'Merhamet Yokuşunu' ve Yûnus'u anlatan üç yazı
Ali Yurtgezen hocanın gönle, kalbe ve vicdanlara dokunan üç yazısı var ki, âciz görüşüme göre, ehl-i dil Müslümanın okuması gerek. İlk yazısı Semerkand Dergisi Ekim 2021 sayısındaki “MERHAMET YOKUŞUNDA TIKANMAK.” Yazıdan bir bölüm:
“Beled sûresinde, birini tutsak edildiği
boyunduruktan kurtarmak ve kıtlık zamanlarında yetimi, yoksulu doyurmak
akabe’ye, yani ‘sarp bir yokuşa’ benzetilir. Müfessirler bu benzetmenin,
merhamet eseri böyle davranışları tercihin ve sergilemenin zorluğunu anlatmak
için yapıldığını söyler. Sarp bir yokuşu tırmanmak meşakkatlidir çünkü.
Zaten sûrede bunun öncesinde mealen ‘insanın türlü sıkıntı ve zorluklara
muhatap olacak ama bunlara göğüs gerecek bir donanımda yaratıldığı’ beyan
buyurulmaktadır. Öte yandan hep söylenildiği üzere ‘dünya imtihan dünyasıdır’
ve imtihan ‘sıkıntı ile sınanmak’ demektir.(…) Dînimizin teşvik ettiği merhamet, merhamet edenin vicdanını rahatlatmak
için gösterilmez. İmam Gazâlî
rahmetullahi aleyh, bir kimseye acıyan kişi eğer bu acımanın verdiği sıkıntıdan
kurtulmak ve böylece rahatlamak için yardım ederse, bu sahih bir merhamet
olmaz, der. Ona göre merhamette asıl maksat, kişinin kendisini değil, yaptığı
iyilik veya yardımla muhtaç ve çaresiz olanı rahatlatmasıdır. Başlangıçta
‘Ensar’ olmak şevkiyle tırmandığımız merhamet yokuşunda tıkanmamızı başka neyle
izah edebiliriz ki? (…) ‘Bize sığınanlar ya dinde ya insanlıkta kardeşimizdir;
onlara yardım etmemiz gerekir’ dedikten sonra ‘ama’ ile başlayan ve merhametten
imtinamıza bahane yaptığımız cümleleri sıkça kuranlarımız çoğalmadı mı sizce
de? Her şeye rağmen merhamette ısrar.”
İkinci yazısı Mostar Dergisinin
Ekim 2021 sayısındaki “YÛNUS’UN
DÎVANI’NA NASIL VARALIM?” Yazıdan bir bölüm:
“Fuat
Köprülü, neredeyse yarısını Yûnus Emre’ye ayırdığı ‘Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar’ kitabında, şöyle der: ‘İstanbul ve Anadolu’nun fakir ve tenha
sokaklarında ekseri akşamlar garip, hüzünlü bir melül eda ile yükselen ‘Yemen
illerinde Veyse’l-Karânî’ nidası, mahalle mekteplerinin demir parmaklıklı, iri,
kırık pencerelerinden dökülen; tekyelerde, mevlit meclislerinde hususi
bestelerle daima söylenen birçok sade ve güzel ilahiler, Yûnus’un halk arasında
hâlâ kuvvetle yaşadığını, hâlâ halkın ruhuna hâkim olduğunu gösteriyor.’ Fakat
Türkiye’deki üniversiteler, yine Köprülü’nün, ‘Eserlerini altı yüz seneden beri
hâlâ aşk ve heyecan ile memleketin her tarafında her sınıf halka okutan adam’
diye tanımladığı Yûnus’u ilk kez 1919’da basılan bu kitabı ile fark eder.
Böylece Yûnus Emre üzerine 1930’lu yılların ortalarından sonra başlayan
akademik çalışmalarda daha ziyade onun kim olduğu, hayatı, mezarının nerede
bulunduğu üzerine yoğunlaşılır. Şiirlerinin toplandığı Dîvan’ıyla ilgili
araştırmalar bu yıllarda biraz daha geri plândadır. Yûnus Emre Dîvanı’nın
bugüne ulaşan 30 civarında yazma nüshası var. Bunlardan hiçbiri müellif nüshası
değil. Şiir mecmualarında, cönklerde ve şifahi gelenekte yer alan bazı
ilahilerin bu yazmalarda bulunmamasına bakılırsa bunların hiçbiri tam değil. Esasen
Yûnus’un şiirleri yüzyıllar boyu ezberlenip beste eşliğinde okunarak, dilden
dile, nesilden nesile sözlü olarak aktarılmış. Anlaşılan o ki bugün elimizde
bulunan ve birbirinden farklı Divan nüshaları, dillerde dolaşan bu ilâhîlerin
14. Yüzyıldan itibaren değişik zamanlarda yazıya geçirilmesiyle vücut bulmuş.
Zira nüshalar arasında şiir sayılarında olduğu gibi, aynı şiirlerin
kelimelerinde, mısralarında, beyit diziliş veya sayılarında da farklılıklar
var. Araya, sonraki dönemlerde yaşayan başka Yûnusların şiirleri girmiş,
müstensihlerin dikkatsizliği de yazım hatalarına yol açmış. Edebiyat
araştırmacıları Yûnus şiirlerinin diline, ölçü ve kafiyesine, nazım şekillerine
dair incelemeleri yanında bu şiirlerin sayısını, hangilerinin ona ait olup
olmadığını, metinlerde eksik veya yanlış yazılan kelimelerin doğrusunu tespite
çalışmışlar. Fazla teferruata girmeden, bu tür çalışmaların en son Mustafa
Tatcı’nın neşirleriyle, mevcut kaynaklar çerçevesinde epeyce hâle yola
konduğunu söylemekle yetinelim. Hülâsa akademisyenler
Yûnus’un şiirlerine daha çok zâhirindeki özellikleri tespit için yönelmiş,
Dîvan’ına bir nevi ‘metin tamiri’ için varmışlar. Ancak esas olan hiç şüphe yok
ki ‘Dostun evi gönüllerdir/ Gönüller yapmaya geldim’ diyerek kalpleri Beytullah
kılmak üzere yola koyulan bu gönül mimarı dervişin şiirlerine ‘gönül tamiri’
için yönelmek, Dîvan’ına gönül tamiri için varmaktır. Ehlince yapılan akademik
çalışmalar bu yöneliş yahut varışın yolunu tesviye etmesi itibariyle elbette
önemli, lüzumlu ve kıymetlidir ama orada oyalanmak gerekmez. Kaldı ki Yûnus’ta
da diğer Allah dostları gibi şiir maksat değil vasıtadır. Onların şiirlerinde
aslolan tabiilik, samimiyet, mâna, muhteva ve mesajdır. Bunların yansımasına
mani olacaksa kafiye vezin gibi şekil unsurları ihmal edilebilir. Nihayet
Yûnus’un şiirleri 13. yüzyıldan beri akıp dokunduğu her şeyi dirilten ilahi
kaynaklı, saf, duru, derin bir hikmet ve irfan ırmağıdır. Akışını bulandırmamak
kaydıyla, sonraki zamanlarda ortaya çıkan mısra, kelime yahut telaffuz
değişiklikleri ile birer küçük çay misali bu ırmağa dâhil olan başka Yûnusların
şiirleri, Yûnus Dîvanı’na gönül tamiri için varmaya engel teşkil etmez.”
Üçüncü yazısı yine
Mostar Dergisinin Ekim 2021 sayısındaki “YÛNUS AĞZI GÜHER SAÇA, DEĞME ÂRİF DEREMEYE” adlı yazıdır. Yazıdan
bir bölüm:
“Ol sebepten
Yûnus kuddise sirruhunun bir şiirini ele alıp nasıl söylediğine değil, ne
söylediğine işaret edelim istedik. Muradımız, ehlinin çok iyi bildiği bazı
unsurları öne çıkarıp unutanlara yeniden hatırlatmaktır. Bunun için, ihmâl edilmiş, pek kaale alınmayan, yetim çocuk misali bir
köşede unutulmuş, başı neredeyse hiç okşanmamış bir manzumeyi bilhassa seçtik.
‘Gider idim ben yol sora yavlak uzamış bir ağaç / Böyle latîf, böyle şirin
gönlüm eydür birkaç sır aç / Böyl’uzamak ne mânîdir çünkü bu dünya fânidir / Bu
fuzûlluk nişânıdır gel beri, miskinliğe geç / Böyle latîf bezenüben böyle şirin
düzünüben / Gönül Hakk’a uzanuben dilek nedir, neye muhtaç?’ Yûnus’un şiirdeki
ağaç ile sohbeti kâl ile değil hâl dili iledir. Dolayısıyla bir çeşit tefekkür
hâlidir. Şiir, nefsine kapılmış insanlardan uzak durmak, akıl almamak
gerektiğini anlattığı gibi böylelerini lisân-ı münâsip ile ikâz etmek
gerektiğini de anlatır. ‘Ağaç karır, devran döner kuş budağa bir kez konar /
Dahi sana kuş konmamış ne göğerçin ne hod turaç / Bir gün sana zevâl ere yüce
kaddin ine yere / Budakların oda gire kaynaya kazan, kıza saç / Er sırrıdır
sırrın senin er yeridir yerin senin / Ne yerdedir yerin senin sana sorarım ey
ağaç? / Yunus Emre sen bir nice eksikliğin yüz bin anca / Kur’ağaca yol sorunca
teferrücle yoluna geç.’
Yûnus Emre
hazretleri sözün özünü söyler. Sade, yalın, külfetsiz söyler. Gönülden söyler.
Suyun akması kadar tabiîdir sözleri. Bundandır ki Yûnus hâlâ Türkçenin en
derin, en uzun, en ferah-fezâ soluğudur. Lâkin onun şiirlerinin bu
yapmacıklıktan uzak, darasız, olduğu gibi görünen üryan hâli çok zaman
muhtevayı ihmâl ettiriyor. Halbuki Yûnus’ta
mâna esastır, ‘halka Tapduk mânasının saçılması’ gayedir. Şiir vasıtadır.
Şiirin zahiren yalıncak olması, ‘Tapduk mânası’nın derinliğini zedelemez.
Yûnus’un kolay söylemesi, ‘kolay olanı söylediği’ mânasına gelmemelidir. Söze
dökülmesi son derece zor, çetrefil ve derin meseleleri ifade etmeyi kolay kılan
bir ustadır Hazreti Yûnus. Hüner budur, sehl-i mümteni dedikleri de budur. Tasavvufî
remzleri hususen kullandığı birkaç ‘nefes’i ile şatahâtı haricindeki
şiirlerinin şerhine teşebbüs edilmemesi, bizim Yûnus manzumelerindeki mazrufun
gözden kaçırıldığına dâir kanaatimizi sû-i zan olmaktan çıkarıyor. Peki, hakikatleri
alenen dile getiren bu şiirlerin şerhe ihtiyacı var mıdır? Belki şiirin değil
ama şiirlere muhatap olan bizlerin şerhe ihtiyacı vardır. Zira dün malûm olan
hakikatler ne yazık ki bugün meçhulümüzdür. Ol sebepten Yûnus kuddise
sirruhunun birşiirini ele alıp nasıl söylediğine değil, ne söylediğine
işaret edelim istedik. Muradımız, ehlinin çok iyi bildiği bazı unsurları
öne çıkarıp unutanlara yeniden hatırlatmaktır. Şiir, nefsine kapılmış insanlardan uzak durmak, akıl almamak
gerektiğini anlattığı gibi böylelerini lisân-ı münâsip ile ikâz etmek
gerektiğini de anlatır. ‘Ağaç karır, devran döner kuş budağa bir kez konar Dahi
sana kuş konmamış ne göğerçin ne hod turaç. Bir gün sana zevâl ere yüce kaddin
ine yere. Budakların oda gire kaynaya kazan, kıza saç. Er sırrıdır sırrın senin
er yeridir yerin senin. Ne yerdedir yerin senin sana sorarım ey ağaç? Yûnus
Emre sen bir nice eksikliğin yüz bin anca Kur’ağaca yol sorunca teferrücle
yoluna geç.’ ‘Tâlib misâli ırmak, mürşid misâli derya’ ‘Gider idim’ ve ‘yol sora’
ifadeleri yolda, seferde, seyir hâlinde olunduğunu gösteriyor. Birçok
âyette insanlar seyahat etme, yeryüzünde gezip dolaşma hususunda teşvik
edilmiştir. Bu âyetlerin tamamında ‘gezip dolaşmak’ mânasına ‘seyr’ kelimesi
kullanılmış. Seyir, hem hareket hâlinde mesafe almak hem de bakmak, bakarak
tetkik etmek demektir. Maksat ‘ibret almak’tır. Yeryüzünün neresine bakılsa
önceki kavimlerin akıbetleri görülür. Bir zamanlar dünyayı kendi malı sanıp
mağrur olanların, peygamberleri yalanlayanların sonu nice olmuştur, böyle
anlaşılır. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin de seyahat etmeyi
öğütleyen hadisleri vardır. Bu sebepledir ki tasavvufî risâlelerin büyük
kısmında bir sefer bahsi bulunur. Tasavvuf, ‘seyahat’i veya ‘seyir hâli’ni hem
zâhirî hem bâtınî bir fiil olarak ele alır. Zâhirî yahut sûrî seyir, ibret
almak yanında, mihnete tâlip olmak, gariplik hissini tatmak; ehlullahı,
ulemâyı, ârifânı, sâlihânı ziyaret ederek onlara yakın olmak, bilmediğini
danışmak, onların ilim ve feyzinden faydalanmak için de gereklidir.”
(ilbeyali@hotmail.com)