25 Ekim 2021

​'Medeniyetin ihyası için insanın inşası'

Uluslararası akademik bir kuruluş olan İksad’ın (İktisadî Kalkınma ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü) yayınları arasında e. kitap olarak çıkan “MEDENİYETİN İHYASI İÇİN İNSANIN İNŞASI” (ISBN: 978-625-8007-26-8 / October / 2021, Ankara / Turkey) adlı 236 sayfadan oluşan ve sahasında son derece muhtevalı kitabı, ekrana karşı dayanıksızlığım sebebiyle saatte bir mola vererek dört gecede iştiyakla okudum. Dr. Öğretim Üyesi Mehmet Yılmaz’la birlikte hazırladığı “Sosyal Problemler ve Sosyal Risk Analizi-Kahramanmaraş Kentsel Alanı Araştırması” (December (Aralık) / 2019 Ankara / Turkey)” adlı yine İksad Yayınlarından çıkan kitabıyla tanıdığımız KSÜ İİBF’de görev yapan Öğretim Görevlisi İsmail GÖKTÜRK’ün büyük bir emek neticesinde hazırladığı geniş bir kaynakçaya sahip “Medeniyetin İhyası İçin İnsanın İnşası” adlı kitap, medeniyetimizin kimliği ve meseleleri üstüne tâlim eden fakirin başucu kitapları arasında yerini aldı.

“MEDENİYETİN İHYASI İÇİN İNSANIN İNŞASI” adlı kitap, medeniyetimiz ve insan hakkında derin ve şümullü bilgiler veriyor ve yorumluyor. Akademik tarzda yazılmış fakat ilaç prospektüsleri gibi ecnebî kelime ve terimlerle anlaşılmayan can sıkıcı bir akademik üslûp yok. Arı duru zengin bir Türkçeyle yazılmış. Aynı zamanda “iyi yazı” ustası olan İsmail GÖKTÜRK medeniyet kavramını, medeniyet müessesesini ve medeniyetimizi ihya eden bir insan tipini akademik makâle tarzında anlatırken, tabiî bir akıcılık içerisinde deneme ve hikâye tadında anlatmaya başlıyor. Medeniyetimiz üstüne çok şey söyleyen bu kitap hakkında kendimce ilâve edecek bir sözüm yok. O bakımdan, medeniyetimiz hakkında araştırma yapmak, medeniyet değerlerimizi ve medeniyetimizin kimliğini öğrenmek isteyenlerin merakını celbetmek için, 13 bölümden oluşan kitabın mündericatını ve bölümlerde yer alan bâzı yazılardan pasajlar aktarmak istiyorum:

Birinci bölüm: “Medeniyetin ihyası için insanın inşası”, İkinci bölüm: “Dünyanın yeniden inşasında ortak kimlik ve kültür kodlarımız”, Üçüncü bölüm: “Temel kaynaklardan hareketle Türk devlet geleneğinde meşruluğun dayanakları”, Dördüncü bölüm: “Toplumsal gelecek ve modern toplumda bireyin konumuna eleştirel bir yaklaşım”, Beşinci bölüm: “Seküler kuşatmadan çıkış yahut Efe Hazretlerinin dilinden tasavvufta insan”, Altıncı bölüm: “Bir ahlâkî erdem olarak adalet yahut İsm-i Adl’in insanda tezahürü”, Yedinci bölüm: “Yabancılaşma, eğitim ve gençliğin moral ihtiyacı”, Sekizinci bölüm: “Osmanlının kuruluşunda ahîliğin rolü”, Dokuzuncu bölüm: “Hayatın anlam bilgisine dair yahut günümüz ahî kişiliği üzerine bir deneme”, Onuncu bölüm “Kimlik inşasında tarih ve edebiyatın rolü”, Onbirinci bölüm: “Osmanlı’da mahalle: huzur ve sükûnetin mekânı”, Onikinci bölüm: “Değerler âsitânesi: İstanbul”, Onüçüncü bölüm:

 

“Küreselleşme ve kültür ilişkisi”

Yazar, medeniyetten maksadını kitabın “ÖNSÖZ” ünde şöyle anlatıyor: “Cemil Meriç’in ifadesiyle, medeniyetler de yorulur, arada bir kervanlar gibi oturup dinlenir; ne kadar mesafe kat edilmiş bakılır. Toynbee’nin de dediği gibi ‘durdurulmuş bir medeniyetin’ çocuklarıyız. Dünyayı kan ve zulme boğan sömürgeciler, çok değil bundan yüz yıl önce, dünyanın bütün mazlumlarının yüzlerce yıl hamisi olan gelmiş geçmiş en insani değerlerle inşa edilen büyük medeniyetimizi devre dışı bıraktılar. Oryantalist bir bakışla batıyı merkeze alarak kendi dışındakileri insan olarak bile görmeyen, ‘eşrefi mahlûkat’ olan insanı insan hayvanat bahçelerinde başkentlerinde sergileyen Batının bakışı yeryüzüne egemen oldu. (…) Ulus devletlerin şekillendiği sanayi toplumuna Türk dünyası olarak şuurlu bir şekilde katılamamıştık. Batının, teknolojik gelişmeleri bir uygarlık kurma yolunda kullanabileceğini fark etmesi ile başlayan süreç, bugün dünyanın çatışma ile yönetildiği, insan fıtratının hiçe sayıldığı bir sonu hazırladı. Batı, seküler bir dünya algılamasıyla ‘dünyanın büyüsünün çözülmesi’ olarak adlandırılan bir süreçte, insan için hayata tutunabileceği bir anlam bilgisi bırakmadı. Batı uygarlığının yükselme sürecinde, aydınlarımız Moğol istilası sonrasında olduğu gibi kendi iç dinamiklerimizi harekete geçirerek medeniyetimizi yeniden ihya etme mantalitesinden yoksundu ve genellikle herodyan bir değişim programını benimsediler. Bugün dünya yeniden kurulurken, ortak kültürel değerlerimiz ve sonsuz medeniyet hazinesi tasavvuf kültürümüzle medeniyetimizi ihya etmemiz, insanlık için önemli bir adım olacaktır.”

 

“MEDENİYETİN İHYASI İÇİN İNSANIN İNŞASI” NDAN BİR BÖLÜM

“Medeniyet denildiğinde, aslında medeniyetin tezahürleri olan mimari, edebiyat, musiki ve ahilik, vakıflar gibi müesseseler akla gelir. Oysa medeniyet, bir inancın tezahürü ve inancı ihlasla yaşayan insanın eseridir. Bir inanç tezahürü olan medeniyet kurmak için dışa vuracak ölçüde yanan bir inancı taşıyan insanın inşası lâzımdır. Efendimiz (s.a.v) da Dar’ul Erkam’da Mescid-i Nebevi’de belki daha sonraki karşılığı medrese ve tekke olan bir sistem içerisinde insanı inşa etmişti. Son medeniyet hamlesini yapan ve Anadolu’da “Horasan Erenleri” olarak anılan tasavvuf büyükleri niyetiyle, tecrübesiyle ve samimiyetiyle medeniyet hamlesi yapabilecek bir donanıma sahiptiler. Mürşitler insanı rüşte ulaştırır. Rüşt, akla uygun, estetik ve makul olanı yapmaktır. Mürşitler de insanı beşeriyetinden alıp âdemiyetine ulaştırır, yâni ‘adam ederler.’ Tasavvuf büyükleri, topluma yön verecek entelektüelleri reşit kılmışlardı. Şüphesiz, medeniyet tesadüfen kurulan bir yapı değildir. Batının hegemonyası altında kaldığımız son yüzyılda ‘aydın’ diye adlandırılan entelektüel birikimi olan insanımız inancında zaafa uğramıştır. (…) Batı hegamonyası altında kaldığımız son yüzyılda, Batı’nın pozitivist paradigması, bütün kavramlarımızı ve zihin inşa süreçlerimizi oluşturdu. (…) Medeniyetimizin referansları ve bakış açısı, İslâm’ın temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet çerçevesinde şekillenmiştir. Kur’an ve sünnetin birey ve topluma yansıması, adalet ve erdem ölçüleriyle olmuştur. Bu iki olgu, medrese ve tekke aracılığıyla üretiliyordu. Dolayısıyla yeniden medeniyet hamlesi yapılacaksa, bu hamleyi yapacak insanın inşası, tasavvufun yöntem ve anlayışıyla mümkün olacaktır. Bu bağlamda, insan inşası kavramlaştırmasında tasavvufi anlayış esas alınmaktadır.”

 

YENİ İNSAN VE TOPLUMUN İNŞASI” NDAN BİR BÖLÜM

“Modernleşmeyle beraber, İslâm toplumlarında oluşturulan sosyal düzen, eklektik bir yapı görünümündedir. Bir yanda toplumun sahip olduğu medeniyet değerleri, diğer yanda bu değerlerin üretmediği dışarıdan kopyalanmış kurumsal yapılaşma vardır. Bu yapı medeniyet hamlesinin önündeki en büyük engeldir. Modernizmde inanç dar bir alana sıkıştırılmış; insanın ‘kemalat-ı insaniyesinin tekmiline’ olan ihtiyaç yok sayılmıştır. Kültürlerin değişme istikametini ve toplumların üst ideallerde entegrasyonuna yol açan medeniyet değerleri yok sayılınca, beşeri hususiyetlerden kaynaklanan alt kimlikler ön plana çıkarıldı. İrfanımızda, kendini tanımlama ‘hüviyet’ kavramıyla ifade edilmekteydi. Hüviyet, ‘hüve’ (Hû) yani O, yani Allah ile olan kurbiyyetin ifadesiydi. İnsan, âdemiyet boyutuyla Rabbi ile olan münasebeti ölçüsünde tanımlanırdı ve bu ona hüviyetini kazandırırdı. İnsanın fıtratına uygun olan da buydu; çünkü Elest Bezminde Cenab-ıHak, ruhlara, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye sormuştu. Bilindiği gibi Rabb, ‘şekillendiren, terbiye eden’ anlamına gelmektedir. Dolayısıyla hüviyet kavramı, insanın Elest Bezminde verdiği söze sadık kalmasını hatırlatırdı ve insanın erdemleriyle var oluşunu tamamlardı. Öte yandan, seküler bir kavram olan ‘kimlik’, beşeriyete, dolayısıyla insanın ‘ene’sine vurgu yapıyordu. İnsanın beşeriyetini esas alan, onu bu dünya ile sınırlayan ve nefsanî taleplerin en üst seviyede karşılanmasını hayatın gayesi sayan modern anlayış, ‘hüviyet’ yerine ne idüğü belirsiz bir ‘kimlik’ tutuşturdu insanoğlunun eline.”

 

“İDEAL İNSAN VE İDEAL TOPLUMUN ALTYAPISI: TASAVVUF” DAN BİR BÖLÜM

“Ben gelmedim dav’i için / Benim işim sevi için / Dostun evi gönüllerdir / Gönüller yapmağa geldim’ Yunus Emre. Tasavvuf, İslâm’ın mistik bir yorumudur. Türklerin İslamiyet’i kabulü, 10. yy.’dan itibaren tasavvuf yoluyla olmuştur. İslam dini, değişik toplumlarda, kaynaklarında ve temel inançlarında farklılık olmamakla beraber, toplumların genel karakterinden hareketle farklı biçimlerde yaşanmıştır. Türkler, tasavvufi bir algılamayla İslam’ı bir yaşam biçimine dönüştürmüşlerdir. ‘İnsan’ kelimesinin, hem ‘yakın olmak (üns)’, hem ‘unutmak (nisyân)’ ile alâkası vardır ve biri müsbet diğeri menfî bu iki mânâyı da özünde barındırır. İnsan beşeriyyeti ile âdemiyyeti arasında sınanan bir varlıktır. Beşeriyet, insanın zâhiridir, dünyevî yanıdır. Batı medeniyeti, insanı yalnızca bir ‘beşer’ kabûl eder ve sistemini bu kabûl üzerine kurar. Halbuki insanın bir de “âdem” yanı vardır. ‘Âdem” de ‘iç, iç yüzey’ mânâsına bir kökten müştaktır ve insanın diğer mahlûkatta bulunmayan batınî tarafını, cesede üflenen ilâhî nefhayı, ruhu ve gönlü ifade eder (Yurtgezen, 2005).

 

“GÜNÜMÜZDE BİR MODEL ŞAHSİYET OLARAK AHÎ KİMLİĞİ” DEN BİR BÖLÜM

“…Genel özellikleriyle bir ‘ahî kimliği’ tespit etmek gerekirse, kaynaklardan hareketle, karakteristik özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Cafer-i Sadık'ın Hz. Ali'den naklettiği hadiste, Rasulullah'ın ümmetinin ‘feta’larının alametleri olarak şunları sıraladığı söylenir: Sözü doğru söylemek, ahde vefa, emaneti sahibine vermek, yalanı terk etmek, yetime acımak, isteyene vermek, ele geçeni fazlasıyla ihsan eylemek, yaptığı iyilikleri günden güne fazlalaştırmak, konuğu ağırlamak. Bu alametlerin başı da ‘hayâ’dır. Hz. Ali, fütüvvetin şartlarını, gücü varken affetmek, öfkelenince yumuşak davranmak (hilm), düşmanlık halinde nasihat etmek, kendi ihtiyacı varken elindekini başkasına vermek (isar) şeklinde sıralamıştır. Fütüvvet, insaf etmek, fakat insaf beklememektir. Dostların kusurlarını hoş görmek, sünnete tabi olmak, dünya ve ahirette mahlûkatı kendi nefsine tercih etmektir. Fütüvvet, insanların ve hayvanların kişiden incinmemesidir. (…) Tasavvufta, fütüvvet kavramı ile fedakârlık, diğergâmlık, iyilik, yardım, insanseverlik, hoşgörü ve nefsine söz geçirme gibi ahlâkî nitelikler kastedilmektedir. Fütüvvet kişinin hasmının olmaması, yani herkesle iyi geçinmesi ve herkesle barışık olması, sofrasında yemek yiyen müminle kâfir arasında ayrım gözetmemesidir. Fütüvvet, fedakârlık ve merhamet demektir. Bu özelliklerden hareketle, günümüz ahî kişisi, modemizm etkileşiminde kendisini nasıl konumlandıracaktır? Bu sorumuzun yanıtını aramak maksadıyla oluşturacağımız model şahsiyetin ismine Ali Hoca diyeceğiz. Bu isimlendirme, ‘Ali'den başka feta,Zülfikar'dan başka kılıç yoktur’ ifadesine telmihen yapılmaktadır. Kaldı ki Ali Hoca, bizim gerçek hayatta da örnek aldığımız ve bizi yetiştiren bir eğitimcidir. Ali Hoca, orta yaşına, maişet meşguliyetine rağmen, ârifliğiyle fikir ve gönül tâlimlerinin hep ön safındadır. Ancak bu derinliğini ve mücadelesini hiçbir zaman vitrine çıkarmaz ve tevazu ile gizler. Benmerkezci yaklaşımları tasvip etmez ve benmerkezciliğin getirdiği mücadelenin hep dışında kalmıştır. Örneğin bir özel okulun açık çekle çalışma teklifini, özel okullardaki uygulamaları dikkate alarak, parasal ilişkilerin insanı kirlettiği vurgusuyla reddetmiştir. Çünkü o, çalıştığı Millî Eğitim camiasında da en üst düzeyde verimli olmak, özel okula gidemeyen bizim gibi halk çocuklarının da en iyi şekilde yetişmesini sağlamak idealini taşıyan insandır. Ali Hoca, homo economicus değildir. Bilindiği gibi, ‘homoeconomicus’, hayatı sadece ilerletmek ve tüketmek fiillerinden ibaret gören, bunun dışında hiçbir ahlâkî değer yargısı taşımayan (Sezal,1981, 66), hayatın devamını temin için geliştirilen vasıtaları hayatın gayesi haline getiren insandır. Oysa Ali Hoca'ya göre örneğin ev, araba, hatta yazlık ev ve diğer maddî varlıklar, hayatın sürdürülmesi için birer araçtır. Bir ders kitabı nasıl dersi anlatmak için bir araç ise ve zorunluluk ise bunlar da imkânlar ölçüsünde zorunluluktur. Ama kimse benim ders kitabım var diye övünmez. Ya da ders kitabının olmaması durumunda aynı işlevi görecek yardımcı kitaplardan da yararlanabilirsiniz ve ders kitabınızın olmaması dersi müfredata uygun işlemek kaydıyla sorun teşkil etmez. Ali Hoca için bunlara sahip olmakla olmamak arasında bir fark yoktur. Daha fazla kazanmak da gaye değildir. Kazanç da paylaşım aracıdır ve Ali Hoca dostlarıyla paylaşır. Kapısı, sofrası her zaman herkese açıktır. Ali Hoca, semt pazarında dolaşır ve ürün kalitesi düşük olduğu için insanların çok da rağbet etmedikleri satıcılardan alışveriş yapar ki adamın malı elinde kalmasın; evine ekmek götürebilsin. Semt pazarlarına gider ama ‘kişilik pazarı’na indiği vaki değildir. Ekonomik insan, tüketim toplumunda bir yer edinmek (statü sahibi olmak) için hayatı da işi de bir ‘kişilik pazarı’ olarak görmektedir. Bu pazarda başarı, büyük ölçüde insanın kendini ne kadar iyi sattığına, ne kadar iyi rol yaptığına; dış görünüm etkililiğine bağlıdır. Birborsacının, bir satıcının, bir sekreterin, yöneticinin, profesörün hepsiayrı kişilikler gösterse de bu kişilikler tek bir şartı; isteniliyor olma şartını yerine getirmelidirler. Başarı büyük ölçüde insanın kişiliğini ne kadar iyi sattığına dayandığına göre, birey kendisini hem satıcı, hem de satılacak mal olarak görecektir. Böyle biri yaşam veya mutlulukla değil; yalnızca satılmaya elverişli olmakla ilgilenmektedir. Bu duygu eşyaların, örneğin tezgâhtaki el çantasının duygusuylakarıştırılabilirdi. Çanta gibi, kişilik pazarında, insanın da modaya uygun olması gerekmektedir. İnsan modaya uygun olmak için en çok hangi kişilik türünün istendiğini bilmek zorundadır (Fromm, 1996, 74-78). Fromm'un vurguladığı kişilik, Sneyder'in ‘kendini ayarlama derecesi yüksek’ bireyi ile, yani duruma uygun, tutarsız benlik anlayışıyla örtüşmektedir. Modem topluma en kolay uyum sağlayabilen bireyler, ‘kendini ayarlama’ davranışını bir strateji olarak benimsemiş olanlardır. Snyder, bu kişilere, ‘kendini ayarlayıcılar’-self-monitorsveya ‘kendini ayarlama becerisi yüksek’ - high self-monitors- bireyler demektedir. Bu stratejiye pekbaşvurmayan veya başvurma gereği duymayan kişiler ise, ‘kendini ayarlama becerisi düşük’ -low selfmonitors- bireylerdir (Bacanlı, 1997, 18). Kendini ayarlayan bireylerin bilişsel olarak sordukları ve davranışsal olarak cevap verdikleri soru ‘bu durum benden kim olmamı istiyor ve nasıl o kişi olabilirim?’ iken; kendini ayarlama becerisi düşük bireylerin stratejik sorusu ‘ben kimim ve bu durumda nasıl ben olabilirim?’ sorusudur. Ali Hoca, hayatı boyunca ikinci soruyu sormuştur. Bu soruyu sorduğu içindir ki özel okul teklifini geri çevirmiştir. Bu soruyu sorduğu içindir ki birinci şıkkı soranların ‘kendini ayarlama beceresi yüksek’ çevrelerinden, -örneğin siyaset gibi- uzak durmuştur. Burada altı çizilmesi gereken husus, kendini ayarlama becerisi düşük olmanın kendini geliştirmekten farklı ve kişilikle ilgili bir durum olduğudur. Aksine kendini geliştirmek, bir ahî kişisinin olumlaması gereken en başat davranışlardan biridir. Kaldı ki ahîliğin kurumsal süreçte de varlık nedeni bu olmuştur. Ali Hoca, ‘hoca’ kavramanın içini efradını cami, ağyarını mani şekilde dolduran nadir insanlardan biridir. (…) Toplumda örnek kişi ve ideallerin yokluğu, millî karakterin yozlaşmasına, topyekûn yozlaşmaya, nihayetinde toplumsal anomiye yol açabilecek bir durumdur. Toplumsal karakteri milli kültürden hareketle şahsında yaşatacak; sosyalleşme yoluyla gelecek kuşaklaraaktaracak örnek şahsiyetler, milletin bekasının da teminatıdır. Bu bağlamda, Ali Hoca, olduğu gibi görünür ya da göründüğü gibidir. Okulda, çarşıda, evde, katıldığı topluluklarda, dükkânda bağda bahçede hep Ali Hoca'dır. Doğu düşüncesinde sürekli vurgulanan Rogers’in ‘tutarlılık’ dediği içi dışı bir olma durumunu (Bacanlı, 1997, 46) yansıtır Ali Hoca. Dostlarının ironik bir şekilde ‘antika’ diye tarif etmelerine sebep olacak ‘otantik davranış’ geliştirir. Otantik davranış, Jourard'a göre insanı geliştiren davranıştır ve insanın uydurma görünme, oyun oynama ve planlanmış kişiler arası davranışın, yani kişinin gerçekte olmadığı gibi görünmek için kendini manipule etmesi veya bırakacağı etki için uğraşmasının zıddıdır. (…) Ali Hoca insanların kıyafetlerine, görünüşlerine statülerine önem vermez. Onun için önemli olan insanların erdemleridir. O erdemsiz statü sahiplerinin kibirli davranışları karşısında, onlarla muhatap olmayarak vakarını korur. (…) Sıraladığımız küresel problemler karşısında Ali Hoca, ortaya konulan bilgi ve tecrübelerin ışığında hareket eder. Kurtuluşun, özgürleşmenin yerli kaynaklara eğilmede ve yerli dünya görüşünün içselleştirilmesinde olduğunu savunur. Toparlamak gerekirse, Ali Hoca'nın şahsında ortaya konulmaya çalışılan ahî kişiliği, iç huzuruna sahip bir insandır. Kurallar, yollar, yöntemler, kanunlar, ibadetler, şarttır; insanı olgunlaştırmanın bir aracıdır, fakat ‘bireyin toplumda yeniden doğuşunu’ engellememelidir. ‘Her dem yeniden doğarız / Bizden kim usanası’. Ali Hoca, tasavvuf ehlinin vurguladığı ‘sevme sanatı’nın toplumda yerleştirilmesi için çaba harcar. Mutluluk, ancak, yukarda zikredilen fütüvvet ehlinin vasıflarıyla vasıflanıldığında mümkündür. Çünkü ancak bu bilinç düzeyinde hiç kimse diğerini rahatsız etmez. Herkes üretir; herkes işini en iyi şekilde yapar ve en önemlisi herkes işini yapar. Barış ve mutluluk egemendir (Aresteh, 2000, 116-1 l 7). Bu özellikleriyle Ali Hoca, toplumda danışılan insandır. Ahîlik kurumunun gereği olan hoca talebe, usta-çırak ilişkilerine önem verir ve bu anlamda teşkilatçıdır. Mesela öğrencilerini uzaktan takip eder; karşılaştıkları meselelerin hâl yolunu gösterir. Gidecekleri yerde kendilerini geliştirebilecekleri adresleri haber verir. Birilerine emanet eder. Üzüntü ve mutluluklarını, acılarını, sevinçlerini paylaşır.”

(ilbeyali@hotmail.com)