilidir ve uzantıları
Allah'ın fiilleri çerçevesinde daha somut olarak izlenebilir. Örneğin Eş'ari,
zaman içindeki her ânı, Allah'ın direkt yaratması olarak ele almaktadır. Yani
yaratma, kesiktir ve Allah'ın sürekli her ânı yaratması gerekir. Eşarilere göre
her şey her an yaratılan ve yok edilen bölünmez bütünlerden oluşmaktadır ki,
bunlar süreklilik arz ederler. Sadece anlık bir varlıkları vardır. Allah
tarafından sürekli yaratılıp yok edilirler, evrendeki tüm değişiklikler,
Allah'a bağlıdır. Evren Allah'ın sürekli ve her an tekrarlanan faaliyetiyle
ayakta durmaktadır; zaman ve mekân bu açıdan subjektiftir.[9]
Tarihte yasaların olması ile onların bizim tarafımızdan hemen
tespiti arasındaki alâka da iyi kurulmalıdır. İslam kültürünün önemli bir
siması olan İbn Haldun, bu tarz yasaların tespitiyle uğraşan ve bir anlamda
döngüsel bir tarih anlayışına sahip olan bir ilim adamıdır.[10]
İslam düşüncesi, hayata bakışında, dünyayı göz önüne aldığı için bu dünyayı
hiçe saymadığı gibi onu sonsuz da görmez. Tarih, İslam'ın, içinde
gerçekleştiği yegane bağlam olarak vardır. Kutsal olmaktan ziyade kutsal olma
imkânını ve durumunu içerir. Tarih, kutsal olma olanağını taşır, yani ilahînin/kutsalın
ilkelerine göre şekillendiğinde kutsallaşmış, mutlağa dahil olmuş olur; müteal
olan, tarih içindeki yerini almış olur. Vahyin olaylara bağlı olarak inmesi,
İslam'ın, tarihin -ötesinde değil- tarihin içinde olduğunun kanıtıdır; zira
böylelikle tarihe de müdahale edilmiş olmaktadır. Bundan dolayı Müslümanların
tarih içerisinde kimi vakit, zaman anlayışlarında sosyal ve tarihsel bir eğilim
sergiledikleri gözlemlenmektedir. Nitekim takvime başlangıç olarak Miladi
takvimde olduğu gibi Hz. Peygamber'in doğumu ya da vahyin gelişi gibi bir tarih
yerine, Müslüman toplumun sosyal gelişimi üzerinde oldukça büyük önemi olan,
daha doğrusu onların tarih sahnesine çıkışını temsil eden Hicret'in seçilmesi
de manidardır. İslam'a göre insanlığın yaratılışından bu yana tarihsel süreci,
ilahi emirlerin tedricen ihmalinden doğan kaos ve buna karşılık, ilahi özü
tekrar vurgulayan peygamberlerin gelmesi şeklinde analiz edebiliriz ki, bu,
'bir anlamda' döngüseldir. Buna rağmen İslam geleneğinde de, bu çizgiden
sapmalar da olmuştur. Literatürde, sultanın, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi
(zıllullah) olduğu anlayışı, bu çerçevede değerlendirilebilir.[11]
Her kültürün bir zaman anlayışı ve tarihi tasnif biçimi
vardır. Zaman konusunda genel olarak iki türlü yaklaşım görülmektedir:
Çevrimsel (cyclic) ve çizgisel (linear). Çevrimsel zamanda, yeryüzünde olup
biten her şey, zamandan önce var olan bir dünyadaki öncüllere sahiptir. Hayat,
aynı şeylerin, bilinen şeylerin tekrarıdır. Bu perspektif için, yeni bir şey,
yani tarihsel gelişme yoktur.[12]
Dairesel zaman anlayışında evren bir kosmos olarak düşünülürken, çizgisel zaman
anlayışında bir tarih olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslında bu şekildeki
kategorik değerlendirmeler, oldukça genelleyici bir yapıdadır; zira geçmişten
ibret alınmaması gibi etkenlerle tarih kimi zaman tekerrür de etmektedir.
Arkaik ve antik toplumların çevrimsel zaman anlayışları, zamanla yerini
çizgisel tarih anlayışına bırakmıştır. Örneğin Hristiyan teolojisi, bir anlamda
Hz. İsa'nın doğumu ile çizgisel zaman anlayışına hem evrensellik, hem de bir
başlangıç (İsa'nın doğumu) seçerek tarihi, insanlık tarihi yapar, fakat yine de
tarih, Tanrı'nın takdiri tarafından belirlenir. Birçok kültürün de mevcut
zamana karşı olumsuz bir değerlendirme içinde olduğu söylenebilir. Örneğin
toplum ve kültürlerin bu konuya ilişkin farklı tepkileri bağlamında tarihçi
Fernand Grenard, Avrupalının zaman anlayışında kılı kırk yaran bir tavır içinde
iken, bir Asyalının zamanı, hiçbir şey yapmamak için istediğini belirtir ve
örneğin bir Lao-Çü'nün esas felsefesinin, 'hiçbir şey yapmamanın, her şeyi
düzene sokacağı' şeklinde bir prensibe dayandığını belirtir.[13]
İslam kültürünün, zaten var olan kutsal/mübarek zaman
kavramını kullandığını görmekteyiz; fakat bu kavrama verilen açı ile o, ilkel
dinlerde olduğu gibi yaşamı bölen ve zamanı sekteye uğratan bir olağanüstülük
içermediği gibi, ehli kitapta olduğu gibi aşırı paganistik izler de taşımaz.
Örneğin Kur'an'ın indirildiği geceyle ilgili olarak Kur'an'da "mübarek
gece" ifadesi kullanılmaktadır.(44/3) Fakat Kur'an'ın üslubundan, o
spesifik zamandan ziyade, söz konusu olay (Kur'an'ın indirilişi) ön plana
çıkmaktadır. Zira Kur'an, ilke olarak yaşamda radikal bir kopukluğa karşı
çıkmaktadır. Amaç, zamanda kopukluk meydana getirmek değil, insanın Allah
bilincini canlı tutmak ve insanı sürekli iyi davranışlara teşvik etmektir. Bu
bağlamda "Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, Âlemlerin Rabbi olan
Allah içindir."(6/162) ilkesi, İslam'ın ruhunu yansıtan bir ifade olarak
hatırlanmalıdır. Yani kutsalın tecrübesi, tamamen tarihsel/kültürel faktörlere
de indirgenemez, tersine hem evrensel hem de aşkın bir boyutu içerir. Örneğin
Kur'an da haram ayları kabul etmesine rağmen, Allah katında ayların sayısının
oniki olduğunu belirterek evrensel mesajını vermektedir. Aynı şekilde kurban
örneğinde de olayın işlevselliğiyle birlikte, Allah'a (cc) ulaşacak olanın
insanın Allah bilinci olduğu belirtilerek aşkınlık vurgulanmaktadır. (9/36;
22/37)
Kutsal ile olmayan arasındaki zıtlığın, sık sık söylendiği
gibi ne o denli mutlak ne de o denli sürekli olduğunu düşünebiliriz. Örneğin
tüm toplumsal önemine rağmen, Kur'an'da Cuma namazından sonra işlere geri
dönülmesi emriyle (62/10) o, hayatın içine sokulurken, İslam âlimleri
tarafından da, cumanın (oruç tutarak vs.) kutsallaştırılması engellenmeye çalışılmıştır.
Mekânsal açıdan ise, kutsal mekânın, profan mekândan tam anlamıyla ayrıldığı
ifade edilmektedir; oysa örneğin hadiste, Hz. Peygamber; yeryüzünün kendisine
mescit kılındığını söyleyerek[14]
ve bunu önceki ümmetlerden bir ayrıcalık olarak ortaya koyarak tamamen ayrık ve
kopuk alan şeklinde bir mabet düşüncesini iptal etmiştir.
Bu arada kutsal mekân düşüncesinin bir uzantısı olarak kutsal
eşya düşüncesini de ele almak gerekir: Şöyle ki Hristiyan kültüründe kutsal
kişilerin kullandığı, mâbetlerde veya ayinlerde kullanılan eşyalar da
kutsanmıştır, bunların bu özelliklerini kaybetmelerine "desecration"
denmiştir. Örneğin kutsal bir kâse, tamire vs. gönderilmeden önce özel bir
desecration seremonisiyle kutsallığından arındırılması gerektiği söylenmiştir.[15]
Aynı şekilde bir mabet, yıkıldığında kutsal özelliğini kaybeder ya da bir çekiç
darbesi kutsal bir eşyanın kutsallığını bitirir. Halbuki İslam tarihinden, Kâbe'nin
defalarca yağmur vs. (hatta mancınıklarla)[16]
dolayısıyla yıkılmasına rağmen, çok rahatlıkla tamir edildiği hususunu zikretmek
gerekir. Bu farklı yaklaşımların inançsal arkaplanı bağlamında, İslam
uygarlığındaki durumla ilgili olarak, İslamın, Hristiyanlığın aksine dini
olanla dünyevi olanı birbirine kaynaştırmayı başardığı söylenebilir.
İslam tarihinin ilk yüzyıllarındaki politik başarılar, dini
bir inanç sistemi olarak anlaşılan İslam'ın zaferi olarak yorumlandı.
Hristiyanlığın karakteristiği olan dini ve politik alanlar arasındaki ikilik,
erken/klasik İslam tarafından aşılmıştı. Modern batı medeniyeti ikili (bir
karakter taşır); biri Grek ve Roma'dan, diğeri Filistin'den doğmuş ve hiçbir
zaman bütünleşmemiş iki gelenekten müteşekkil bir medeniyettir. Bu iki gelenek
bütün tarih boyunca yan yana varolmuş ve gelişmiştir; bazen çatışarak, bazen
güç gerilimler taşıyarak, bazen uyum içinde, ancak hiçbir zaman birbiriyle
kaynaşmayarak. Bununla birlikte bu kaynaşma İslam tarafından
gerçekleştirilmiştir.
Öte yandan dinî-dünyevî ayrımının önplana çıktığı yerlerde
bir anlamda insan, vicdanı ile dış dünya arasında sürekli çatışma içinde
kalmaktadır. Zira dinî anlamda metodik yaşayan insan, en üst bireyi ne kadar
sıkı sıkı yakalarsa onu gündelik yaşamdan o kadar çok dışarı sürükler, çünkü
dünyevî ahlâkın aşılmasının temelinde özel kutsal yaşam yatar. Aslında kimi
zaman, ritüeller/kutlamalar; örneğin kandiller yegâne dinsel bilinç anları
olarak değerlendirilmektedir ki, bu anlayış, bu tarz bir kopukluğun uzantısı
olarak değerlendirilebilir. Bu şekilde din, birtakım dindarlık görüntülerine indirgenerek
diğer dinlerde karşılaştığımız türden bir kutsal zaman anlayışına doğru
kayılmaktadır. Oysa Kur'an, tüm gizemci kültleri dışlamaktadır, zira bu
kültler, maneviyatı, psikoloji ve coşumlara indergemekte ve insanı, sürekli
Allah ile ilişki içinde yaşadığını unutmaya sevk etmektedir. Bunun içindir ki,
Kur'an'da (gelenekteki kimi öğelere rağmen) "kurtulmuş" kelimesi daha
az kullanılmaktadır ve kurtulma (felah) temel olarak bir süreç olarak
sunulmaktadır. Bu bakımdan nasıl tarihteki Hristiyanlık, sözde manevi olanla
ilgilenme iddiasıyla vakıayı terk etmek zorunda kalmışsa, aynı şekilde bu
yaklaşım da, yaşamda bir bölünmüşlük algılaması içine girebilmektedir. Bu
bölünmüş anlayışın sonucu olarak, bir batılı, nasıl özel hayatında Hristiyan
olurken, resmi kişi veya bir iş adamı olarak makyavelist olabilmişse, doğuda da
bir kişi, vicdan olarak Müslüman gibi, sosyal olarak ise bunun aksine
davranabilmektedir. Oysa Kur'an'da, din, dünya ayrımından ziyade, içinde
bulunduğumuz ya da yakın olan hayat anlamında "el-hayatu'd-dunya" ve
sonraki, uzak hayat anlamında "el-hayatu'l âhire" kavramı vardır.(17
/18) Ve burada kötülenen şey, dünya hayatı değil, dünya hayatının âhirete
tercih edilmesidir.(16/107; 2/86; 6/29)
Dinler insanların sorumluluğunun yöneldiği nokta olarak
yeterince açık bir 'gelecek hayat' fikrini genel olarak zaten ortaya koyarken
İslam bu bağlamda 'davranışların tartışması/değerlendirilmesi' kavramını ilave
etmiş ve kesin biçimde şunu söylemiştir: burası ve şimdinin, görünen ve yakın
olanın sürüklemesiyle yapılan davranışlar 'hiçbir ağırlığa/değere' sahip
değildir; sadece ahireti, sonucu, işlerin sonunu gözeterek yapılan davranışlar
'ağırlığa' sahiptir. Ne var ki ilk dinsel sevk ve şevk, zamanla bir 'gelenek'
halini alınca bakış açısı ve duruş noktası değişir. Mesela İslam geleneğinde
ahiret kavramı zamanla bu hayattan tamamen ayrı ve bağımsız bir şey olarak
algılanır olmuştur. Bu nedenle Kur'an' ın amelî, davranışsal 'sorumluluk
duygusu' (takvası) yerine başka bir tip dindarlık takva talim ettirilmiştir; bu
da bakışımızı 'gelecek dünyaya' sabitleştirme anlamına gelip; gelecek hayat da/dünya
da, 'bu hayattan' kopuk bir şey olarak algılanmıştır. Bu sebeple Müslümanlar
özellikle ortaçağ sonlarında bu dünyanın sorunlanyla hemen hiç ilgilenmeyen bir
dindarlık anlayışı geliştirmişlerdir. Batıda ise bunun tersi olmuştur. Orada
Aydinlanma'dan itibaren Kilise'nin öngördüğü 'öteki dünyacı dindarlığa'
içerisinde bulundukları hayat ile irtibatsızlığı nedeniyle başkaldıran batılı
insan bilim ve teknolojiyi ya da pozitif' bilim denilen şeyi oluşturmuşlardır.[17]
Aslında bu iki yaşam arasındaki bağlantının, zaman içinde gevşeyip bazen
tamamen kopmasında, kanaatimizce, Müslümanların yaşadığı iç savaşlar gibi
olumsuz deneyimler ve baskıcı-adaletsiz yönetimler gibi harici koşullar da
etkili olmuştur.
Kur'an'da dinî-dünyevî şeklinde keskin ve birbirinden yalıtık
bir ayrımın olmadığını söylerken aslında, bunun zamansal yansıması olan her ânın
potansiyel olarak kutsallığı fikrinin, aynen post-modem zaman anlayışında
olduğu gibi insana çok fazla sorumluluk yüklediğini söylemeliyiz. Belki insanın
Allah bilincini sürekli canlı tutması anlamında takva, bu açıdan önem arz
etmektedir. Öte yandan hayata bir anlamda yeni enerji sağlayan törensel kutsal
zaman anlayışı da insanı yaşamın sıradanlığından kurtararak daha hakiki bir
realiteyi hayata dahil etse de sonuç olarak zamanı bölen bir yaklaşımdır.
Dolayısıyla bunun daha az gelişmiş bir yaklaşım olduğu kanaatindeyiz. Kur'an'ın
ibadet kavramını, tüm iyi işler bağlamına aktarması, bu anlayışın sonucudur.
Zira dindeki ağırlık merkezi, bu şekilde (anlık) seremonik olandan (kuşatıcı)
ahlakî olana kaymaktadır.
SONUÇ
İslam'da, insan temel olarak unutkan bir varlık olarak tasvir
edilmekte ve onun sosyal hayatta tamamen kaybolmaması için, ona gerçekleri
hatırlatarak kendine yabancılaşmasını engelleyecek spesifik zamanlar (5 vakit
namaz, oruç, hac vs) belirtilmesine rağmen; üst bir bilinç olarak her zaman,
esasen tüm zamanların insanın olumlu eylemleriyle (amel-i sâlih) süsleyebileceği
kutsal olma potansiyeli taşıdığı fikri sürekli ön plana çıkarılmaya
çalışılmıştır. Nitekim haram aylar kabul edilmesine rağmen, aslında Allah
katında ayların sayısının on iki olduğunun altı çizilerek (Kur'an, 9/36)
tarihsel olan ile evrensel olan bağlantılandırılmaya çalışılmıştır. Kozmik
zaman anlayışı eksenli inançların kutsal olarak gördüğü önemli anlar, örneğin
mevsimler, gece-gündüz, doğum-ölüm vs., İslam'da âfâki ayet kategorisine dahil
edilmiş ve fonksiyonel bir biçimde Allah'la ilişkilendirilmiştir. (Kur' an;
41/53: âfâk ve enfüs kavramları) Zira tabi uyumlar (gündüz/gece, uyku/faaliyet,
mevsimler, fizyolojik işlevlerin değişmesi, meteorolojik zaman ... ) birbirine
karşıt oluşları nedeniyle insanı, zamanın gerçekliğinin farkına vardırır ve
onu, zamanın içine yerleştirir. Bütün bu parçalı zaman dilimlerinde sözgelimi
gece 11-05 arası epifiz bezinin karanlıkta melatonin hormonu salgılaması, Kur’an’ı
gece okumanın daha etkili olması(17/79), seher vaktinde istiğfar edilmesinin
daha makbul olması, sabah namazından sonraki vaktin bereketli olması gibi
durumlara; bütüne anlam katan unsurlar gözüyle bakmak daha isabetli olacaktır. Keza
Kur'an'daki Allah'ın insana şahdamarından daha yakın olduğu(50/16), Allah'ın
her an yaratmada olduğu fikri (55/29), esasen bu geliştirmenin bir parçası
olarak vardır denilebilir; zira insan Allah'tan uzak değildir ki, O'na
yaklaşmanın yegâne vasıtası kutsal mekânlar olsun; Allah belirli zamanlarda
yaratmaz ki, o an, olağanüstü kabul edilsin! Allah ihtimalli davranmaz ki,
muhtemel zamanlar var etsin. Tavsiye ettiği zamanlar kesin zamanlar olup, her
insanın değerlendirebilme imkânına sahip olduğu anlardır. Çarkıfelek türü,
kaptıkaçtı anlayışı üzerinden değil, bizzat kişinin gayreti ile elde edebildiği,
zamanına bereket katabildiği, kendi iradesiyle yönetebildiği zamanlardır. Bu
bağlamda ilk dönem Müslümanların, cumayı, Hristiyan ve Yahudilerin özel günleri
gibi, kendilerinin özel kutsal günleri olarak algılamaya karşı çıkmaları, son
derece olumlu bir çaba sayılmalıdır.[18]
Bütün bu açıklamalardan sonra İslam'ın insan hayatına parçacı
değil, bütüncül bakılması gerektiğini, dünya-dünya ve dünya-ahiret bütünlüğü
üzerinden hadiseleri değerlendirmemizin daha doğru olacağının önerildiğini
anlıyoruz.
[1] Malik
bin Nebi, Fikir ve Put, Boğaziçi Yay., Istanbul 1992, s.12
[2] Islam
Düşüncesi Tarihi, {ed.) M. M. Şerif, İnsan yay.
İst. 1990, I. 44-45.
[3] M. M.
Şerif, a.g.e. I. 331.
[4] M. M.
Şerif, a.g.e. II..60.
[5] M. M.
Şerif, a.g.e. ll. 222·223.
[6] İbn
Rüşd, Felsefe Din İlişkisi. Dergah Yay.
İst l985, s. 298.
[7] İkbal,
Muhammed, İslam Düşüncesinin Yeniden Doğuşu. Birleşik Yay. Ankara, s. 104
[8] İkbal.
a.g.e. s.105
[9] İslam
Düşüncesi Tarihi, ed. M. M. Şerif, I.274-275
[10] Meriç,
Cemil, Ümrandan Uygarlığa, Değişim Yay.., İstanbul 1996, s. 146
[11] İbn
Teymiyye, es.Siyasetu'ş-Şer'iyye, Mısır 1955, s. 162
[12] Özdalga,
Elizabeth, Tarih ve Ötesi: Mlrcae Eliade ve Dinin Tarihi Felsefe Dünyası,
sayı:9, Ekim·1993, s.54
[13]
Grenard, Fernand, Asya’nın Yükselişi ve Çöküşü, MEB, istanbul 1992, s. 162
[14] Buhari,
teyemmüm (7), b(l), no: 2, 1.86
[15] The
Catholic Ancyclopedia, 1908, IV, 748
[16] Hasan
İbrahim Hasan, islam Tarihi, Kayıhan Yay. İst 1987, II.103
[17] Fazlurrahman,
İslamî Yenilenme Makaleler ll, 115-116.
[18] Özer
Salih, Hadis Literatüründe Mübarek Zaman/Kutsal An Mefhumu Ve Kandiller
Örneğinin Tetkiki, (Basılmamış Y. Lisans
tezi), AÜİF, Ank. 1995, s. 68.