'Medeniyetin ihyası için insanın inşası'
Uluslararası akademik bir kuruluş olan İksad’ın (İktisadî Kalkınma ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü) yayınları arasında e. kitap olarak çıkan “MEDENİYETİN İHYASI İÇİN İNSANIN İNŞASI” (ISBN: 978-625-8007-26-8 / October / 2021, Ankara / Turkey) adlı 236 sayfadan oluşan ve sahasında son derece muhtevalı kitabı, ekrana karşı dayanıksızlığım sebebiyle saatte bir mola vererek dört gecede iştiyakla okudum. Dr. Öğretim Üyesi Mehmet Yılmaz’la birlikte hazırladığı “Sosyal Problemler ve Sosyal Risk Analizi-Kahramanmaraş Kentsel Alanı Araştırması” (December (Aralık) / 2019 Ankara / Turkey)” adlı yine İksad Yayınlarından çıkan kitabıyla tanıdığımız KSÜ İİBF’de görev yapan Öğretim Görevlisi İsmail GÖKTÜRK’ün büyük bir emek neticesinde hazırladığı geniş bir kaynakçaya sahip “Medeniyetin İhyası İçin İnsanın İnşası” adlı kitap, medeniyetimizin kimliği ve meseleleri üstüne tâlim eden fakirin başucu kitapları arasında yerini aldı.
“MEDENİYETİN
İHYASI İÇİN İNSANIN İNŞASI” adlı kitap, medeniyetimiz ve
insan hakkında derin ve şümullü bilgiler veriyor ve yorumluyor. Akademik tarzda
yazılmış fakat ilaç prospektüsleri gibi ecnebî kelime ve terimlerle
anlaşılmayan can sıkıcı bir akademik üslûp yok. Arı duru zengin bir Türkçeyle
yazılmış. Aynı zamanda “iyi yazı” ustası olan İsmail GÖKTÜRK medeniyet kavramını, medeniyet müessesesini ve
medeniyetimizi ihya eden bir insan tipini akademik makâle tarzında anlatırken,
tabiî bir akıcılık içerisinde deneme ve hikâye tadında anlatmaya başlıyor.
Medeniyetimiz üstüne çok şey söyleyen bu kitap hakkında kendimce ilâve edecek
bir sözüm yok. O bakımdan, medeniyetimiz hakkında araştırma yapmak, medeniyet
değerlerimizi ve medeniyetimizin kimliğini öğrenmek isteyenlerin merakını
celbetmek için, 13 bölümden oluşan kitabın mündericatını ve bölümlerde yer alan
bâzı yazılardan pasajlar aktarmak istiyorum:
Birinci
bölüm: “Medeniyetin ihyası için insanın
inşası”, İkinci bölüm: “Dünyanın
yeniden inşasında ortak kimlik ve kültür kodlarımız”, Üçüncü bölüm: “Temel kaynaklardan hareketle Türk devlet
geleneğinde meşruluğun dayanakları”, Dördüncü bölüm: “Toplumsal gelecek ve modern toplumda bireyin konumuna eleştirel bir
yaklaşım”, Beşinci bölüm: “Seküler
kuşatmadan çıkış yahut Efe Hazretlerinin dilinden tasavvufta insan”, Altıncı
bölüm: “Bir ahlâkî erdem olarak adalet
yahut İsm-i Adl’in insanda tezahürü”, Yedinci bölüm: “Yabancılaşma, eğitim ve gençliğin moral ihtiyacı”, Sekizinci
bölüm: “Osmanlının kuruluşunda ahîliğin
rolü”, Dokuzuncu bölüm: “Hayatın
anlam bilgisine dair yahut günümüz ahî kişiliği üzerine bir deneme”, Onuncu
bölüm “Kimlik inşasında tarih ve
edebiyatın rolü”, Onbirinci bölüm:
“Osmanlı’da mahalle: huzur ve sükûnetin mekânı”, Onikinci bölüm: “Değerler âsitânesi: İstanbul”, Onüçüncü
bölüm:
“Küreselleşme ve kültür ilişkisi”
Yazar,
medeniyetten maksadını kitabın “ÖNSÖZ”
ünde şöyle anlatıyor: “Cemil Meriç’in ifadesiyle, medeniyetler de yorulur,
arada bir kervanlar gibi oturup dinlenir; ne kadar mesafe kat edilmiş bakılır.
Toynbee’nin de dediği gibi ‘durdurulmuş bir medeniyetin’ çocuklarıyız. Dünyayı
kan ve zulme boğan sömürgeciler, çok değil bundan yüz yıl önce, dünyanın bütün
mazlumlarının yüzlerce yıl hamisi olan gelmiş geçmiş en insani değerlerle inşa
edilen büyük medeniyetimizi devre dışı bıraktılar. Oryantalist bir bakışla batıyı merkeze alarak kendi dışındakileri insan
olarak bile görmeyen, ‘eşrefi mahlûkat’ olan insanı insan hayvanat bahçelerinde
başkentlerinde sergileyen Batının bakışı yeryüzüne egemen oldu. (…) Ulus
devletlerin şekillendiği sanayi toplumuna Türk dünyası olarak şuurlu bir
şekilde katılamamıştık. Batının, teknolojik gelişmeleri bir uygarlık kurma
yolunda kullanabileceğini fark etmesi ile başlayan süreç, bugün dünyanın
çatışma ile yönetildiği, insan fıtratının hiçe sayıldığı bir sonu hazırladı.
Batı, seküler bir dünya algılamasıyla ‘dünyanın büyüsünün çözülmesi’ olarak
adlandırılan bir süreçte, insan için hayata tutunabileceği bir anlam bilgisi
bırakmadı. Batı uygarlığının yükselme
sürecinde, aydınlarımız Moğol istilası sonrasında olduğu gibi kendi iç
dinamiklerimizi harekete geçirerek medeniyetimizi yeniden ihya etme
mantalitesinden yoksundu ve genellikle herodyan bir değişim programını
benimsediler. Bugün dünya yeniden kurulurken, ortak kültürel değerlerimiz
ve sonsuz medeniyet hazinesi tasavvuf kültürümüzle medeniyetimizi ihya etmemiz,
insanlık için önemli bir adım olacaktır.”
“MEDENİYETİN İHYASI İÇİN İNSANIN
İNŞASI” NDAN BİR BÖLÜM
“Medeniyet
denildiğinde, aslında medeniyetin tezahürleri olan mimari, edebiyat, musiki ve
ahilik, vakıflar gibi müesseseler akla gelir. Oysa medeniyet, bir inancın
tezahürü ve inancı ihlasla yaşayan insanın eseridir. Bir inanç tezahürü olan
medeniyet kurmak için dışa vuracak ölçüde yanan bir inancı taşıyan insanın
inşası lâzımdır. Efendimiz (s.a.v) da Dar’ul Erkam’da Mescid-i Nebevi’de belki
daha sonraki karşılığı medrese ve tekke olan bir sistem içerisinde insanı inşa
etmişti. Son medeniyet hamlesini yapan ve Anadolu’da
“Horasan Erenleri” olarak anılan tasavvuf büyükleri niyetiyle, tecrübesiyle ve
samimiyetiyle medeniyet hamlesi yapabilecek bir donanıma sahiptiler. Mürşitler
insanı rüşte ulaştırır. Rüşt, akla uygun, estetik ve makul olanı yapmaktır.
Mürşitler de insanı beşeriyetinden alıp âdemiyetine ulaştırır, yâni ‘adam
ederler.’ Tasavvuf büyükleri, topluma yön verecek entelektüelleri reşit
kılmışlardı. Şüphesiz, medeniyet tesadüfen kurulan bir yapı değildir.
Batının hegemonyası altında kaldığımız son yüzyılda ‘aydın’ diye adlandırılan
entelektüel birikimi olan insanımız inancında zaafa uğramıştır. (…) Batı
hegamonyası altında kaldığımız son yüzyılda, Batı’nın pozitivist paradigması,
bütün kavramlarımızı ve zihin inşa süreçlerimizi oluşturdu. (…) Medeniyetimizin
referansları ve bakış açısı, İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet
çerçevesinde şekillenmiştir. Kur’an ve sünnetin birey ve topluma yansıması,
adalet ve erdem ölçüleriyle olmuştur. Bu iki olgu, medrese ve tekke
aracılığıyla üretiliyordu. Dolayısıyla yeniden medeniyet hamlesi yapılacaksa,
bu hamleyi yapacak insanın inşası, tasavvufun yöntem ve anlayışıyla mümkün
olacaktır. Bu bağlamda, insan inşası kavramlaştırmasında tasavvufi anlayış esas
alınmaktadır.”
“YENİ İNSAN VE TOPLUMUN İNŞASI” NDAN BİR BÖLÜM
“Modernleşmeyle beraber, İslâm toplumlarında oluşturulan sosyal
düzen, eklektik bir yapı görünümündedir. Bir yanda toplumun sahip olduğu
medeniyet değerleri, diğer yanda bu değerlerin üretmediği dışarıdan kopyalanmış
kurumsal yapılaşma vardır. Bu yapı medeniyet hamlesinin önündeki en büyük
engeldir. Modernizmde inanç dar bir
alana sıkıştırılmış; insanın ‘kemalat-ı insaniyesinin tekmiline’ olan ihtiyaç
yok sayılmıştır. Kültürlerin değişme istikametini ve toplumların üst ideallerde
entegrasyonuna yol açan medeniyet değerleri yok sayılınca, beşeri
hususiyetlerden kaynaklanan alt kimlikler ön plana çıkarıldı. İrfanımızda,
kendini tanımlama ‘hüviyet’ kavramıyla ifade edilmekteydi. Hüviyet, ‘hüve’
(Hû) yani O, yani Allah ile olan kurbiyyetin ifadesiydi. İnsan, âdemiyet
boyutuyla Rabbi ile olan münasebeti ölçüsünde tanımlanırdı ve bu ona hüviyetini
kazandırırdı. İnsanın fıtratına uygun olan da buydu; çünkü Elest Bezminde
Cenab-ıHak, ruhlara, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sormuştu. Bilindiği
gibi Rabb, ‘şekillendiren, terbiye eden’ anlamına gelmektedir. Dolayısıyla
hüviyet kavramı, insanın Elest Bezminde verdiği söze sadık kalmasını
hatırlatırdı ve insanın erdemleriyle var oluşunu tamamlardı. Öte yandan,
seküler bir kavram olan ‘kimlik’, beşeriyete, dolayısıyla insanın ‘ene’sine
vurgu yapıyordu. İnsanın beşeriyetini esas alan, onu bu dünya ile sınırlayan ve
nefsanî taleplerin en üst seviyede karşılanmasını hayatın gayesi sayan modern anlayış, ‘hüviyet’ yerine ne idüğü belirsiz bir ‘kimlik’ tutuşturdu insanoğlunun
eline.”
“İDEAL İNSAN VE İDEAL TOPLUMUN ALTYAPISI: TASAVVUF” DAN BİR BÖLÜM
“Ben gelmedim dav’i için / Benim işim sevi için / Dostun evi
gönüllerdir / Gönüller yapmağa geldim’ Yunus Emre. Tasavvuf, İslâm’ın mistik
bir yorumudur. Türklerin İslamiyet’i kabulü, 10. yy.’dan itibaren tasavvuf
yoluyla olmuştur. İslam dini, değişik toplumlarda, kaynaklarında ve temel
inançlarında farklılık olmamakla beraber, toplumların genel karakterinden
hareketle farklı biçimlerde yaşanmıştır. Türkler, tasavvufi bir algılamayla
İslam’ı bir yaşam biçimine dönüştürmüşlerdir. ‘İnsan’ kelimesinin, hem ‘yakın olmak (üns)’, hem ‘unutmak (nisyân)’
ile alâkası vardır ve biri müsbet diğeri menfî bu iki mânâyı da özünde
barındırır. İnsan beşeriyyeti ile âdemiyyeti arasında sınanan bir varlıktır.
Beşeriyet, insanın zâhiridir, dünyevî yanıdır. Batı medeniyeti, insanı yalnızca
bir ‘beşer’ kabûl eder ve sistemini bu kabûl üzerine kurar. Halbuki insanın
bir de “âdem” yanı vardır. ‘Âdem” de ‘iç, iç yüzey’ mânâsına bir kökten
müştaktır ve insanın diğer mahlûkatta bulunmayan batınî tarafını, cesede üflenen
ilâhî nefhayı, ruhu ve gönlü ifade eder (Yurtgezen, 2005).
“GÜNÜMÜZDE
BİR MODEL ŞAHSİYET OLARAK AHÎ KİMLİĞİ” DEN BİR BÖLÜM
“…Genel
özellikleriyle bir ‘ahî kimliği’ tespit etmek gerekirse, kaynaklardan
hareketle, karakteristik özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Cafer-i Sadık'ın
Hz. Ali'den naklettiği hadiste, Rasulullah'ın ümmetinin ‘feta’larının
alametleri olarak şunları sıraladığı söylenir: Sözü doğru söylemek, ahde vefa,
emaneti sahibine vermek, yalanı terk etmek, yetime acımak, isteyene vermek, ele
geçeni fazlasıyla ihsan eylemek, yaptığı iyilikleri günden güne fazlalaştırmak,
konuğu ağırlamak. Bu alametlerin başı da ‘hayâ’dır. Hz. Ali, fütüvvetin
şartlarını, gücü varken affetmek, öfkelenince yumuşak davranmak (hilm),
düşmanlık halinde nasihat etmek, kendi ihtiyacı varken elindekini başkasına
vermek (isar) şeklinde sıralamıştır. Fütüvvet, insaf etmek, fakat insaf
beklememektir. Dostların kusurlarını hoş görmek, sünnete tabi olmak, dünya ve
ahirette mahlûkatı kendi nefsine tercih etmektir. Fütüvvet, insanların ve
hayvanların kişiden incinmemesidir. (…) Tasavvufta,
fütüvvet kavramı ile fedakârlık, diğergâmlık, iyilik, yardım, insanseverlik,
hoşgörü ve nefsine söz geçirme gibi ahlâkî nitelikler kastedilmektedir.
Fütüvvet kişinin hasmının olmaması, yani herkesle iyi geçinmesi ve herkesle
barışık olması, sofrasında yemek yiyen müminle kâfir arasında ayrım
gözetmemesidir. Fütüvvet, fedakârlık ve merhamet demektir. Bu özelliklerden
hareketle, günümüz ahî kişisi, modemizm etkileşiminde kendisini nasıl konumlandıracaktır?
Bu sorumuzun yanıtını aramak maksadıyla oluşturacağımız model şahsiyetin ismine Ali Hoca diyeceğiz. Bu isimlendirme,
‘Ali'den başka feta,Zülfikar'dan
başka kılıç yoktur’ ifadesine telmihen yapılmaktadır. Kaldı ki Ali Hoca, bizim gerçek hayatta da örnek
aldığımız ve bizi yetiştiren bir eğitimcidir. Ali Hoca, orta yaşına, maişet
meşguliyetine rağmen, ârifliğiyle fikir ve gönül tâlimlerinin hep ön
safındadır. Ancak bu derinliğini ve mücadelesini hiçbir zaman vitrine çıkarmaz
ve tevazu ile gizler. Benmerkezci yaklaşımları tasvip etmez ve benmerkezciliğin
getirdiği mücadelenin hep dışında kalmıştır. Örneğin bir özel okulun açık çekle
çalışma teklifini, özel okullardaki uygulamaları dikkate alarak, parasal
ilişkilerin insanı kirlettiği vurgusuyla reddetmiştir. Çünkü o, çalıştığı Millî
Eğitim camiasında da en üst düzeyde verimli olmak, özel okula gidemeyen bizim
gibi halk çocuklarının da en iyi şekilde yetişmesini sağlamak idealini taşıyan
insandır. Ali Hoca, homo economicus değildir. Bilindiği gibi,
‘homoeconomicus’, hayatı sadece ilerletmek ve tüketmek fiillerinden ibaret
gören, bunun dışında hiçbir ahlâkî değer yargısı taşımayan (Sezal,1981, 66),
hayatın devamını temin için geliştirilen vasıtaları hayatın gayesi haline
getiren insandır. Oysa Ali Hoca'ya göre
örneğin ev, araba, hatta yazlık ev ve diğer maddî varlıklar, hayatın
sürdürülmesi için birer araçtır. Bir ders kitabı nasıl dersi anlatmak için bir
araç ise ve zorunluluk ise bunlar da imkânlar ölçüsünde zorunluluktur. Ama
kimse benim ders kitabım var diye övünmez. Ya da ders kitabının olmaması
durumunda aynı işlevi görecek yardımcı kitaplardan da yararlanabilirsiniz ve
ders kitabınızın olmaması dersi müfredata uygun işlemek kaydıyla sorun teşkil
etmez. Ali Hoca için bunlara sahip
olmakla olmamak arasında bir fark yoktur. Daha fazla kazanmak da gaye değildir.
Kazanç da paylaşım aracıdır ve Ali Hoca dostlarıyla paylaşır. Kapısı, sofrası
her zaman herkese açıktır. Ali Hoca, semt pazarında dolaşır ve ürün kalitesi
düşük olduğu için insanların çok da rağbet etmedikleri satıcılardan alışveriş
yapar ki adamın malı elinde kalmasın; evine ekmek götürebilsin. Semt
pazarlarına gider ama ‘kişilik pazarı’na indiği vaki değildir. Ekonomik
insan, tüketim toplumunda bir yer edinmek (statü sahibi olmak) için hayatı da
işi de bir ‘kişilik pazarı’ olarak görmektedir. Bu pazarda başarı, büyük ölçüde
insanın kendini ne kadar iyi sattığına, ne kadar iyi rol yaptığına; dış görünüm
etkililiğine bağlıdır. Birborsacının,
bir satıcının, bir sekreterin, yöneticinin, profesörün hepsiayrı kişilikler gösterse de bu
kişilikler tek bir şartı; isteniliyor olma şartını yerine getirmelidirler.
Başarı büyük ölçüde insanın kişiliğini ne kadar iyi sattığına dayandığına göre,
birey kendisini hem satıcı, hem de satılacak mal olarak görecektir. Böyle biri
yaşam veya mutlulukla değil; yalnızca satılmaya elverişli olmakla
ilgilenmektedir. Bu duygu eşyaların, örneğin tezgâhtaki el çantasının
duygusuylakarıştırılabilirdi. Çanta
gibi, kişilik pazarında, insanın da modaya uygun olması gerekmektedir. İnsan
modaya uygun olmak için en çok hangi kişilik türünün istendiğini bilmek
zorundadır (Fromm, 1996, 74-78). Fromm'un vurguladığı kişilik, Sneyder'in
‘kendini ayarlama derecesi yüksek’ bireyi ile, yani duruma uygun, tutarsız
benlik anlayışıyla örtüşmektedir. Modem topluma en kolay uyum sağlayabilen
bireyler, ‘kendini ayarlama’ davranışını bir strateji olarak benimsemiş
olanlardır. Snyder, bu kişilere, ‘kendini ayarlayıcılar’-self-monitorsveya
‘kendini ayarlama becerisi yüksek’ - high self-monitors- bireyler demektedir.
Bu stratejiye pekbaşvurmayan veya
başvurma gereği duymayan kişiler ise, ‘kendini ayarlama becerisi düşük’ -low
selfmonitors- bireylerdir (Bacanlı, 1997, 18). Kendini ayarlayan bireylerin
bilişsel olarak sordukları ve davranışsal olarak cevap verdikleri soru ‘bu
durum benden kim olmamı istiyor ve nasıl o kişi olabilirim?’ iken; kendini
ayarlama becerisi düşük bireylerin stratejik sorusu ‘ben kimim ve bu durumda
nasıl ben olabilirim?’ sorusudur. Ali
Hoca, hayatı boyunca ikinci soruyu sormuştur. Bu soruyu sorduğu içindir ki özel
okul teklifini geri çevirmiştir. Bu soruyu sorduğu içindir ki birinci şıkkı
soranların ‘kendini ayarlama beceresi yüksek’ çevrelerinden, -örneğin siyaset
gibi- uzak durmuştur. Burada altı çizilmesi gereken husus, kendini ayarlama
becerisi düşük olmanın kendini geliştirmekten farklı ve kişilikle ilgili bir
durum olduğudur. Aksine kendini geliştirmek, bir ahî kişisinin olumlaması
gereken en başat davranışlardan biridir. Kaldı ki ahîliğin kurumsal süreçte de
varlık nedeni bu olmuştur. Ali Hoca,
‘hoca’ kavramanın içini efradını cami, ağyarını mani şekilde dolduran nadir
insanlardan biridir. (…) Toplumda örnek kişi ve ideallerin yokluğu, millî
karakterin yozlaşmasına, topyekûn yozlaşmaya, nihayetinde toplumsal anomiye yol
açabilecek bir durumdur. Toplumsal karakteri milli kültürden hareketle şahsında
yaşatacak; sosyalleşme yoluyla gelecek kuşaklaraaktaracak örnek şahsiyetler, milletin bekasının da teminatıdır. Bu
bağlamda, Ali Hoca, olduğu gibi görünür
ya da göründüğü gibidir. Okulda, çarşıda, evde, katıldığı topluluklarda,
dükkânda bağda bahçede hep Ali Hoca'dır. Doğu düşüncesinde sürekli vurgulanan
Rogers’in ‘tutarlılık’ dediği içi dışı bir olma durumunu (Bacanlı, 1997, 46)
yansıtır Ali Hoca. Dostlarının ironik bir şekilde ‘antika’ diye tarif
etmelerine sebep olacak ‘otantik davranış’ geliştirir. Otantik davranış,
Jourard'a göre insanı geliştiren davranıştır ve insanın uydurma görünme, oyun
oynama ve planlanmış kişiler arası davranışın, yani kişinin gerçekte olmadığı gibi
görünmek için kendini manipule etmesi veya bırakacağı etki için uğraşmasının
zıddıdır. (…) Ali Hoca insanların
kıyafetlerine, görünüşlerine statülerine önem vermez. Onun için önemli olan
insanların erdemleridir. O erdemsiz statü sahiplerinin kibirli davranışları
karşısında, onlarla muhatap olmayarak vakarını korur. (…) Sıraladığımız küresel
problemler karşısında Ali Hoca, ortaya konulan bilgi ve tecrübelerin ışığında
hareket eder. Kurtuluşun, özgürleşmenin yerli kaynaklara eğilmede ve yerli
dünya görüşünün içselleştirilmesinde olduğunu savunur. Toparlamak
gerekirse, Ali Hoca'nın şahsında ortaya
konulmaya çalışılan ahî kişiliği, iç huzuruna sahip bir insandır. Kurallar,
yollar, yöntemler, kanunlar, ibadetler, şarttır; insanı olgunlaştırmanın bir
aracıdır, fakat ‘bireyin toplumda yeniden doğuşunu’ engellememelidir. ‘Her dem
yeniden doğarız / Bizden kim usanası’. Ali Hoca, tasavvuf ehlinin vurguladığı
‘sevme sanatı’nın toplumda yerleştirilmesi için çaba harcar. Mutluluk, ancak,
yukarda zikredilen fütüvvet ehlinin vasıflarıyla vasıflanıldığında mümkündür.
Çünkü ancak bu bilinç düzeyinde hiç kimse diğerini rahatsız etmez. Herkes
üretir; herkes işini en iyi şekilde yapar ve en önemlisi herkes işini yapar.
Barış ve mutluluk egemendir (Aresteh, 2000, 116-1 l 7). Bu özellikleriyle Ali Hoca, toplumda danışılan insandır.
Ahîlik kurumunun gereği olan hoca talebe, usta-çırak ilişkilerine önem verir ve
bu anlamda teşkilatçıdır. Mesela öğrencilerini uzaktan takip eder;
karşılaştıkları meselelerin hâl yolunu gösterir. Gidecekleri yerde kendilerini
geliştirebilecekleri adresleri haber verir. Birilerine emanet eder. Üzüntü ve
mutluluklarını, acılarını, sevinçlerini paylaşır.”
(ilbeyali@hotmail.com)