26 Nisan 2021

​Mayıs ayında zeytuni duygular ve alın teri

Alın teri, insanoğlunun Cennet’ten Dünyaya Sürgününde, ilk andan beri tek yaşam kaynağı ve belki de paha biçilemeyen tek sermayesi.

Bu zor coğrafyada yaşarken ve bebeklikten çocukluğa terfi ederken tanıştık alın teri ile.

Her sabah, art arda üç tane “dııt’’ sesinden sonra “Sabah Ajansını dinliyorsunuz Önce Özetler” anonsuyla, yer yatağında gözümü açtığımda; babamın, akşamları törenle açılıp, saat 11  de ‘’televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız’’ uyarısı ile karınca istilası görüntüsünün de bir süre izlendiği siyah beyaz televizyonumuzun bulunduğu  vitrinin önünde, Biz uyanmayalım diye, kulağını Transistorlu radyomuza dayamış Haber Bültenlerini dinlerken görüyordum.

Evimizin ara salonunda,  Annem in, benim 10 yaşına kadar yerden kaldırmakta zorlandığım, bakır Teşt de hamur yoğururken alnında boncuk boncuk biriken terleri silerken öğrenmiştim,  ekmek demenin, alın teri demek olduğunu.

Babamın, her gün Rutin Sabah Ajansı Resitalinden sonra kasabanın çarşısına gidip, çook sonraları pazar arabasına evrimleşen “sellik” (ağaç kabuğundan yapılmış sarı sepet) ile on bir nüfusun, o günkü istihkakını eve taşırken gömleğinin ıslaklığından, alın terinin yaşamımızın bir parçası olduğunu da öğreniyorduk.

Böylece yaşardık, Yaşam dediğimiz hayat ekseninde, alın teri olmadan bu dünyada yaşamanın mümkün olmadığını öğrenerek. Belki de, Cennet sürgününden sonra bize verilen tek armağandı bu.

Biz, Dünyaya sürgünün meçhul insanları, yaşamak için alın teri ile yoğrulmaya mecburduk.

Toprakla oynardık. Oynarken, yerel lakapları ile komşumuz Arif-ı awdo’nun, Mala Ahmedo ve Babamın hep Seyda olarak andığı Şeyh Kadıro’ nın bahçesindeki nar ağaçlarından,  ortadan çatlamış narları koparıp yerken, anlamazdık tabi, o narların bile çatlarken alın teri ile bir bağlarının olduğunu.

Aynen insanoğlu gibi, yaşam sürgününde, alın teri dökerken ‘’ter’’ in süzüldüğü kaynakta, alnımızdaki çatlaklar gibi.

Bizim oranın Zeytin ağaçları olur. Nar ve incir ağaçlarına göre daha bilgece duran, daha asil, daha mağrur. Hatta daha emperyal. Ressama poz veren bir adamın duruşu gibi, tüm Vakuruyla durur. Yüksekçe bir tepeden baktığınızda, sanki zeytin ağacı dışında orda hiçbir ağaç yokmuş sanır insan, nar ve incir ağaçları gözükmez baktığınızda. Galiba bu görüntüden dolayıdır zeytin ağacının emperyal oluşu.

Zeytin ağaçlarının birbirleri ile rekabet savaşları olurdu. Nasıl mı? Demeyin. Yöresel ağızla söylenen Zeytunı mala Mehemed-ı Seydı ile Zeytunı fersı veya Zeytunı Ğabı ile Zeytunı Dahlı arasındaki rekabet savaşı halen bile bazen gündem konusu olur. Hepsi nin ortak paydası ise binlerce yıldır, alın teri ve tarih ile sulanmış olmalarıdır.

Zor toprakların ağacıdır zeytin ağacı. Çorak ve taşlık toprakta büyür, birkaç neslin alın terine şahitlik eder. Bilgedir o yüzden. Bilir, insan ve duygu sürgününün acısını, alın terini, gözyaşlarını ve yaşadıklarını. Belki de bilgeliğindendir,  bin yıl yaşaması.

Bilinmez ki, belki beraber sürüldüler cennetten dünyaya. Bu yüzdendir, Kadim bir arkadaşlığı ve kader birliği vardır insanoğlu ile zeytin ağacının.

Hayatın her alanında alın teri ve zorluk vardı. Sonuçta, bir dünya sürgünü ve bu sürgündeki yaşamımızdı kader dediğimiz!.

Her zeytin ağacının bir hikayesi gibi. Her insanın bir diğeri için derin bir kitap olduğunu düşünürken öğreniyoruz. Her bir şehre baktığımızda, gördüğümüz her bir evin, evin her bir odasının kendi hikayesini, kendi dramını sakladığını; o yerde, çarpan yüz binlerce yüreğin bulunduğunu ve bunların bazılarının yüreklerinde, en yakınındakinden bile sakladığı bir dramı olduğunu düşünmek bazen insanın içini burkar.

Yüzyıllardır insanoğlu bu topraktan çıkarmıştı ekmeğini, bu topraklar doyurmuştu dedelerimizi, atalarımızı.

Annem, her hasat vaktinde Bulgur kaynatırdı evimizin önünde. Annemin büyük kazanlarda kaynattığı çuvallar dolusu bulgur, bizim için bir güven oluştururdu kışa karşı. Mahallenin çocukları ile elimizde tabaklarla büyük kazanların önünde sıraya girer, annemin kocaman kevgir ile tabaklarımıza birer kaşık koyduğu bulguru, yağ ve tuzla karıştırıp yerken, Bilirdik artık,  en zorlu kış gününde bile evimizde yiyecek bir şeylerin olacağını.

Önceki yıllardan farklıydı bu yıl, babam zeytin ağaçlı tepelere bakan evimizi satıp şehre yerleşmeye karar vermişti, 80 Eylül’ünden önceki Temmuz sıcağında.

O gün, yanı başında ayakta durduğu sedir e düşünceli bir şekilde oturup, Bize ve Anneme kararını açıkladığında;  hepimiz şaşırmıştık. Yıllardır, döktüğü terin aktığı alnının üstünde, yüz ifadesinin derinleştirdiği, olabildiğince narin ve zarif bir çizgi belirdi. Bize bakıp düşüncelere dalmıştı, başını kaldırdı, çok şey anlatmak istiyordu, Anlatamasa da.  Annem ve bizler ne anlatmak istediğini anlamış ve onaylamıştık zaten. 

Şehre taşınacak, orda okula gidecektik. Şehir yaşamının nasıllığını hayal edemiyorduk. Aklımda kalan tek şey kamyon kasasının arkasında Şehre doğru yola çıkarken, babamın kadim zeytin ağaçlarına son bir defa bakıp, gayrı ihtiyari gözyaşları içinde el sallaması idi. Çok sonradan öğrenecektim; o göz yaşlarının, Bir baba için, Sürgün içinde sürgün, gurbet içinde gurbeti yaşamak anlamına geldiğini.

Toprağa ve doğaya olan Özlem ve sevginin, yürekte bıraktığı sızının bir ömür boyu sürdüğünü öğrenmem, çok uzun zaman almayacaktı...

İnsanı insan eden, kalbiydi her şeyden önce, kalbinden geçenler yön veriyordu insanın aklına ve kaderine. Hakiki bir insan olmak için; ne yaşadığınız şehrin, nede çevrenin bir önemi yoktu.

Asıl mesele; kalbimizin, yaşadığımız coğrafyanın toprağıyla yoğrulup hakikat ve sevgi ile biçilmesiydi.

Vesselam.