23 Mart 2018

Maddenin yükselişi ve mananın çöküşü

Bu devirde paran kadar itibarın var diyordu yaşlı adam, eski bir sokak kahvehanesinde, yudumlarken çayını ve sararken son sigarasını. Belli ki sahip olduklarının bir kıymeti yoktu yaşadığı bu modern zamanda, ya da modern çağın kıymet verdiği şeylere henüz sahip olamamıştı.

Öyle ya paramız kadar itibarımız, kariyerimiz kadar hatırımız vardı. Evimiz, arabamız, işimiz, gelirimiz…Modern zamanların insanı bunlarla muteber idi.  

Sayıların gölgesinde kalan insanlar aleminde, mana ya da nitelik çok muteber kavramlar değildi artık. Gemisini yürütenin kaptan olduğu ama geminin rotasının önemli olmadığı bir zamandı bu.

Her koyunun kendi bacağından asıldığı, diğer koyunları ezip geçtiği bir yarıştı yaşanan. Herkes için tek gaye menzile varmaktı. Nasıl vardığının, kimleri ezip geçtiğinin bir önemi yoktu.

Adalet, dürüstlük, merhamet, helal rızık, nezaket, vefa gibi kavramların bozuk para gibi harcandığı, kainattaki en kıymetli varlık olan insanın dahi beş para etmediği, en çok kazandıranın en kıymetli olduğu, acımasız bir zamandı yaşanan.

Güzel ile zengine rağbet edilen bir dünyada, en güzel olmak uğruna estetik ameliyatlarla bir bir değişti, gözler, burunlar, saçlar, suratlar. En çok beğenilen olmak, tüm bakışları üzerine çekmek ne büyük onur insan için!

Köşeyi dönmek herkesin hayaliydi. Köşeyi dönerken hangi yoldan yürüdüğümüz önemli değildi. Sonuçta bu bir hayat yoluydu ve bu yolda her şey mübahtı.

En kestirme yoldan meslek sahibi olmak, en yüksek maaşa kavuşmak ve en büyük lokmayı kazanmak tek kariyer hedefi olarak belirlenmişti çocuklar için.

İsimlerin önünde yazan unvanlar nasıl da yüceltiyordu zerre hükmündeki insanları. Unvanlara itibar verilirken, adamlık bir itibar görmüyordu. Güçlü olanın aynı zamanda haklı olduğu her kesin egemenlik sınırlarını alabildiğine genişletmeye çalıştığı bir yaşamdı bu.

Çok lafın yalansız çok malın haramsız olmayacağı ve fazla malın göz çıkarmayacağı düsturunca malı çoğaltmak lazımdı ve helal haram oluşunun da bir mahsuru yoktu. Malı çoğaltırken yalnızlığı biraz daha arttı insanın. Çünkü çoğalan malı aç gözlülerden, fakir fukaradan korumak kimseciklere zırnık koklatmamak azımdı.

Anı yaşa, tadını çıkar, zirveye çık diyordu mütemadiyen televizyon kanalları. İnsan dediğin sadece kendi için, hazları için yaşamalıydı. Filistin'de Suriye'de, Myanmar'da ölen çocukların havadisleri bile kendine gazete sayfalarının ıssız köşelerinde yer bulabiliyordu.

Düne ait övünç kaynağı olan ne varsa satılmıştı bir bir. Her şeyin bir ederi vardı. Ahlak, dürüstlük, vefa, helal kazanç dünde, dünün adamlarında kalmıştı.

Modern çağın üslubu daha çok hız ve haz üzerine kuruluydu. Hızlı kazanılan ve hızlı tüketilen yaşanmışlıklar çağı. Yemeğin hızlı yendiği, arabaların hızlı kullanıldığı, dostlukların ve sevginin hızla tüketildiği yeni çağ. Durup düşünmeye, vicdanının sesini dinlemeye, muhasebe etmeye kimsenin vakti yoktu.

Kuvvetin ve bilginin para ettiği, ahlak ve erdemin alıcısının olmadığı bir dünyada çepeçevre kuşatıldı insan. Her savruluş daha büyük bir savruluşu ve yıkımı getirdi beraberinde.

Maddenin kutsallaştırıldığı bu çağ, adeta savaş açmıştı tüm kutsallarımıza. Hazla, şöhretle, gösterişle düşürülüyordu bir bir tüm kaleleri mana aleminin. Madde yükselirken, mana çöküyordu.

Cahit Zarifoğlu “Biliyor musunuz ben bu çağdan nefret ederim. Etimle, kemiğimle, hücrelerimle nefret ederim” demişti yaşadığımız bu çağ için. İnsanın insana, insanın özüne uzaklaştığı bu modern zamanda ya sahip çıkıp yücelteceğiz tüm kutsallarımızı ya da maddenin yükselişine kurban edeceğiz tüm kutsallarımızı…

Vesselam…