20 Kasım 2019

Matbaa Osmanlı’ya Geç mi Geldi?

Sıkça muhatap olduğumuz bir soru. Ve genellikle cevabımız, tereddütsüz ‘evet' olmaktadır. Peki gerçek öyle mi? 

Araştırmalar gösteriyor ki, Uygur Türkleri 11. asırda matbaa ile tanışmışlar. Nitekim matbaanın tarihi ile uğraşan İngiliz bilgini Carter'a göre de yeryüzünde mevcut en eski matbaa harfleri Uygur dilinde olup Türkçedir.

1444'de Gutenberg, Uzak Doğu'daki baskıdan ilham alarak sökülüp takılan harfler kullanmaya başladı. Ancak o zamanlar matbaa son derece ilkel bir sistemdi ve pratik hale gelmesi epeyce zaman almıştı.

 Osmanlı'da ilk matbaa Museviler tarafından 2.Bayezid zamanında açıldı. Padişahtan alınan özel ferman ile kitaplar 1488'de basılmaya başlandı. Hatta bu eserlerin kapağında “Sultan II. Bayezid Han'ın gölgesinde basılmıştır” ibaresinin olması, Osmanlı padişahlarının matbaaya karşı olduklarına dair ileri sürülen fikirleri çürütmektedir. 2.Bayezid döneminde İstanbul'da açılan ilk matbaada 18 tane kitap basılmıştı. Matbaacılık faaliyetleri I. Selim zamanında da sürmüş ve bu dönemde toplam 33 kitap yayınlandı.

 Müslümanlara ait ilk matbaa ise Lale Devri'nde 1727'de İbrahim Müteferrika tarafından açıldı. New York'taki matbaa ile arasında sadece 36 sene vardır. Paris elçiliğinden dönen Yirmisekiz Çelebi Mehmed, yanında kâtib olarak götürdüğü oğlu Said Efendi, Paris'teki matbaaya hayran olmuştu. Dönüşte bunun benzerini kurmak üzere Macar asıllı İbrahim Ağa'yı, nam-ı diğer İbrahim Müteferrika'yı seçti. İbrahim Ağa, sadrazama Teshilü't-Tıbaa adlı bir layiha vererek, Endülüs ve sair facialarda nice İslâm eserinin zâyi olduğunu; büyük kitapları hatasız kopya edecek hattat kalmadığını beyan etti ve matbaanın faydalarını anlattı. Matbaanın önemini anlatan “Vesiletü't-Tıbaa” adlı yazısından öğreniyoruz ki, kâğıt ve matbaa fiyatının pahalı oluşu yüzünden matbaanın yaygınlaşması zaman almıştır.

 Osmanlı'nın matbaayı geç kullanmasının bir diğer sebebi ise o dönem Osmanlı ülkesinde yetişmiş teknik eleman azlığıdır. İlk kâğıt fabrikası da İbrahim Müteferrika'nın öncülüğünde Yalova'da kuruldu.

 Zamanın şeyhülislâmı Yenişehirli Abdullah Rumî Efendi de şöyle fetvâ verdi: “Kitap basma san'atını iyi bilen kimseler, bir kitabın harf ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtlara basmakla, bu kitaptan az zamanda kolayca, çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebep oluyor. Faydalı bir iş olduğundan, şeriat bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir.”

 “Avrupa'da matbaa bulunup, kitaplar basılırken, bizdeki din adamları matbaa günahtır, gâvur icadıdır diyerek engellediler.” şeklindeki ezberin de gerçeği yansıtmadığı ortadadır.

 1727'de Sultan 3. Ahmed, din dışı kitapların basılmasına müsaade eden bir ferman yayınladı. Sait Efendi ile İbrahim Müteferrika bir şirket kurup, ilk matbaayı Selimiye semtinde açtılar. Aralık 1727'de basılan ilk kitap Vankulu adlı 2 cild Arapça-Türkçe lügat kitabıdır. Cevherî'nin Sıhâhu'l-Cevherî kitabının Medine Kâdısı Mehmed Efendi tarafından yapılmış bir tercümesidir. 1. Cild 666, 2. Cild 756 sayfadan oluşmaktadır. 18 puntoluk harflerle 1.000 nüsha basılmıştır. Yalnızca ilk matbaacı değil, aynı zamanda ilk yayıncı olan İbrahim Ağa, matbaanın kuruluşundan vefatına kadar (1726-1745) iki harita ve 21 cilt kitap bastı. Bu kitaplar, İstanbul Üniversitesi Umumi Kütüphanesi'ndedir.

 İbrahim Ağa 1742'de vefat ettikten sonra, matbaayı, bir din adamı olan damadı ve kalfası Kadı İbrahim Efendi idare etti. Giderek köhneleşen ve harfleri kullanılmaz hâle gelen Müteferrika Matbaası, 1798'de faaliyetini tatil etti. Bunun üzerine devlet, Mühendishane, Üsküdar (Dârüttıbaa) ve Takvimhane-i Âmire adında üç matbaa kurdu. Bunlar sonra Devlet (Maarif) Matbaası'na dönüştü. Sultan II. Mahmud devrinde dinî kitapların basılmasına da izin verildi.

 Dini kitapların matbaada geç basılmasının sebebi de tamamen teknik bir meseledir. Zira o dönemin matbaa sistemi son derece ilkeldir ve özellikle de Latin alfabesi üzerinden geliştiği için Osmanlıca ve Arapçaya henüz uygun değildir. Arapça tek bir harf yanlışlığının dahi farklı bir kelime ortaya çıkarttığı bilinmektedir. Mesela, teşekkür ile teşekkül çok başka anlamlara gelirler. Bu sebepten dolayı da baskı teknolojisinin bize uygun hale gelmesi için uzun zamana ihtiyaç vardı.  Bu teknik ve tarihi sebepleri incelemeden, matbaanın bize geç geldiğini iddia etmek ve hele de bunu irticaya bağlamak insafsızlıktır.

 Osmanlı, aslında çok ciddi bir teknoloji ve sanayi hamlesi başlatmıştı. Telgraf, demiryolu, silah sanayi, elektrik ve daha birçok konuda dünya ile aynı zamanda uygulamalar başladı. Bu anlamda Osmanlı'nın dünyadan geri kaldığını söylemek gerçeği yansıtmaz. Ancak bir gerçeği kabul etmek lazım ki, Osmanlı teknolojide ve eğitimde önemli adımlar atmakla birlikte, temel bilimi ıskalamıştır.

 Avrupa'da bilim zihniyetinin yaygınlaşmasında en büyük katkıyı yapan kurumların başında bilim akademileri gelmektedir. Osmanlı da o zamanlar Mühendishane, Tıbbiye vb. önemli okulları açmış ama akademi konusunda başarılı olamamıştı. Fransız Akademisi'ne benzer bir yapıda, 1851'de Encümen-i Daniş kuruldu. Bu iyi niyetli teşebbüs ve hazırlıklara rağmen Encümen-i Dâniş kendisinden beklenen görevi tam olarak yerine getiremedi. Kırım Savaşı (1853-1856) gibi ekonomik etkileri uzun yıllar süren önemli olayların yaşanması bu anlamda önemli engeller arasındadır. Ancak bence en önemli sebep, ilim adamı olma şartına uyulmadan sivil ve asker birçok devlet adamının encümene üye yapılmış olmasıdır.

 Encümen-i Daniş'in kuruluşunun üzerinden 170 yıl geçtiği halde, bugün de temel bilim konusunda yeterli mesafeyi aldığımız söylenemez. Temel bilime bakış ve zihniyet konusunda ne yazık ki hala gerekli adımları atabilmiş değiliz.

 Teknolojiyi transfer etmek başka bir şey, onun altında yatan bilimi üretmek başka bir şey. Ne yazık ki bunu anlayamadığımız sürece başkalarına muhtaç olmaktan kurtulamayız. Zira taşıma suyla değirmen dönmez.