Mayıs ayında zeytuni duygular ve alın teri
Alın teri, insanoğlunun Cennet’ten Dünyaya Sürgününde, ilk andan beri tek yaşam kaynağı ve belki de paha biçilemeyen tek sermayesi.
Bu
zor coğrafyada yaşarken ve bebeklikten çocukluğa terfi ederken tanıştık alın
teri ile.
Her
sabah, art arda üç tane “dııt’’ sesinden sonra “Sabah Ajansını dinliyorsunuz
Önce Özetler” anonsuyla, yer yatağında gözümü açtığımda; babamın, akşamları
törenle açılıp, saat 11 de
‘’televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız’’ uyarısı ile karınca istilası
görüntüsünün de bir süre izlendiği siyah beyaz televizyonumuzun bulunduğu vitrinin önünde, Biz uyanmayalım diye,
kulağını Transistorlu radyomuza dayamış Haber Bültenlerini dinlerken
görüyordum.
Evimizin
ara salonunda, Annem in, benim 10 yaşına
kadar yerden kaldırmakta zorlandığım, bakır Teşt de hamur yoğururken alnında
boncuk boncuk biriken terleri silerken öğrenmiştim, ekmek demenin, alın teri demek olduğunu.
Babamın,
her gün Rutin Sabah Ajansı Resitalinden sonra kasabanın çarşısına gidip, çook
sonraları pazar arabasına evrimleşen “sellik” (ağaç kabuğundan yapılmış sarı
sepet) ile on bir nüfusun, o günkü istihkakını eve taşırken gömleğinin
ıslaklığından, alın terinin yaşamımızın bir parçası olduğunu da öğreniyorduk.
Böylece
yaşardık, Yaşam dediğimiz hayat ekseninde, alın teri olmadan bu dünyada
yaşamanın mümkün olmadığını öğrenerek. Belki de, Cennet sürgününden sonra bize
verilen tek armağandı bu.
Biz,
Dünyaya sürgünün meçhul insanları, yaşamak için alın teri ile yoğrulmaya
mecburduk.
Toprakla
oynardık. Oynarken, yerel lakapları ile komşumuz Arif-ı awdo’nun, Mala Ahmedo
ve Babamın hep Seyda olarak andığı Şeyh Kadıro’ nın bahçesindeki nar
ağaçlarından, ortadan çatlamış narları
koparıp yerken, anlamazdık tabi, o narların bile çatlarken alın teri ile bir
bağlarının olduğunu.
Aynen
insanoğlu gibi, yaşam sürgününde, alın teri dökerken ‘’ter’’ in süzüldüğü
kaynakta, alnımızdaki çatlaklar gibi.
Bizim
oranın Zeytin ağaçları olur. Nar ve incir ağaçlarına göre daha bilgece duran,
daha asil, daha mağrur. Hatta daha emperyal. Ressama poz veren bir adamın
duruşu gibi, tüm Vakuruyla durur. Yüksekçe bir tepeden baktığınızda, sanki
zeytin ağacı dışında orda hiçbir ağaç yokmuş sanır insan, nar ve incir ağaçları
gözükmez baktığınızda. Galiba bu görüntüden dolayıdır zeytin ağacının emperyal
oluşu.
Zeytin
ağaçlarının birbirleri ile rekabet savaşları olurdu. Nasıl mı? Demeyin. Yöresel
ağızla söylenen Zeytunı mala Mehemed-ı Seydı ile Zeytunı fersı veya Zeytunı
Ğabı ile Zeytunı Dahlı arasındaki rekabet savaşı halen bile bazen gündem konusu
olur. Hepsi nin ortak paydası ise binlerce yıldır, alın teri ve tarih ile
sulanmış olmalarıdır.
Zor
toprakların ağacıdır zeytin ağacı. Çorak ve taşlık toprakta büyür, birkaç
neslin alın terine şahitlik eder. Bilgedir o yüzden. Bilir, insan ve duygu
sürgününün acısını, alın terini, gözyaşlarını ve yaşadıklarını. Belki de
bilgeliğindendir, bin yıl yaşaması.
Bilinmez
ki, belki beraber sürüldüler cennetten dünyaya. Bu yüzdendir, Kadim bir
arkadaşlığı ve kader birliği vardır insanoğlu ile zeytin ağacının.
Hayatın
her alanında alın teri ve zorluk vardı. Sonuçta, bir dünya sürgünü ve bu
sürgündeki yaşamımızdı kader dediğimiz!.
Her
zeytin ağacının bir hikayesi gibi. Her insanın bir diğeri için derin bir kitap
olduğunu düşünürken öğreniyoruz. Her bir şehre baktığımızda, gördüğümüz her bir
evin, evin her bir odasının kendi hikayesini, kendi dramını sakladığını; o
yerde, çarpan yüz binlerce yüreğin bulunduğunu ve bunların bazılarının
yüreklerinde, en yakınındakinden bile sakladığı bir dramı olduğunu düşünmek
bazen insanın içini burkar.
Yüzyıllardır
insanoğlu bu topraktan çıkarmıştı ekmeğini, bu topraklar doyurmuştu
dedelerimizi, atalarımızı.
Annem,
her hasat vaktinde Bulgur kaynatırdı evimizin önünde. Annemin büyük kazanlarda
kaynattığı çuvallar dolusu bulgur, bizim için bir güven oluştururdu kışa karşı.
Mahallenin çocukları ile elimizde tabaklarla büyük kazanların önünde sıraya
girer, annemin kocaman kevgir ile tabaklarımıza birer kaşık koyduğu bulguru,
yağ ve tuzla karıştırıp yerken, Bilirdik artık,
en zorlu kış gününde bile evimizde yiyecek bir şeylerin olacağını.
Önceki
yıllardan farklıydı bu yıl, babam zeytin ağaçlı tepelere bakan evimizi satıp
şehre yerleşmeye karar vermişti, 80 Eylül’ünden önceki Temmuz sıcağında.
O
gün, yanı başında ayakta durduğu sedir e düşünceli bir şekilde oturup, Bize ve
Anneme kararını açıkladığında; hepimiz
şaşırmıştık. Yıllardır, döktüğü terin aktığı alnının üstünde, yüz ifadesinin
derinleştirdiği, olabildiğince narin ve zarif bir çizgi belirdi. Bize bakıp düşüncelere
dalmıştı, başını kaldırdı, çok şey anlatmak istiyordu, Anlatamasa da. Annem ve bizler ne anlatmak istediğini
anlamış ve onaylamıştık zaten.
Şehre
taşınacak, orda okula gidecektik. Şehir yaşamının nasıllığını hayal
edemiyorduk. Aklımda kalan tek şey kamyon kasasının arkasında Şehre doğru yola
çıkarken, babamın kadim zeytin ağaçlarına son bir defa bakıp, gayrı ihtiyari gözyaşları
içinde el sallaması idi. Çok sonradan öğrenecektim; o göz yaşlarının, Bir baba
için, Sürgün içinde sürgün, gurbet içinde gurbeti yaşamak anlamına geldiğini.
Toprağa
ve doğaya olan Özlem ve sevginin, yürekte bıraktığı sızının bir ömür boyu
sürdüğünü öğrenmem, çok uzun zaman almayacaktı...
İnsanı
insan eden, kalbiydi her şeyden önce, kalbinden geçenler yön veriyordu insanın
aklına ve kaderine. Hakiki bir insan olmak için; ne yaşadığınız şehrin, nede
çevrenin bir önemi yoktu.
Asıl
mesele; kalbimizin, yaşadığımız coğrafyanın toprağıyla yoğrulup hakikat ve
sevgi ile biçilmesiydi.
Vesselam.