09 Ocak 2024

Malik b. Nebi ile medeniyetçi milliyetçilik yollarında

 

Toprak, nasıl bize her yıl mütemadiyen, tohum sahibi oldukça ve onu ekmeyi bildikçe kendi iç şartları ve dış şartlarının uygunluğu ve imkânı nispetinde, ekip biçtiklerimizi yeniden ürüne dönüştürme ve insanlık olarak biyolojik varlığımızı sürdürme imkânı sağlıyorsa; vatan adını almasıyla da bir toplumun/milletin kendi maddi ve manevi ürünlerini ekip biçtiği ve aktardığı bir imkân olarak medeniyetin esasını da bu yönüyle kültürel faaliyet, toplum-devlet-şehir/coğrafya bağlamında mümkün kılar. Modern zamanlarda yaşadığımız esas mesele bugün tarımda nasıl yerli tohum ve ürün meselesi bizi kendi öz varlığımız ve bağımlı olduğumuz sağlıksız tohum ikilemine sokuyorsa, vatan olarak bildiğimiz toprak üzerindeki millet tohumunu tekil eden insan için de maddi ve manevi ne olacağı, tohumlarımızın ve ürünlerimizin hangi doğrultuda olacağıdır. Bu cümleden medeni dünya içerisinde nasıl var olacağımız ve var kalacağımız endişesi ve çekişmesi de bu meyanda oluşuyor. Güncel siyasi kutuplaşmaya bile bakarsak bu resim çok net görünmüyor mu? Elde edip, aktardığımız ürünün niteliği ve neliği ile uğraşmak, nasılına bakmak yerine ne olacağımız sorusu üzerinde toprağa/vatana dair ister biyo-kimyasal isterse de mana yönüyle henüz tez anti tez çatışma sı ve çelişkileri içerisindeyiz. Bir terkibi bakışla topluma yani medeniyet çeperimizin esasına yön çizilebilmiş yahut toplumun evet işte buyuz dediği bir yol ve yön tam belirginleşebilmiş değil. Dolayısıyla değişim ve dönüşümlerin istikameti konusunda tarihi süreç olarak doğal olarak yaşamamız gereken esaslı meseleleri de konuşamaz haldeyiz. Kaşlar çatık ve cümleler keskin. Buradan çıkış nedir? Galiba zihniyetimizi ve irfanımızı düzeltmek gereği; bu bakımdan kültür ve medeniyete bakarken, medeniyet sahibi olduğumuz zamanlara, İbn Haldun gibi düşünürlerin zaviyesi ile olaya bakarak bunlar arasındaki ayrılığı bir batı-doğu yahut değişmekle-kendi kalmak ikilemi üzerine oturtmak yerine bunların bir diğeri ile olan bütünlük ve anlam ilişkisi üzerinden düşünerek meseleye dönmek gerekiyor diye düşünmekteyiz. Bu cümleden ahenk, kaynaşma, bilinç, süreklilik ve müşterek kavramlarını bu noktada önemle değerlendirmek gerekmektedir. Bu çerçevede bu kısa yazı vesilesi ile, Cezayirli düşünce adamı Malik b. Nebi ile kültür ve medeniyete bakışımıza bir boyut daha katmak istiyoruz.

 

Malik b. Nebi kültür ve medeniyet üzerine düşünmüş bir fikir adamıdır. Ona göre kültür, “Bireyi doğumundan itibaren etkileyen ve onun davranış tarzını, içinde doğduğu yaşam biçimine bilinç dışı bağlayan davranışsal nitelikler ve toplumsal değerler bütünüdür.”, olarak ortaya koyar. Malik bin Nebi, Kültür Sorunu ve Bir Toplumun Doğuşu, (çev. Salih Özer), Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2016, s, 57-58.) Kültür, her insanın kendi toplumuna doğumla bir tohum olarak düşüp, büyüyüp gelişip, ürün verip sonrada vakti gelince arkasında bazen tohum veya tohumlar bırakmış olarak göçüp gittiği bir düzende insan sürekliliği meselesidir. Bu bakımda toplumdaki doğuşumuz annemizden sonraki ikinci doğum gibidir. İşte bireylerin böylece bir araya gelişleri ile toplum teşekkül eder. Kendi köklerini özümsedikçe güçlenen lakin toplumdaki bütünlük içinde çoğalan insan teki için var olmak ve kalmak böyle bir düzende işler gibidir. En azından mevcut tarihi tecrübe bunu öğretmektedir. İnsanın zihin, mana ve maddesi işte vatan tarlasında kültür ile ki, buna hars denmesinin manasına da buradan varabiliriz, böyle gerçekleşir gibidir. Birey ve toplum arasındaki ahenk, birlik, bütünlük ve süreklilik işte buradaki aktarım, yenilenme, zaman zaman değişim ve dönüşüm sayesinde mümkün olabilmektedir. Medeniyet zemini de toplum ile bu yapı içerisinde teşekkül etmektedir. Biz bilinçli ve bilinç dışı bağlandığımız topluma dil, din, örf ve adetler gibi pek çok alandan temas ederiz. Ben anlayışımız burada köklerin üzerinde tarihi süreç ve kendimizi mesul gördüğümüz şeyler ile bize dönüşebildiği gibi bir nihilist yalnızlık, yabancılaşma ya da inkar gibi tezahürlerle başka anlam arayışları da söz konusu olabilir.

 

İnsan teki kültürel bir bağ ile topluma aidiyet hissi ile intikal eder. Burada karşılaştığı, içinde yaşadığı, mensup olduğu devlet-şehir gibi medeniyet unsurlarına ferdiyeti ve cemiyetin bütüncül çerçeveleri içerisinde katılarak bir medeniyet varlığına dönüşür. Felsefesi, inançları, estetik anlayışları ile iyi, güzel ve doğru ve kötü, çirkin ve yanlış bağlamında ahlaki kimliğine kavuşarak kendi müşterekleri çevresinde erişebildiği milli ve/veya milletlerarası en geniş alaka sınırlarına ulaşır. Buradaki temel kavramın müştereklik duygusu olduğunu düşünüyoruz. İnsan kendisini duygu, zihin, anlayış gibi unsurlarca müşterek gördüğü her ortama ait olabilir. Bunun milli, dini ve insani çerçeveleri söz konusu olması muhtemeldir. Malik b. Nebi “Her kültürün temeli şahıslar dünyasını sentez ve birleştirmektir. Bu birleştirme etik bir şekil alan pedagojik bir yönteme göre gerçekleşebilir. Öyleyse ahlak veya etik herhangi bir kültürün pedagojik planındaki ilk dinamiktir.” (Kültür Sorunu ve Bir Toplumun Doğuşu, 48), tespitleri ile bir bakıma bu çerçeveye işaret etmiş idi. Biz kelimesinin kapsamını geliştiren de bu dinamiğin bizde oluşturduğu zihin sınırları değil midir? İlkelerin oluşturduğu bir müştereklik hali ve bunun bilinçli köklerden hissedilen bir duygu ile yaşanıyor olması bir toplumu ve onun medeniyet dünyasını en ciddi noktada tutacaktır zannındayız. İbn Haldun’un bahsettiği yardımlaşma, fedakârlık ve feragat duygularının gönülle ve gönüllü olarak gerçekleşmesi ile oluşan müştereklerin aristokrat, monark, diktatör veya oligarşik bir kitlenin topluma dayattığı yargılar olmaktan öte o millet için gerçekliğin hayattaki yansıması olacağından oradaki düzen de o nispette gerçek, samimi ve gönülden olmaz mı? Lakin kültür Malik b. Nebi’de tanımlandığı üzere sadece ilkeler değil renkler, sesler, şekiller, hareketler, alışılmış manzaralarla yaygın düşüncelerden meydana gelmiş bir çevredir. (Sömürge Ülkelerde Fikir Savaşı, (çev. İlhan Kutluer), İstanbul: İnsan Yayınları, 1984, 62) İşte bu yüzden sanat hayatımız için bir değerdir. Bir milletin türküleri ya da müziğin efsunlu doğası bizi kendi özümüze taşır. Kadim sesler bizi köklerimizin en müstesna yerlerine götürüp geleceğe taşıyabilir. Zevk-i selimi eksik bir ferdiyet ve toplumun medeniyeti sanki insanlığı Farabî’nin cahil şehirler ahalisi dediği o hale doğru taşır. İşte medeniyet orada kendini gösterdikçe insan görünür olur. İbn Haldun’a müntesipliği ile bilinen Malik b. Nebi medeniyet tanımında: “… bir cemiyete ve o cemiyetin her ferdine çocukluktan ihtiyarlığa, hayatının her devresinde, gelişmesinin her safhasında ona lazım olan desteği sağlayan maddi ve manevi şartlar bütünüdür.” (Sömürge Ülkelerde Fikir Savaşı, 30), tespitleri ile meseleyi ortaya koyar. Nihayet medeniyetin çöktüğü yerde Malik b. Nebi, İnsanın yaratıcı hareketini yitirmesiyle şahıstan ferde döndüğü bu aşamada insan öncülüğünde başlayan toprak ve zaman sentezi bozulmuştur. Sosyal hayatın çözüldüğü medenileşme sonrası dönemin yaşam biçimi ilkel bir yaşam biçimi haline geri dönmüştür Medeniyet sonrası döneminin patolojik bir karakteri olduğunu belirten Bin Nebi bu toplumda düşünceler evreninde yapılan tartışmaların da eşya odaklı olduğunu ve sorunlara çözüm bulmak için değil kişinin ön plana çıkması, büyüklenmesi ve haklı çıkması için yapıldığını belirtmektedir.(Meryem Sümeyye Özbayrak, Malik Bin Nebi Ve Aliya İzzetbegoviç’te Medeniyet Fikri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2022 72-73).” Tanıdık mı?

 

Her medeniyet tarihi anlatısı, bir yerden hayatımıza dokunur. Geçmişin en yüksek anlamlarından günün en yorgun hallerine kadar bize aynadır medeniyete dair izahlar. Her halükarda her tohum başağa yürümek üzere toprağa düşmüştür. Lakin buğdayın hikâyesi tarlada başak olup olgunlaşmakla bitmiyor. Medeniyet içerisindeki insanın da şahsiyete dönüşmesi yolun başı belki de. Uzun hikâyemize İbn Haldun’a intisabı ile bilinen Malik b. Nebi ile yoldaşlık ederek fikirleşmeye devam etmek istedik. Tam burada Erol Güngör’ün, “Bir medeniyet her şeyden önce bir değerler, inançlar sistemidir.  Müesseseler bu değer ve inançların birer eseri olarak ortaya çıkar. O halde Müslümanların asıl bakmaları gereken şey iktisadî, askerî, siyasî vs. müesseseleri değil, onların gerisindeki zihniyettir… “Milliyetçilik, milli kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı haline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık pazar yeri halinden kurtarmak hareketidir. Binaenaleyh milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet davasıdır. ”,  tespitlerini hatırlayarak medeniyetçi milliyetçilik olarak ifade ettiğimiz çerçeveyi hatırlamak istiyoruz. Toplumlar, devletler ve şehirler medeniyetin kucağında parlar ve sönerler. Bu bakımdan medeniyetçi bir zaviye önemlidir. Lakin bu yolda merhum Nurettin Topçu’nun medeniyet, satın alınır zannettik, elbiseyi aldık, insanı göremedik, dediği meseleyi her şeyin insan için olduğu; onun tekâmülü, huzuru ve mutluluğu adına düşünülmesi gerektiği ve dinin de onu aşkın bir bilgi ile özgürleştirmek için vaz edildiğini, medeniyetin de insanın kendi köklerinden varlık gayesine uygun yücelmesi meselesi olduğunu unutmamak gerekiyor. Medeniyet budur uyula! talimatının bizi batı-doğu kuzey-güney ne adına olursa olsun simulatif bir manuplasyona tabi kılabileceğini müdrik olmak gereklidir, diye zannediyoruz.

 

Vesselam