Medeniyet merkezli tarih yazıcılığı
Medeniyet, hayatımızda son zamanlarda, lafzıyla büyülendiğimiz ütopyamızken ona kattığımız mefhum karmaşası ile distopyalaştırdığımız bir formu göstermektedir. Peki, bunu anlamaya nereden nasıl başlayacağız? Öncelikle medeniyeti düşündüğümüz sağlıklı bir tarih metafiziğimiz var mıdır? Neyi arıyoruz? Nerede arayacağız? Bugün neyin yerine yahut neyle birlikte yaşayacağız? Kökenleri üzerinde farklı perspektiflerimizle baktığımız bu efsunlu güzel, sürecini de bu belirsizliklerle düşündüğümüzden akıbeti, meçhul gayesi ise karanlıktaki fil gibi herkesin kendince aşikâr olan bir uzak ülkenin ne vaat ettiği belirsiz serabına dönüşmektedir. İdeolojik sanrılar medeniyet var eder mi?
Bu yolda önemli bir sorunun tarihçiliğimizden, tarih
algımızdan kaynaklandığı ortadadır. Son devirlerde halin doğal bir gereği
olarak tarih yazıcılığımızı modernize ederken milletimiz ve milli hayatımız
merkezinden medeniyet arayan okumalar yerini moderni ve ona dairlerin gaye
haline geldiği meselelere bıraktı. Bunun ötesinde, tarihte aradığımız o efsunlu
muasır şafak yolunda tarihçilikte kullandığımız modern yöntemler de bize başka
zaman ve mekânların gerçeklerinden ve değerlerinden üretilmiş malzeme,
yaklaşım, kavram ve anlam dünyasından geldiğinden mazimize ve insanlığın umumi
gelişmesine yamuk yahut uzaktan bakar olduk. Böyle olunca tarih ve
tarihçiliğimizin konusu, meseleleri ve yöntemi bize farklı konularda tarih okumaları
yaptırırken, ideolojik müdahaleler de bizi bu konuda iyice içinden çıkılmaz
menfezlere sıkıştırdı.
Aklımızı yitirmiş gibiydik. Zaman içinde yolunu kaybetmiş,
ne aradığını bilmeyen bulacağının ne olacağını tasavvur edemeyen bir meçhul
yolcusuna dönmüştük. Kahramanlar mı, askerler mi, güvenlik merkezli bir
okumamı, iktisat mıydı hayatın arkesi, insan hakları mıydı her şeyi var eden,
demokrasi bizim kültürel kodlarımızda var mıydı, siyaset her şeyin esası mıydı,
kültür yoksa hayat kaos muydu yani hayatın içinde bizi bütünleyenler arasında
tercih yapıp bölünerek yok olduk.
Terkiplerimizi başka bir zamana havale etmiştik. Annales
gibi ekollerin Batı Avrupa merkezci tezleri hakikat ve genel geçer olarak
hayatımızı ve tarihe bakışımızı yönetirken, Marksist teoriler de öte yandan
havada uçuşuyordu. Herkesin iddiası aynı; insan merkezli olarak hayatı
kurtarmak, güzelleştirmek, doğrular ve iyiler ile bezemek! Medeniyet arıyorduk.
Doğuda, batıda, kuzeyde güneyde lakin aradığımız neydi, biz kimdik ve ne olmak istiyorduk?
İşte tarihçilerimiz de hayata bu araftan baktılar. Bir
yandan doğrulara resmiyet vaz’ edenler öte yandan resmiyete doğrular taslayan
kitleler. Bir yol açıp yürümek yerine yolun kenarında didişmeyi tercih
ediyorduk. Muasır medeniyet ütopyamızı böylece modernizm distopyasına
dönüştürmedik mi? Peki ne yapacağız? İşte bize lazım olan şey tüm tarih yazım
başlıklarını kapsayacağını düşündüğümüz medeniyet merkezli tarih yazımıdır.
Ne yani siyasi tarih önemsiz mi, askeri tarih olmayacak mı,
iktisat tarihi nerede diyenlere medeniyet lafzına yüklediğimiz mefhum tarihi
tecrübe içerisinde kapsayıcı bir yere ulaştığında bu tarih yazıcılığı bizim
için hayat kadar sade ve basit ve insan kadar derin bakışları sağlayacak bir
çerçeveyi bize gösterecektir kanısındayız. Ok-yay teorimizde formunu ifade
ettiğimiz toplum-devlet ve şehir parçalarının birleşmesinden oluşan, mazisinde
Farabi ve İbn Haldun yanında Aristoteles gibi insanlığın medeniyet kaynakları
olan yaklaşımımız doğrultusunda bir dönemi incelerken o devrin toplum yapısını
yani insan unsurunu oluşturan dinamikler, bunun üzerinden teşekkül eden siyasi
yapılar ve nihayet mekânın teşekkülü manasına gelen şehir üzerinden yapılacak
okumalar bize bütüncül bir zaman resmi koymanın yanında medeniyet merkezli tarihçilik
ve tarih yazımı dediğimiz mevzuyu da söz konusu kılacaktır.
Bu bakış bizim için disiplinler arası bir bakışla insanı,
hayatı ve tarihini inceleme imkânını soğuk kanlı ve objektif bir tarzda
okumamızı da sağlayacaktır. Burada verilen şablon bir medeniyetin formunu yani
şekil şartını göstermektedir. O toplumun yahut toplumların bu yapıları
canlandıran, ruh veren, renklendiren, seslendiren dünyası ise kültürün
tarihteki müdahalesi olarak kültür yani dil, din, sanat, bilim gibi hususların
muhtevasında zuhur eder.
Bir yerde medeniyete hangi parçalardan bakacağımız bile
meçhul olan bu zamanlarda onu bulup tesis etmek nasıl mümkün olabilir?
Bu yolda işaret etmek istediğimiz iki temel kavramı yahut
meseleyi de burada mevzu bahis etmek isteriz. Bunlar kalite/nitelik ve
yetenek/kabiliyet meseleleridir. Bir medeniyet arayışı temeddünü düşünüş
öncelikle yapıcı öğelerde kifayet unsurunun tamlığı ile mümkün olabilecektir.
Bu bakımdan kaliteyi ve yeterliliği ölçebilecek esas kriterler ortaya koymadan
nitelikli bir hayat var etmek mümkün olmayacaktır. Bu bakımdan liyakat merkezli
bir çerçeve için terbiye ve ahlakın merkezileştiği, bunlardan sarfı nazar
etmenin o birliğe ve yapıya ihanet sayıldığı bir ahlak sınırı çizmeden
kendimizi kandırmanın beyhudeliği aşikârdır.
Bu bakımdan hayatın her alanında birey-toplum, devlet ve
şehre kadar her alanda kalite ölçmeye dair ciddiyet içinde yaklaşmak bu konuda
dikkate alınmaya değer insanlar olup olmadığımızı gösterecektir diye
düşünüyoruz.
Bu konudaki diğer başlık yetenek/kabiliyet/istidat ise
bahsedilen kaliteyi var edecek akıl ve ellerin tespit ve teşhisi konusuna
dairdir. Bir medeniyet kendi içindeki her şeyi yetenekleri ve istidatları
çerçevesinde göremediğinde kendinden yemeye başlar. İnsanlarındaki nitelikleri
ve yetenekleri araştırıp bunları en üst noktada tespit edip yükseltmeyi,
geliştirmeyi düşünmeyen bir eğitim anlayışı bilgi yüklemek dışında bir şey
yapamaz. Bir öğretmen yetenek heykeltıraşı olarak beklenen niteliğin mimarı
değil midir? Zira muhatabın neye dair bir gücü, yeterliliği, liyakati olacağını
bilmeden herkesi aynı şeye tabi kılmak tutarsa olur olmazsa koy kenara
kafasında bir kolaycılık ve kadir bilmezlik değil midir?
Bu bakımdan insanlarındaki kabiliyetleri merak etmeyen bir
yapı medeniyet iddiasıyla gülünç olmanın ötesine geçemez zannındayız. Remzi
Oğuz Arık “Üniversiteye
girmeniz tesadüfle başlar: Hemen hemen hiç biriniz, istediğiniz ve kabiliyetli
olduğunuz yere değil; elinize geçebilen yerlere takılmışsınız. Zekânızı kim
ölçmüş, temayüllerinizi kim incelemiş, nerelerde kendinize ve bu memlekete daha
verimli olacağınızı kim arayıp sormuştur? (Remzi Oğuz Arık, Türk Gençliğine, İst., 1968, s. 10), diye sitemle
sorarken neye hangi sonuca sitem etmektedir. Medeniyet merkezli tarih
anlayışının merkezindeki insan biyolojik bir yapının ötesinde şahsiyet
varlığıdır. Bir tarihi vardır. Medeniyet onun için bir lüks değil hayat
tarzıdır.
İşte bu yolda tarihçiliğimiz ve tarih
yazıcılığımız merkezine neleri almaktadır sorusunu yöneltmenin vaktidir.
Medeniyet merkezli bir tarih anlayışı olmadan medeniyetçi milliyetçilik, ok-yay
teorisi ve Türkistanlılık olarak ifade ettiğimiz çerçeveler hep havada
kalacaktır. Ne zamanki medeniyeti bir varlık yokluk meselesi olarak ciddiye
alırsak tarihte yol alıp geri kaldığımız zamanlarda zora düştüğümüz kabulüyle
yola çıkan bir tarih felsefemiz olmadan ise insanlık yolundaki hareketlerimiz
kısır dönüler meşherine dönmeyecek midir? Lakin bir medeniyet ve medeni oluş
bir varoluş halidir; bir şeylerin doğru diye dayatıldığı dogmalar karabasanı
bir kabus alanı değildir, olmamalıdır!
Vesselam.