14 Ekim 2021

​'Merhamet Yokuşunu' ve Yûnus'u anlatan üç yazı

Ali Yurtgezen hocanın gönle, kalbe ve vicdanlara dokunan üç yazısı var ki, âciz görüşüme göre, ehl-i dil Müslümanın okuması gerek. İlk yazısı Semerkand Dergisi Ekim 2021 sayısındaki “MERHAMET YOKUŞUNDA TIKANMAK.” Yazıdan bir bölüm:

Beled sûresinde, birini tutsak edildiği boyunduruktan kurtarmak ve kıtlık zamanlarında yetimi, yoksulu doyurmak akabe’ye, yani ‘sarp bir yokuşa’ benzetilir. Müfessirler bu benzetmenin, merhamet eseri böyle davranışları tercihin ve sergilemenin zorluğunu anlatmak için yapıldığını söyler. Sarp bir yokuşu tırmanmak meşakkatlidir çünkü. Zaten sûrede bunun öncesinde mealen ‘insanın türlü sıkıntı ve zorluklara muhatap olacak ama bunlara göğüs gerecek bir donanımda yaratıldığı’ beyan buyurulmaktadır. Öte yandan hep söylenildiği üzere ‘dünya imtihan dünyasıdır’ ve imtihan ‘sıkıntı ile sınanmak’ demektir.(…) Dînimizin teşvik ettiği merhamet, merhamet edenin vicdanını rahatlatmak için gösterilmez. İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh, bir kimseye acıyan kişi eğer bu acımanın verdiği sıkıntıdan kurtulmak ve böylece rahatlamak için yardım ederse, bu sahih bir merhamet olmaz, der. Ona göre merhamette asıl maksat, kişinin kendisini değil, yaptığı iyilik veya yardımla muhtaç ve çaresiz olanı rahatlatmasıdır. Başlangıçta ‘Ensar’ olmak şevkiyle tırmandığımız merhamet yokuşunda tıkanmamızı başka neyle izah edebiliriz ki? (…) ‘Bize sığınanlar ya dinde ya insanlıkta kardeşimizdir; onlara yardım etmemiz gerekir’ dedikten sonra ‘ama’ ile başlayan ve merhametten imtinamıza bahane yaptığımız cümleleri sıkça kuranlarımız çoğalmadı mı sizce de? Her şeye rağmen merhamette ısrar.”

İkinci yazısı Mostar Dergisinin Ekim 2021 sayısındaki “YÛNUS’UN DÎVANI’NA NASIL VARALIM?” Yazıdan bir bölüm:

“Fuat Köprülü, neredeyse yarısını Yûnus Emre’ye ayırdığı ‘Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’ kitabında, şöyle der: ‘İstanbul ve Anadolu’nun fakir ve tenha sokaklarında ekseri akşamlar garip, hüzünlü bir melül eda ile yükselen ‘Yemen illerinde Veyse’l-Karânî’ nidası, mahalle mekteplerinin demir parmaklıklı, iri, kırık pencerelerinden dökülen; tekyelerde, mevlit meclislerinde hususi bestelerle daima söylenen birçok sade ve güzel ilahiler, Yûnus’un halk arasında hâlâ kuvvetle yaşadığını, hâlâ halkın ruhuna hâkim olduğunu gösteriyor.’ Fakat Türkiye’deki üniversiteler, yine Köprülü’nün, ‘Eserlerini altı yüz seneden beri hâlâ aşk ve heyecan ile memleketin her tarafında her sınıf halka okutan adam’ diye tanımladığı Yûnus’u ilk kez 1919’da basılan bu kitabı ile fark eder. Böylece Yûnus Emre üzerine 1930’lu yılların ortalarından sonra başlayan akademik çalışmalarda daha ziyade onun kim olduğu, hayatı, mezarının nerede bulunduğu üzerine yoğunlaşılır. Şiirlerinin toplandığı Dîvan’ıyla ilgili araştırmalar bu yıllarda biraz daha geri plândadır. Yûnus Emre Dîvanı’nın bugüne ulaşan 30 civarında yazma nüshası var. Bunlardan hiçbiri müellif nüshası değil. Şiir mecmualarında, cönklerde ve şifahi gelenekte yer alan bazı ilahilerin bu yazmalarda bulunmamasına bakılırsa bunların hiçbiri tam değil. Esasen Yûnus’un şiirleri yüzyıllar boyu ezberlenip beste eşliğinde okunarak, dilden dile, nesilden nesile sözlü olarak aktarılmış. Anlaşılan o ki bugün elimizde bulunan ve birbirinden farklı Divan nüshaları, dillerde dolaşan bu ilâhîlerin 14. Yüzyıldan itibaren değişik zamanlarda yazıya geçirilmesiyle vücut bulmuş. Zira nüshalar arasında şiir sayılarında olduğu gibi, aynı şiirlerin kelimelerinde, mısralarında, beyit diziliş veya sayılarında da farklılıklar var. Araya, sonraki dönemlerde yaşayan başka Yûnusların şiirleri girmiş, müstensihlerin dikkatsizliği de yazım hatalarına yol açmış. Edebiyat araştırmacıları Yûnus şiirlerinin diline, ölçü ve kafiyesine, nazım şekillerine dair incelemeleri yanında bu şiirlerin sayısını, hangilerinin ona ait olup olmadığını, metinlerde eksik veya yanlış yazılan kelimelerin doğrusunu tespite çalışmışlar. Fazla teferruata girmeden, bu tür çalışmaların en son Mustafa Tatcı’nın neşirleriyle, mevcut kaynaklar çerçevesinde epeyce hâle yola konduğunu söylemekle yetinelim. Hülâsa akademisyenler Yûnus’un şiirlerine daha çok zâhirindeki özellikleri tespit için yönelmiş, Dîvan’ına bir nevi ‘metin tamiri’ için varmışlar. Ancak esas olan hiç şüphe yok ki ‘Dostun evi gönüllerdir/ Gönüller yapmaya geldim’ diyerek kalpleri Beytullah kılmak üzere yola koyulan bu gönül mimarı dervişin şiirlerine ‘gönül tamiri’ için yönelmek, Dîvan’ına gönül tamiri için varmaktır. Ehlince yapılan akademik çalışmalar bu yöneliş yahut varışın yolunu tesviye etmesi itibariyle elbette önemli, lüzumlu ve kıymetlidir ama orada oyalanmak gerekmez. Kaldı ki Yûnus’ta da diğer Allah dostları gibi şiir maksat değil vasıtadır. Onların şiirlerinde aslolan tabiilik, samimiyet, mâna, muhteva ve mesajdır. Bunların yansımasına mani olacaksa kafiye vezin gibi şekil unsurları ihmal edilebilir. Nihayet Yûnus’un şiirleri 13. yüzyıldan beri akıp dokunduğu her şeyi dirilten ilahi kaynaklı, saf, duru, derin bir hikmet ve irfan ırmağıdır. Akışını bulandırmamak kaydıyla, sonraki zamanlarda ortaya çıkan mısra, kelime yahut telaffuz değişiklikleri ile birer küçük çay misali bu ırmağa dâhil olan başka Yûnusların şiirleri, Yûnus Dîvanı’na gönül tamiri için varmaya engel teşkil etmez.

Üçüncü yazısı yine Mostar Dergisinin Ekim 2021 sayısındaki YÛNUS AĞZI GÜHER SAÇA, DEĞME ÂRİF DEREMEYE” adlı yazıdır. Yazıdan bir bölüm:

“Ol sebepten Yûnus kuddise sirruhunun bir şiirini ele alıp nasıl söylediğine değil, ne söylediğine işaret edelim istedik. Muradımız, ehlinin çok iyi bildiği bazı unsurları öne çıkarıp unutanlara yeniden hatırlatmaktır. Bunun için, ihmâl edilmiş, pek kaale alınmayan, yetim çocuk misali bir köşede unutulmuş, başı neredeyse hiç okşanmamış bir manzumeyi bilhassa seçtik. ‘Gider idim ben yol sora yavlak uzamış bir ağaç / Böyle latîf, böyle şirin gönlüm eydür birkaç sır aç / Böyl’uzamak ne mânîdir çünkü bu dünya fânidir / Bu fuzûlluk nişânıdır gel beri, miskinliğe geç / Böyle latîf bezenüben böyle şirin düzünüben / Gönül Hakk’a uzanuben dilek nedir, neye muhtaç?’ Yûnus’un şiirdeki ağaç ile sohbeti kâl ile değil hâl dili iledir. Dolayısıyla bir çeşit tefekkür hâlidir. Şiir, nefsine kapılmış insanlardan uzak durmak, akıl almamak gerektiğini anlattığı gibi böylelerini lisân-ı münâsip ile ikâz etmek gerektiğini de anlatır. ‘Ağaç karır, devran döner kuş budağa bir kez konar / Dahi sana kuş konmamış ne göğerçin ne hod turaç / Bir gün sana zevâl ere yüce kaddin ine yere / Budakların oda gire kaynaya kazan, kıza saç / Er sırrıdır sırrın senin er yeridir yerin senin / Ne yerdedir yerin senin sana sorarım ey ağaç? / Yunus Emre sen bir nice eksikliğin yüz bin anca / Kur’ağaca yol sorunca teferrücle yoluna geç.’

Yûnus Emre hazretleri sözün özünü söyler. Sade, yalın, külfetsiz söyler. Gönülden söyler. Suyun akması kadar tabiîdir sözleri. Bundandır ki Yûnus hâlâ Türkçenin en derin, en uzun, en ferah-fezâ soluğudur. Lâkin onun şiirlerinin bu yapmacıklıktan uzak, darasız, olduğu gibi görünen üryan hâli çok zaman muhtevayı ihmâl ettiriyor. Halbuki Yûnus’ta mâna esastır, ‘halka Tapduk mânasının saçılması’ gayedir. Şiir vasıtadır. Şiirin zahiren yalıncak olması, ‘Tapduk mânası’nın derinliğini zedelemez. Yûnus’un kolay söylemesi, ‘kolay olanı söylediği’ mânasına gelmemelidir. Söze dökülmesi son derece zor, çetrefil ve derin meseleleri ifade etmeyi kolay kılan bir ustadır Hazreti Yûnus. Hüner budur, sehl-i mümteni dedikleri de budur. Tasavvufî remzleri hususen kullandığı birkaç ‘nefes’i ile şatahâtı haricindeki şiirlerinin şerhine teşebbüs edilmemesi, bizim Yûnus manzumelerindeki mazrufun gözden kaçırıldığına dâir kanaatimizi sû-i zan olmaktan çıkarıyor. Peki, hakikatleri alenen dile getiren bu şiirlerin şerhe ihtiyacı var mıdır? Belki şiirin değil ama şiirlere muhatap olan bizlerin şerhe ihtiyacı vardır. Zira dün malûm olan hakikatler ne yazık ki bugün meçhulümüzdür. Ol sebepten Yûnus kuddise sirruhunun birşiirini ele alıp nasıl söylediğine değil, ne söylediğine işaret edelim istedik. Muradımız, ehlinin çok iyi bildiği bazı unsurları öne çıkarıp unutanlara yeniden hatırlatmaktır. Şiir, nefsine kapılmış insanlardan uzak durmak, akıl almamak gerektiğini anlattığı gibi böylelerini lisân-ı münâsip ile ikâz etmek gerektiğini de anlatır. ‘Ağaç karır, devran döner kuş budağa bir kez konar Dahi sana kuş konmamış ne göğerçin ne hod turaç. Bir gün sana zevâl ere yüce kaddin ine yere. Budakların oda gire kaynaya kazan, kıza saç. Er sırrıdır sırrın senin er yeridir yerin senin. Ne yerdedir yerin senin sana sorarım ey ağaç? Yûnus Emre sen bir nice eksikliğin yüz bin anca Kur’ağaca yol sorunca teferrücle yoluna geç.’ ‘Tâlib misâli ırmak, mürşid misâli derya’ ‘Gider idim’ ve ‘yol sora’ ifadeleri yolda, seferde, seyir hâlinde olunduğunu gösteriyor. Birçok âyette insanlar seyahat etme, yeryüzünde gezip dolaşma hususunda teşvik edilmiştir. Bu âyetlerin tamamında ‘gezip dolaşmak’ mânasına ‘seyr’ kelimesi kullanılmış. Seyir, hem hareket hâlinde mesafe almak hem de bakmak, bakarak tetkik etmek demektir. Maksat ‘ibret almak’tır. Yeryüzünün neresine bakılsa önceki kavimlerin akıbetleri görülür. Bir zamanlar dünyayı kendi malı sanıp mağrur olanların, peygamberleri yalanlayanların sonu nice olmuştur, böyle anlaşılır. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellemin de seyahat etmeyi öğütleyen hadisleri vardır. Bu sebepledir ki tasavvufî risâlelerin büyük kısmında bir sefer bahsi bulunur. Tasavvuf, ‘seyahat’i veya ‘seyir hâli’ni hem zâhirî hem bâtınî bir fiil olarak ele alır. Zâhirî yahut sûrî seyir, ibret almak yanında, mihnete tâlip olmak, gariplik hissini tatmak; ehlullahı, ulemâyı, ârifânı, sâlihânı ziyaret ederek onlara yakın olmak, bilmediğini danışmak, onların ilim ve feyzinden faydalanmak için de gereklidir.”

 

(ilbeyali@hotmail.com)