Malik b. Nebi ile medeniyetçi milliyetçilik yollarında
Toprak, nasıl bize
her yıl mütemadiyen, tohum sahibi oldukça ve onu ekmeyi bildikçe kendi iç
şartları ve dış şartlarının uygunluğu ve imkânı nispetinde, ekip biçtiklerimizi
yeniden ürüne dönüştürme ve insanlık olarak biyolojik varlığımızı sürdürme imkânı
sağlıyorsa; vatan adını almasıyla da bir toplumun/milletin kendi maddi ve
manevi ürünlerini ekip biçtiği ve aktardığı bir imkân olarak medeniyetin
esasını da bu yönüyle kültürel faaliyet, toplum-devlet-şehir/coğrafya
bağlamında mümkün kılar. Modern zamanlarda yaşadığımız esas mesele bugün
tarımda nasıl yerli tohum ve ürün meselesi bizi kendi öz varlığımız ve bağımlı
olduğumuz sağlıksız tohum ikilemine sokuyorsa, vatan olarak bildiğimiz toprak
üzerindeki millet tohumunu tekil eden insan için de maddi ve manevi ne olacağı,
tohumlarımızın ve ürünlerimizin hangi doğrultuda olacağıdır. Bu cümleden medeni
dünya içerisinde nasıl var olacağımız ve var kalacağımız endişesi ve çekişmesi de
bu meyanda oluşuyor. Güncel siyasi kutuplaşmaya bile bakarsak bu resim çok net
görünmüyor mu? Elde edip, aktardığımız ürünün niteliği ve neliği ile uğraşmak,
nasılına bakmak yerine ne olacağımız sorusu üzerinde toprağa/vatana dair ister
biyo-kimyasal isterse de mana yönüyle henüz tez anti tez çatışma sı ve
çelişkileri içerisindeyiz. Bir terkibi bakışla topluma yani medeniyet
çeperimizin esasına yön çizilebilmiş yahut toplumun evet işte buyuz dediği bir
yol ve yön tam belirginleşebilmiş değil. Dolayısıyla değişim ve dönüşümlerin
istikameti konusunda tarihi süreç olarak doğal olarak yaşamamız gereken esaslı
meseleleri de konuşamaz haldeyiz. Kaşlar çatık ve cümleler keskin. Buradan
çıkış nedir? Galiba zihniyetimizi ve irfanımızı düzeltmek gereği; bu bakımdan
kültür ve medeniyete bakarken, medeniyet sahibi olduğumuz zamanlara, İbn Haldun
gibi düşünürlerin zaviyesi ile olaya bakarak bunlar arasındaki ayrılığı bir
batı-doğu yahut değişmekle-kendi kalmak ikilemi üzerine oturtmak yerine
bunların bir diğeri ile olan bütünlük ve anlam ilişkisi üzerinden düşünerek
meseleye dönmek gerekiyor diye düşünmekteyiz. Bu cümleden ahenk, kaynaşma,
bilinç, süreklilik ve müşterek kavramlarını bu noktada önemle değerlendirmek
gerekmektedir. Bu çerçevede bu kısa yazı vesilesi ile, Cezayirli düşünce adamı
Malik b. Nebi ile kültür ve medeniyete bakışımıza bir boyut daha katmak
istiyoruz.
Malik b. Nebi
kültür ve medeniyet üzerine düşünmüş bir fikir adamıdır. Ona göre kültür,
“Bireyi doğumundan itibaren etkileyen ve onun davranış tarzını, içinde doğduğu
yaşam biçimine bilinç dışı bağlayan davranışsal nitelikler ve toplumsal
değerler bütünüdür.”, olarak ortaya koyar. Malik bin Nebi, Kültür Sorunu ve Bir
Toplumun Doğuşu, (çev. Salih Özer), Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2016, s,
57-58.) Kültür, her insanın kendi toplumuna doğumla bir tohum olarak düşüp,
büyüyüp gelişip, ürün verip sonrada vakti gelince arkasında bazen tohum veya
tohumlar bırakmış olarak göçüp gittiği bir düzende insan sürekliliği
meselesidir. Bu bakımda toplumdaki doğuşumuz annemizden sonraki ikinci doğum
gibidir. İşte bireylerin böylece bir araya gelişleri ile toplum teşekkül eder.
Kendi köklerini özümsedikçe güçlenen lakin toplumdaki bütünlük içinde çoğalan
insan teki için var olmak ve kalmak böyle bir düzende işler gibidir. En azından
mevcut tarihi tecrübe bunu öğretmektedir. İnsanın zihin, mana ve maddesi işte
vatan tarlasında kültür ile ki, buna hars denmesinin manasına da buradan
varabiliriz, böyle gerçekleşir gibidir. Birey ve toplum arasındaki ahenk,
birlik, bütünlük ve süreklilik işte buradaki aktarım, yenilenme, zaman zaman
değişim ve dönüşüm sayesinde mümkün olabilmektedir. Medeniyet zemini de toplum
ile bu yapı içerisinde teşekkül etmektedir. Biz bilinçli ve bilinç dışı
bağlandığımız topluma dil, din, örf ve adetler gibi pek çok alandan temas
ederiz. Ben anlayışımız burada köklerin üzerinde tarihi süreç ve kendimizi
mesul gördüğümüz şeyler ile bize dönüşebildiği gibi bir nihilist yalnızlık,
yabancılaşma ya da inkar gibi tezahürlerle başka anlam arayışları da söz konusu
olabilir.
İnsan teki
kültürel bir bağ ile topluma aidiyet hissi ile intikal eder. Burada
karşılaştığı, içinde yaşadığı, mensup olduğu devlet-şehir gibi medeniyet
unsurlarına ferdiyeti ve cemiyetin bütüncül çerçeveleri içerisinde katılarak
bir medeniyet varlığına dönüşür. Felsefesi, inançları, estetik anlayışları ile
iyi, güzel ve doğru ve kötü, çirkin ve yanlış bağlamında ahlaki kimliğine
kavuşarak kendi müşterekleri çevresinde erişebildiği milli ve/veya
milletlerarası en geniş alaka sınırlarına ulaşır. Buradaki temel kavramın
müştereklik duygusu olduğunu düşünüyoruz. İnsan kendisini duygu, zihin, anlayış
gibi unsurlarca müşterek gördüğü her ortama ait olabilir. Bunun milli, dini ve
insani çerçeveleri söz konusu olması muhtemeldir. Malik b. Nebi “Her kültürün temeli şahıslar dünyasını
sentez ve birleştirmektir. Bu birleştirme etik bir şekil alan pedagojik bir
yönteme göre gerçekleşebilir. Öyleyse ahlak veya etik herhangi bir kültürün
pedagojik planındaki ilk dinamiktir.” (Kültür Sorunu ve Bir Toplumun
Doğuşu, 48), tespitleri ile bir bakıma bu çerçeveye işaret etmiş idi. Biz
kelimesinin kapsamını geliştiren de bu dinamiğin bizde oluşturduğu zihin
sınırları değil midir? İlkelerin oluşturduğu bir müştereklik hali ve bunun
bilinçli köklerden hissedilen bir duygu ile yaşanıyor olması bir toplumu ve
onun medeniyet dünyasını en ciddi noktada tutacaktır zannındayız. İbn Haldun’un
bahsettiği yardımlaşma, fedakârlık ve feragat duygularının gönülle ve gönüllü
olarak gerçekleşmesi ile oluşan müştereklerin aristokrat, monark, diktatör veya
oligarşik bir kitlenin topluma dayattığı yargılar olmaktan öte o millet için gerçekliğin
hayattaki yansıması olacağından oradaki düzen de o nispette gerçek, samimi ve
gönülden olmaz mı? Lakin kültür Malik b. Nebi’de tanımlandığı üzere sadece
ilkeler değil renkler, sesler, şekiller, hareketler, alışılmış manzaralarla
yaygın düşüncelerden meydana gelmiş bir çevredir. (Sömürge Ülkelerde Fikir
Savaşı, (çev. İlhan Kutluer), İstanbul: İnsan Yayınları, 1984, 62) İşte bu
yüzden sanat hayatımız için bir değerdir. Bir milletin türküleri ya da müziğin
efsunlu doğası bizi kendi özümüze taşır. Kadim sesler bizi köklerimizin en
müstesna yerlerine götürüp geleceğe taşıyabilir. Zevk-i selimi eksik bir
ferdiyet ve toplumun medeniyeti sanki insanlığı Farabî’nin cahil şehirler
ahalisi dediği o hale doğru taşır. İşte medeniyet orada kendini gösterdikçe
insan görünür olur. İbn Haldun’a müntesipliği ile bilinen Malik b. Nebi
medeniyet tanımında: “… bir cemiyete ve o cemiyetin her ferdine çocukluktan
ihtiyarlığa, hayatının her devresinde, gelişmesinin her safhasında ona lazım
olan desteği sağlayan maddi ve manevi şartlar bütünüdür.” (Sömürge Ülkelerde
Fikir Savaşı, 30), tespitleri ile meseleyi ortaya koyar. Nihayet medeniyetin
çöktüğü yerde Malik b. Nebi, İnsanın yaratıcı
hareketini yitirmesiyle şahıstan ferde döndüğü bu aşamada insan öncülüğünde
başlayan toprak ve zaman sentezi bozulmuştur. Sosyal hayatın çözüldüğü
medenileşme sonrası dönemin yaşam biçimi ilkel bir yaşam biçimi haline geri
dönmüştür Medeniyet sonrası döneminin patolojik bir karakteri olduğunu belirten
Bin Nebi bu toplumda düşünceler evreninde yapılan tartışmaların da eşya odaklı
olduğunu ve sorunlara çözüm bulmak için değil kişinin ön plana çıkması,
büyüklenmesi ve haklı çıkması için yapıldığını belirtmektedir.(Meryem
Sümeyye Özbayrak, Malik Bin Nebi Ve
Aliya İzzetbegoviç’te Medeniyet Fikri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya,
2022 72-73).” Tanıdık mı?
Her medeniyet
tarihi anlatısı, bir yerden hayatımıza dokunur. Geçmişin en yüksek
anlamlarından günün en yorgun hallerine kadar bize aynadır medeniyete dair
izahlar. Her halükarda her tohum başağa yürümek üzere toprağa düşmüştür. Lakin
buğdayın hikâyesi tarlada başak olup olgunlaşmakla bitmiyor. Medeniyet
içerisindeki insanın da şahsiyete dönüşmesi yolun başı belki de. Uzun
hikâyemize İbn Haldun’a intisabı ile bilinen Malik b. Nebi ile yoldaşlık ederek
fikirleşmeye devam etmek istedik. Tam burada Erol Güngör’ün, “Bir
medeniyet her şeyden önce bir değerler, inançlar sistemidir. Müesseseler
bu değer ve inançların birer eseri olarak ortaya çıkar. O halde Müslümanların
asıl bakmaları gereken şey iktisadî, askerî, siyasî vs. müesseseleri değil,
onların gerisindeki zihniyettir… “Milliyetçilik, milli kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı
haline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık pazar yeri halinden
kurtarmak hareketidir.
Binaenaleyh milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet davasıdır. ”, tespitlerini hatırlayarak medeniyetçi
milliyetçilik olarak ifade ettiğimiz çerçeveyi hatırlamak istiyoruz. Toplumlar,
devletler ve şehirler medeniyetin kucağında parlar ve sönerler. Bu bakımdan
medeniyetçi bir zaviye önemlidir. Lakin bu yolda merhum Nurettin Topçu’nun medeniyet, satın alınır zannettik, elbiseyi aldık, insanı göremedik,
dediği meseleyi her şeyin insan için olduğu; onun tekâmülü, huzuru ve mutluluğu
adına düşünülmesi gerektiği ve dinin de onu aşkın bir bilgi ile özgürleştirmek
için vaz edildiğini, medeniyetin de insanın kendi köklerinden varlık gayesine
uygun yücelmesi meselesi olduğunu unutmamak gerekiyor. Medeniyet budur uyula!
talimatının bizi batı-doğu kuzey-güney ne adına olursa olsun simulatif bir
manuplasyona tabi kılabileceğini müdrik olmak gereklidir, diye zannediyoruz.
Vesselam