26 Ekim 2021

​Medeniyet merkezli tarih yazıcılığı

Medeniyet, hayatımızda son zamanlarda, lafzıyla büyülendiğimiz ütopyamızken ona kattığımız mefhum karmaşası ile distopyalaştırdığımız bir formu göstermektedir. Peki, bunu anlamaya nereden nasıl başlayacağız? Öncelikle medeniyeti düşündüğümüz sağlıklı bir tarih metafiziğimiz var mıdır? Neyi arıyoruz? Nerede arayacağız? Bugün neyin yerine yahut neyle birlikte yaşayacağız? Kökenleri üzerinde farklı perspektiflerimizle baktığımız bu efsunlu güzel, sürecini de bu belirsizliklerle düşündüğümüzden akıbeti, meçhul gayesi ise karanlıktaki fil gibi herkesin kendince aşikâr olan bir uzak ülkenin ne vaat ettiği belirsiz serabına dönüşmektedir. İdeolojik sanrılar medeniyet var eder mi?

Bu yolda önemli bir sorunun tarihçiliğimizden, tarih algımızdan kaynaklandığı ortadadır. Son devirlerde halin doğal bir gereği olarak tarih yazıcılığımızı modernize ederken milletimiz ve milli hayatımız merkezinden medeniyet arayan okumalar yerini moderni ve ona dairlerin gaye haline geldiği meselelere bıraktı. Bunun ötesinde, tarihte aradığımız o efsunlu muasır şafak yolunda tarihçilikte kullandığımız modern yöntemler de bize başka zaman ve mekânların gerçeklerinden ve değerlerinden üretilmiş malzeme, yaklaşım, kavram ve anlam dünyasından geldiğinden mazimize ve insanlığın umumi gelişmesine yamuk yahut uzaktan bakar olduk. Böyle olunca tarih ve tarihçiliğimizin konusu, meseleleri ve yöntemi bize farklı konularda tarih okumaları yaptırırken, ideolojik müdahaleler de bizi bu konuda iyice içinden çıkılmaz menfezlere sıkıştırdı.

Aklımızı yitirmiş gibiydik. Zaman içinde yolunu kaybetmiş, ne aradığını bilmeyen bulacağının ne olacağını tasavvur edemeyen bir meçhul yolcusuna dönmüştük. Kahramanlar mı, askerler mi, güvenlik merkezli bir okumamı, iktisat mıydı hayatın arkesi, insan hakları mıydı her şeyi var eden, demokrasi bizim kültürel kodlarımızda var mıydı, siyaset her şeyin esası mıydı, kültür yoksa hayat kaos muydu yani hayatın içinde bizi bütünleyenler arasında tercih yapıp bölünerek yok olduk.

Terkiplerimizi başka bir zamana havale etmiştik. Annales gibi ekollerin Batı Avrupa merkezci tezleri hakikat ve genel geçer olarak hayatımızı ve tarihe bakışımızı yönetirken, Marksist teoriler de öte yandan havada uçuşuyordu. Herkesin iddiası aynı; insan merkezli olarak hayatı kurtarmak, güzelleştirmek, doğrular ve iyiler ile bezemek! Medeniyet arıyorduk. Doğuda, batıda, kuzeyde güneyde lakin aradığımız neydi, biz kimdik ve ne olmak istiyorduk?

İşte tarihçilerimiz de hayata bu araftan baktılar. Bir yandan doğrulara resmiyet vaz’ edenler öte yandan resmiyete doğrular taslayan kitleler. Bir yol açıp yürümek yerine yolun kenarında didişmeyi tercih ediyorduk. Muasır medeniyet ütopyamızı böylece modernizm distopyasına dönüştürmedik mi? Peki ne yapacağız? İşte bize lazım olan şey tüm tarih yazım başlıklarını kapsayacağını düşündüğümüz medeniyet merkezli tarih yazımıdır.

Ne yani siyasi tarih önemsiz mi, askeri tarih olmayacak mı, iktisat tarihi nerede diyenlere medeniyet lafzına yüklediğimiz mefhum tarihi tecrübe içerisinde kapsayıcı bir yere ulaştığında bu tarih yazıcılığı bizim için hayat kadar sade ve basit ve insan kadar derin bakışları sağlayacak bir çerçeveyi bize gösterecektir kanısındayız. Ok-yay teorimizde formunu ifade ettiğimiz toplum-devlet ve şehir parçalarının birleşmesinden oluşan, mazisinde Farabi ve İbn Haldun yanında Aristoteles gibi insanlığın medeniyet kaynakları olan yaklaşımımız doğrultusunda bir dönemi incelerken o devrin toplum yapısını yani insan unsurunu oluşturan dinamikler, bunun üzerinden teşekkül eden siyasi yapılar ve nihayet mekânın teşekkülü manasına gelen şehir üzerinden yapılacak okumalar bize bütüncül bir zaman resmi koymanın yanında medeniyet merkezli tarihçilik ve tarih yazımı dediğimiz mevzuyu da söz konusu kılacaktır.

Bu bakış bizim için disiplinler arası bir bakışla insanı, hayatı ve tarihini inceleme imkânını soğuk kanlı ve objektif bir tarzda okumamızı da sağlayacaktır. Burada verilen şablon bir medeniyetin formunu yani şekil şartını göstermektedir. O toplumun yahut toplumların bu yapıları canlandıran, ruh veren, renklendiren, seslendiren dünyası ise kültürün tarihteki müdahalesi olarak kültür yani dil, din, sanat, bilim gibi hususların muhtevasında zuhur eder.

Bir yerde medeniyete hangi parçalardan bakacağımız bile meçhul olan bu zamanlarda onu bulup tesis etmek nasıl mümkün olabilir?

Bu yolda işaret etmek istediğimiz iki temel kavramı yahut meseleyi de burada mevzu bahis etmek isteriz. Bunlar kalite/nitelik ve yetenek/kabiliyet meseleleridir. Bir medeniyet arayışı temeddünü düşünüş öncelikle yapıcı öğelerde kifayet unsurunun tamlığı ile mümkün olabilecektir. Bu bakımdan kaliteyi ve yeterliliği ölçebilecek esas kriterler ortaya koymadan nitelikli bir hayat var etmek mümkün olmayacaktır. Bu bakımdan liyakat merkezli bir çerçeve için terbiye ve ahlakın merkezileştiği, bunlardan sarfı nazar etmenin o birliğe ve yapıya ihanet sayıldığı bir ahlak sınırı çizmeden kendimizi kandırmanın beyhudeliği aşikârdır.

Bu bakımdan hayatın her alanında birey-toplum, devlet ve şehre kadar her alanda kalite ölçmeye dair ciddiyet içinde yaklaşmak bu konuda dikkate alınmaya değer insanlar olup olmadığımızı gösterecektir diye düşünüyoruz.

Bu konudaki diğer başlık yetenek/kabiliyet/istidat ise bahsedilen kaliteyi var edecek akıl ve ellerin tespit ve teşhisi konusuna dairdir. Bir medeniyet kendi içindeki her şeyi yetenekleri ve istidatları çerçevesinde göremediğinde kendinden yemeye başlar. İnsanlarındaki nitelikleri ve yetenekleri araştırıp bunları en üst noktada tespit edip yükseltmeyi, geliştirmeyi düşünmeyen bir eğitim anlayışı bilgi yüklemek dışında bir şey yapamaz. Bir öğretmen yetenek heykeltıraşı olarak beklenen niteliğin mimarı değil midir? Zira muhatabın neye dair bir gücü, yeterliliği, liyakati olacağını bilmeden herkesi aynı şeye tabi kılmak tutarsa olur olmazsa koy kenara kafasında bir kolaycılık ve kadir bilmezlik değil midir?

Bu bakımdan insanlarındaki kabiliyetleri merak etmeyen bir yapı medeniyet iddiasıyla gülünç olmanın ötesine geçemez zannındayız. Remzi Oğuz Arık Üniversiteye girmeniz tesadüfle başlar: Hemen hemen hiç biriniz, istediğiniz ve kabiliyetli olduğunuz yere değil; elinize geçebilen yerlere takılmışsınız. Zekânızı kim ölçmüş, temayüllerinizi kim incelemiş, nerelerde kendinize ve bu memlekete daha verimli olacağınızı kim arayıp sormuştur? (Remzi Oğuz Arık, Türk Gençliğine, İst., 1968, s. 10), diye sitemle sorarken neye hangi sonuca sitem etmektedir. Medeniyet merkezli tarih anlayışının merkezindeki insan biyolojik bir yapının ötesinde şahsiyet varlığıdır. Bir tarihi vardır. Medeniyet onun için bir lüks değil hayat tarzıdır.

İşte bu yolda tarihçiliğimiz ve tarih yazıcılığımız merkezine neleri almaktadır sorusunu yöneltmenin vaktidir. Medeniyet merkezli bir tarih anlayışı olmadan medeniyetçi milliyetçilik, ok-yay teorisi ve Türkistanlılık olarak ifade ettiğimiz çerçeveler hep havada kalacaktır. Ne zamanki medeniyeti bir varlık yokluk meselesi olarak ciddiye alırsak tarihte yol alıp geri kaldığımız zamanlarda zora düştüğümüz kabulüyle yola çıkan bir tarih felsefemiz olmadan ise insanlık yolundaki hareketlerimiz kısır dönüler meşherine dönmeyecek midir? Lakin bir medeniyet ve medeni oluş bir varoluş halidir; bir şeylerin doğru diye dayatıldığı dogmalar karabasanı bir kabus alanı değildir, olmamalıdır!

Vesselam.