Medeniyetçi ölçü perspektifi yahut doğrunun güzel iyiliği
İnsanın medeniyet
yolculuğu uzun, inişli çıkışlı ve geçmişten güne ve geleceğe doğru ilerleyen
lakin döngüsel anlam içerikleri ile mânâ ve biçim oluşturan bir yapı gösterir.
Bu noktada hayata ve tarihe baktığımızda günden geçmişe büyük bir tecrübe
karşımızda durarak bize, kendözümüzü ve halimizi anlatır. Tarihin övünçleri ve
göz yaşları her daim buna dair bize malumat ve ikaz yollayarak geleceğin
nasılına dair aslında bugünümüzü okumamızı sağlar. Her halükârda insan bir
büyük yükü sırtlanmış son derece zayıf ama bir o kadar da güçlü olmaya
istidatlı bir varlıktır. Biyolojik zaafları onu her daim yorarken ruhi gücü onu
çok yüksek yerlere taşıyabilir. Farabi atam nazarıyla bakarsak insan erdemli
şehirler kurabildiği gibi cahil şehirler de var edebiliyor. Bunların her birisi
insana ait ve ona dair yani bizim halimizim suretleri değil midir? Bize
kendimizi anlatır. İşte bu yöntem aklıyla baktığımızda medeniyetçi zekâmız,
aklımız ve zihniyetimiz kendisine yolda bir takım ikaz tabelaları asarken bazı
ölçüler ile ilkeler ortaya koyarak hayatın içinde kendisine düzen kurar.
İnsan düşünen varlık
olarak çok boyutlu etkilerin gölgesinde kendisi olur. İçerideki ve hariçteki
tüm yankılar insanın geldiği sonsuzdan gideceği sonsuza doğru arada onu
etkiler. İşte medeniyet bilgelik ilkesi ile kendisini ortaya koyarken insanlık
kavramı Yusuf atam kavlince zuhur eder. İyi, doğru ve güzel, bu çerçevede var
ettiği çok önemli kavramlardır. Bilinen hayatımız ve tarihimizde belki de
insanlığın dil üzerinden keşfettiği en önemli şeylerden birisi bu üçlünün
varlığıdır. Bugün yeryüzünde dolaşırsak bunlara karşı olan birisine teorik
bazda rastlamak zordur. Hikâyeler, romanlar ve şiirler hep bu çerçevede bir şeylerin varlığını anar, arar ya da
arzular. Acılar hep bu yoksunluk üzerinden ortaya çıkar. Bunlar sanki
bilgelerin hayatından hayatımıza akar ya da çekilir gider. Baharlı zamanlar
gibi kurak vakitler de bu çerçevede yaşanır. İyi de bu bilgelik insan dışı bir
şey midir? Öyleyse ona ulaşmak normal şartlarda olağan bir şey değilse bilgelik
de medeniyetçi bir çerçeve için zorlu bir şey haline gelmez mi? O halde iyi,
doğru ve güzel, hayat ilkesi değil seçilmiş birilerinin tekeli midir? Elbette
değildir. Bilgeliğin sadelik ve sıradanlık dünyasında görülen hikâyesi de bize
hep bunu anlatır. İnsan mükellef olduğu şeyi müdrik oldukça bilgelik onu ihya
etmeye başladıkça, kendözünü temessül ettikçe varlık içinde meknuz olan ile
temasa başlıyor. Allah’ın peygamberleri ile teklifi de bu değil midir? Sıradan,
olağan olanlara kendi zatından ve katından mânâlar lütfetmez mi? Bunu da insana
insan dili ile insan üzerinden yapar. İşte bu sebeple bilgelik medeniyetçi
zaviyede istisna değil hayatın en sade ve basit alanına kadar kendisini
göstermesi beklenen bir insanlık durumudur. Yazılan nasihatnameler,
siyasetnameler vs de hep bu çerçeve üzerinden insana konuşur. Bunun bu yöntem
ile anlaşılması çok önemlidir. Kutsal kitap ya da diğer tüm kaynaklar bu yolda
insana ayna tutup kendiliğini sorgulatmak, düşündürmek ve anlatmak isterler.
Orada bir avengers dünyası yoktur. Tesadüfi ya da seçilmiş birileri hayatı
düzenleyerek sorunları çözmez. Bu bakımdan insan kendisine karşı insanlık ödevi
yüklenmiş bir varlıktır. Bu yüklem hem içeriden hem de dışarıdan hayatına akar.
Bu bakımdan düşünüyorum öyleyse varım diyen canlı bilgeliğin var edici haline
medeniyetçi bir kafa ile toplum-şehir-devlet çerçevesinden bakarak düzene dair
düşünür. Peki nasıl ?
İnsan bu yolda elbette
sonsuz ve yüksek bir hâli düşünüyorken bağımsız bir kafaya sahip olmalıdır. Her
an kendisi de dahil eleştiriye açık ve tenkide gönüllü olmalıdır. Bu yolla
ancak kendi varlık vizyonu içinde gerçeğin ve hakikatin yerini bulmasını sağlar.
Adil düşünce bunu gerektirir. Statükolar kurup bunu hayata dayatmak medeniyet
değil zorbalıktır. Mazinin hayatı doğru, iyi ve güzel çerçevesinde kuran
kavramları değişmeler karşısında statükoya dönüştüğünde artık hayata değer
taşımak yerine birilerinin çıkar malzemesine dönüşüyorsa orada bağımsızlık
ilkesi ve vizyonu halel görür ve medeniyetçi yapı zedelenir. İnsan artık
bilgeliğin korumasından çıkmış ve keyfilik çerçevesi içinde mahkûm olmuştur
demek yanlış olmaz. Bağımsız olmak demek
la yüsel olmak demek değildir. Bilakis işte orada başka bir yapı ile kendini,
aklını çerçeveler. İlim denilen yapı ilke, yöntem ve bilgi ile bağımsız
düşünceye düzen verir. Yoksun kaldığı
yerde ona mağaradan çıkışı gösterir. Bilimci zihniyet bu bakımdan bir kontrol
zaptiyesi değil bir doğrulama aracıdır. Bilimin dinleştirildiği ve statüko
olduğu bir zamanda bunu anlamak bizlere zor gelebilir lakin “İlim ilim
bilmektir/ İlim kendin bilmektir” gerçeği tam da burada tecelli eder. Bu
bakımdan bilim aklımızı kurban ettiğimi bir sunak değil onu beslediğimiz bir kaynaktır.
Yorumları bilimin kendisi yerine koymak statükocu dayatma gibi bağımsızlık
ilkesi ile birlikte bilimci kafayı da yoksunlaştırır. Bütün bunların sonunda
aranan evrensel denilen kişiliğe ulaşmaktır. Yani bu noktada insanların doğru,
iyi ve güzel kavramlarının adil bir mefhum çerçevesinde müşterekleşmesinden
bahsediyoruz. Bilgelerin her çağda klasikler gibi yeniden üretilip yeni
sorunlara yeni cevaplar verebilmesindeki güç de tam buradan gelir. Yoksa
evrensel olan birilerinin yorum ve bakış açısının herkese dayatılması olursa bunun
bahsettiğimiz konuyla bir alakası kalmaz. Orada bir çeteleşme ve mafyavari bir
yapının dayatmacı medeniyet yok edişi söz konusu olur. İşte bu zaviye
içerisinde insan, felsefe denilen bilgisi ile ahlâkî sanat ve bilim felsefeleri
ile kendi ölçütlerini kurar. İyinin nasılını düşünerek ahlâk felsefesi, güzelin
nasılını düşünerek sanat felsefesi ve doğrunun nasılını düşünerek bilim
felsefesi ile kendisine yol bulmaya çalışır. Tarih içinde başardıkları kadar
son derece zararlı işler yaptığı da görülen insan, insanlık zihniyeti ile
bilgeliğin yolunda medeniyetçi bir yola girebilir. Burada keyfiliğin yerini
karakter ve kriterlerin adil bir şekilde alması meselesi söz konusudur. Fayda
ilkesi gibi pek çok mesele de bu yolda ortaya konulur ki bunları daha önce
yazmış idik.
Medeniyetçi okumalar
her zaman insana yol açmasa da her zaman dediğimiz, anlatmaya çalıştığımız
üzere ne olacağız tartışmasından nasıl yapacağız konusuna geçmedikçe medeniyet
yolunun bilge kapısı bize açılmamaya devam edecektir. İnsanlık Türklerin
medeniyetçi içeriğini yeniden anlama ve manasıyla kendisini düşünme noktasında
krizde iken biz kaynaklarımız ve kendimizle bunca mesafeyi kapamanın nasılını
kendi ve insanlık kaynakları üzerinden düşünüp ele almaya başlamayacak mıyız? Doğru,
güzelken iyidir. Hâl imiş…
Hak için olsun…
Vesselam