06 Aralık 2016

Milli Görüş’te siyaset ve ahlâk

Geçmiş tarihinde Milli Görüş Hareketi (MGH), “İslâm Ahlâk (ve Siyaset) Felsefesi'nin ihyasında” başarısız kaldı.
Bunun sebebi ikidir: 1) Anadolu'nun İslâmlaşması ve birliği, Horasan Erenleri'nin yaktığı çerağla milletleşen ahî-fütüvvet topluluklarının “devlet öncesi” ahlâk-nizâm hamlesiyle gerçekleşmiştir. MGH, “bin yıllık nizam” dediği halde, ahî-fütüvvet topluluklarının ahlâk hamlesini, tarihsel rolünü algılayamamıştır; 2) MGH, “Önce ahlâk ve maneviyat” söylemini dile getirdiğinde, ahlâkı siyasetin aracı olarak kullanmayı mı düşünmektedir; yoksa varoluşunu “ahlâkın siyaseti”nin gereği mi kazanmaktadır? Bu sorular cevapsız kalmıştır.

Kâtip Çelebi'nin tanımına göre: “Devlet, mülk ve saltanat manasına olup, birtakım örf ve kanunlarla düzenlenmiş insan topluluğundan ibarettir” (Kâtip Çelebi, Siyaset Nazariyesi-Düstûru'l Amel Li Islâhî'l Halel, Büyüyenay Yayınları, 2016: 109). Kâtip Çelebi'de “toplum”, İbn Halduncu yaklaşımla ele alınarak “devlet” ideası içinde tanımlanır. Buna göre “İnsanın devletten ibaret olan toplumsal hali de şu üç mertebe üzerinedir: Büyüme zamanı, duraklama zamanı ve çökme zamanı” (Kâtip Çelebi, 2016: 109). Demek ki, Kâtip Çelebi, devletin çöküşünü mukadder görüyor.

Farabi'ye göre ise, insanın toplumsal hali devlet olmayıp, kâmil veya eksik topluluklar halinde görülebilir. Kâmil toplulukların en küçüğü ise “şehir=medine”dir. Demek ki, Farabi'de fazıl topluluklar, şehir=medine kurar.

“Her insan, yaşamak ve üstün mükemmeliyetlere ulaşmak için yaradılışta birçok şeylere muhtaç olup bunların hepsini tek başına sağlayamaz. Her insan bunun için, çok kimselerin bir araya gelmesine muhtaçtır (…) Her ferdin tabiatındaki mükemmelleşme ihtiyacı, ancak muhtelif insanların - yardımlaşma maksadıyla - bir araya gelmeleriyle elde edilebilir. Muhtelif insanın bir araya gelmelerinden topluluk peyda olur. Bunlar ya kâmildirler veya eksiktirler.

Kâmil olanları üç kısımdır: büyük, orta ve küçük. Büyük topluluk, yeryüzündeki bütün insanlardan ibarettir. Ortancası, yeryüzünün [ayrı ayrı] milletlerinden teşekkül eder. Küçüğü ise bir milletin topraklarında oturan şehir halkından ibarettir. Eksik topluluk ise, köy, mahalle, sokak veya ev halkından teşekkül eder (…) Mahallenin ve köyün her ikisi de şehre tâbidir; şu farkla ki köy, şehre hâdim olması itibariyle; şehre bir cüz'ü olmasıyla tâbidir. Bu kabilden ev, sokağın bir cüz'ü olması itibariyle ona tâbi'dir. Bu kabilden ev, sokağın bir cüz'ü, şehir millet topraklarının bir cü'zü, millet de dünya nüfusunun bir cü'zü sayılır. Mamafih hayrın efdalı ve kemalin âlâsı - şehirden ufak olan topluluk merkezlerinde değil - şehirlerin sınırları içinde elde edilir” (Farabi, El-Medinetü'l Fâzıla, MEB Yayınları, 1990: 79-80).

Görüleceği üzere İbn Haldun ve Kâtip Çelebi, “İnsanın toplumsal hali devlettir” fikrinden hareket etmekte ve ahlâkî yozlaşma halinde “Devletlerin çöküşünü” mukadder görmektedir. Farabi ise, “İnsanın toplumsal hali ev halkından teşekkül ederse de bu eksik topluluktur; aslolan kâmil toplulukların en küçüğü şehre ulaşmaktır” demekte ve “fazıl insanların fazıl şehir kurduğu”na işaret etmektedir.

Farabi'nin ideal kâmil topluluğu, aynı zamanda “ahlâk toplumu” yani “fazıl toplum”dur. Türkiye'de muhafazkâr kesim, fazıl toplumun en küçük birimi, ev-aile'yi tanımlamamıştır.

Türkiye'de İslâm Ahlâk (ve Siyaset) Felsefesi, insanın toplumsal halini “devlet” olarak mı göreceğiz, yoksa “ev-şehir” olarak mı göreceğiz tartışmasının kapsamındadır ve tartışma eksik kalmıştır.

Farabi'nin daha büyük toplulukları değil de bizzat şehir=medine'yi vurgulaması, Abbasî hilafetindeki kötü durumların ve çözülmenin yansımasıdır (Huriye Tevfik Mücahid, Farabi'den Abduh'a Siyasi Düşünce, İz Yayınları, 2005: 64).

Farabi, Abbasi devletinin parçalandığı ve şehirlerin ön plana çıktığı dönemde yaşadığı için “medine=şehir” kavramını gözlemlerinin etkisiyle oluşturdu. “Farabi, tüm şartlar bir adamda tamamlanamayınca yönetenin birden fazla olabileceğine hüküm verirken kendi dönemini anlatıyordu!

Zira Farabi döneminde dini otorite Bağdat'ta ikamet eden halifenin elindeydi.

Ama zamanın otoritesi memleketin diğer yörelerine egemen olan emir ve sultanların elindeydi” (Muhammed Âbid el- Cabirî, Felsefi Mirasımız ve Biz, Kitabevi, 2000, 2000: 91).

Emevi idarecileri, Araplar için Kureyşliliği, Arap olmayanlar için de Araplığı öne çıkaran ırkçı politika izlediler. Arap olmayan Müslümanları Mevali (azad edilmiş köleler) olarak adlandıran Emeviler, Arapların diğer milletlerden üstün yaratıldığına inanıyor, Arap olmayan Müslümanlara hizmetçi gözüyle bakıyor, Arap olmayana kız vermiyordu. Birlikte yürünürken mevalinin ancak arkadan gelmesine müsaade ediliyor, Araplar yemek yerken mevali ayakta bekletiliyordu. 670-740 arasındaki ırkçılık ve katliam politikalarının Türkmenler arasında İslamiyet'in yayılmasını bir buçuk asır geciktirdiği yazılmıştır.

Horasan'dan gelen Türkmenlerin Farabi'nin siyaset düşüncesiyle Anadolu'ya girdikleri söylenebilecektir.

Farabi'nin siyaset felsefesinde yaptığı iş, aynı anda birden çok ve birbirinden bağımsız şehir=medine sistemi kurulabileceği fikridir. Farabi'nin bu müdahalesi Türkmen topluluklarıyla, Medine'den Araplarca çıkarılan Ehl-i Beyt'in buluşmasına siyasi bir gerekçe vermiştir. Ehl-i Beyt'in çerağıyla “uyanan” Türkmenler köy/kasaba/şehir kurdukları Anadolu'yu şenlendirirler.
Bu anlamda Türkmenleri tarihe çıkaran siyaset felsefesi, aslında ahlâk felsefesinin alt başlığıdır.

İbn Haldun, bir Arap ideologu olarak Türk düşüncesinde Osmanlı'nın 1453 sonrası dönemini izahta kaynak sayılmaktadır. Fakat İbn Haldun (1332-1406), yaşadığı dönem itibariyle Osmanlı'nın kurucusu Ahî-feta topluluklarının “şehir teolojisi”ni anlamlandırabilecek durumda değildir. Öyleyse Kâtip Çelebi'nin (1609-1657) Arap ulemasının etkisinde kalan kültür atmosferinde, İbn Haldun'un tezlerini kabul ederek Osmanlı Devleti'nin çöküşünü durdurmaya yönelik çabası şaşırtıcı sayılmamalıdır.

MGH, geçmişte mikro-milliyetçi akımlara karşı “ümmetçi” ve “ahlâkçı” bir siyaset teklif etti. Burada ahlâkı araçsal bir yaklaşımla ele aldığından kırsal çözülmeyi reddetmedi. Hatta muhafazakâr söyleminde şunu dile getirdi: “Kentlerde dindarlaşma artmaktadır.”

Fütüvvet toplulukları ise, 10-13. yüzyıllarda Anadolu coğrafyasında köy-kasaba-şehir kurmuşlar ayak basılmadık bölge bırakmamışlardı. Bunu siyasetin ahlâkı değil, ahlâkın siyaseti görmüşlerdi. Daha Osmanlı ortada yokken şehirler vardı.
MGH, geçmiş söylemindeki sanayi-teknoloji meftunluğuna saplanarak “şehir teorisi” teklif edemedi. “Önce ahlâk ve maneviyat”, refah toplumu kurgusu adına retorikleştirildi.