Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 103

“Büyük Harbe 4 devlet girdi. Bunlar cihana karşı harp ettiler. Bunlardan biri çok geri idi. Kurunu vustaî bir hayat yaşıyordu. 4 devlet harbi kaybettiler. Üçü düşmanların ağır şartlarını kabul etti. Biri etmedi. Hatıra ve hayale gelmiyecek güçlükler içinde yeniden muharebeye başladı. İki sene harp etti. Kendi sulh şartlarını bütün dünyaya kabul ettirdi. Bu, İnkılâbın askerî ve siyasî kısmıdır.

“Bu millet, Kurunu vustaî teşkilâttan son asır teşkilâtına geçti. İnkılâbın muhtelif safhaları vardır. Siyasî ve askerî safhadan sonra hukukî kısım gelir. Medenî kanun ve sairenin kabulü gibi. Bu, bizi, bin sene evvelkinden şimdiki devre getirdi. Şimdi de en mühim devre, iktisadî safhadır. (İnkılâbımızın askerî ve dahilî kısmı Recep [Peker] Bey tarafından, hukukî kısmı Mahmut Esat [Bozkurt] Bey, iktisadî kısmı Yusuf Kemal [Tengirşenk] bey, haricî siyaset kısmı da benim tarafımdan okutulacaktır.)

İrfânsız Maârif Vekîline nazaran, Türkiye, Kemalizm sâyesinde, bir ânda Orta Çağdan Asrî Çağa atlamış… Bu mûcize de, “Türklerin yetiştirdiği en büyük adamın”, “dünyanın on asırda bir bile çıkaramadığı bir dâhînin” eseri imiş…
Kemalist Üniversite, evleviyetle bir ideolojik propaganda merkezidir… Bu gayeyle têsîs edilmiş ve bu vasfı, o gün, bu gün hiç değişmemiştir…
***    
 

 

 

“Osmanlı imparatorluğu Büyük Harpten evvel haritada geniş bir yer işgal ederdi; zengin arazisi vardı. Boğazlar elinde idi. Büyük bir millete dayanıyordu. Osmanlı imparatorluğu haricen büyük bir hükûmet gibi görünüyordu. Halbuki hakikatte aksi idi. Bu imparatorluk teceddüdü kendisine menetmişti. Bir iş için ‘şeriate uygun değil' avazesi çıkınca kıyamet kopuyordu. […]

“Hilâfet, haricî siyaset noktasından büyük bir zaaftı. Bir imparatorluğun bütün yükünü yalnız Türk unsuru taşırdı. Osmanlı imparatorluğunun hangi müslüman tebaası bizden ayrılmışsa esir olmuştur. Fakat Türk, tamamen müstakil kalmıştır. Türk, onlardan kurtulmakla hakikatte kazanmıştır, zarar etmemiştir.” (Akşam, 5 Mart 1934, ss. 1 ve 2)

“…Osmanlı ricali bilmeli idi ki mütarekeden evvel taksim projesini Ruslar neşretmişlerdi. Mütarekede tedbirler alsaydık, bu kadar facialar olmazdı. Bunu anlıyan Gazi idi ve ‘tek' idi.

“Hakikati söylemek lâzım gelirse, İnkılâp demek, Gazi demektir. Bundan evvel Gazi kumandandı. Arıburnunda Gazi bulunmasaydı, İngilizler galip gelebilirlerdi.

“Mütarekede Gazi devlet adamı ve hükûmet lideridir. İnkılâpta Gazi baş, halk vücuttur. Gazi, Türklerin yetiştirdiği en büyük adamdır.

“(Vekil bey, Gazi Hz.nin nutuklarından da bazı parçalar söylemiş ve fevkalâde alkışlanarak dersine nihayet vermiştir.)” (Akşam, 6 Mart 1934, ss. 1 ve 2)

Farmason Şükrü Kaya'nın ağzından Kemalist İdeolojinin esâsı: Materyalizm

Daha evvel, Yeni Söz'ün 22 Haziran - 5 Ağustos 2018 târihli nüshalarında tefrika edilen “Mustafa Kemâl'in Âilesi Dîndâr mıydı?” başlıklı araştırma makalemizde de naklettiğimiz vechiyle, Kemalist Rejimin pek nüfûzlu Dâhiliye Vekîli, 33 dereceli Farmason Şükrü Kaya (1883-1959), Totaliter Rejimin fikriyâtına tercümân olarak, Meclis'de, 3 Aralık 1934 günki konuşmasında, dînler hakkında şu hükmü vermişti:

“Dînler, işlerini bitirmiş, vazîfeleri tükenmiş, yeniden uzviyet ve hayâtiyet bulamıyan müesseselerdir.”

Kemalizmin baş hasmı, Müslümanlıktı (ve hâlen de öyledir). Daha doğrusu, başka hasmı da yoktu. Avrupalı gizli-âşikâr Emperyalistlerin maşası Yunan ordusuyla savaşılmıştı ama, Emperyalistlere düşmanlık kat'iyen bahis mevzûu değildi; bilakis, tamâmen onlara benzemek, onlar gibi olmak isteniyordu. Bunun içindir ki Müslümanların Emperyalistlere karşı başlattıkları İstiklâl Harbi, yine onların kahredici gaflet ve zaafları sebebiyle, aldığı cemâat kültürünün de têsîriyle çekirdekten Komitacı olarak yetişmiş bir Şefin ellerine teslîm edilmiş, (Orgeneral Ali Fuad Erden'in de iftihârla kaydettiği gibi) onun ellerinde Müslümanlığa karşı bir “İhtilâl Harbine çevrilmişti”. Netîcede, Müslümanlık yerlere serilecek, Avrupacı totaliter bir rejim inşâ edilecektir. Kendi ikrârları vechiyle, “bütün İnkılâplar”, bu uğurda, yâni “Frenklerden farkımız kalmasın diye” yapılacaktır…

Menfûr hasım, Müslümanlıktı; lâkin bunun açıkça telâffuz edilmesi, mahzûrluydu. Bunun yerine “İrticâ” dendi. İslâma yönelik bütün fikrî veyâ fiilî tecâvüzler, “İrticâ” yaftası altında icrâ edildi. Îdâm sehpâlarına yollananlar, zindânlara doldurulanlar, kitle hâlinde katledilenler, sürülenler, ırzları pâyimâl edilenler, malları, mülkleri gasbedilenler, vakıfları yağmalananlar, târihî âbideleri yerle yeksân edilenler, mâbedlerine tecâvüz edilenler, daha nice zulme müstahak görülenler “Müslümanlar” değildi; “Mürtecîler”di… Pekâlâ nedir bu “İrticâ”, kimdir şu “Mürtecî” diye sorduğunuzda, Totaliter Rejimin aynı Dâhiliye Vekîli size kat'î bir cevâb veriyordu:

“[Kemalist] İnkılâbın emirlerini yapmamak irticâa hizmet etmek, mürtecî olmak demektir…” (Meclis'de 3 Aralık 1934 târihindeki aynı konuşmasından)

 Mustafa Kemâl'in bu has adamı, “Ebedî Şef”inin TBMM'deki son nutkundan dokuz ay evvel, 5 Şubat 1937'de, bu def'a, Kemalist Fırka'nın oklarla ifâde edilen “Altı Umde”sinin (Laiklik, v.s.) Esâs Kanûn'a dâhil edilmesi hakkındaki kanûn lâyihasını, “Büyük Şef” ve Başvekîl tarafından vazîfelendirilmiş olarak, Fırkası nâmına müdâfaa etmek üzere Meclis'de îrâd ettiği heyecânlı hitâbesinde, Kemalist olmanın Materyalist olmak mânâsına geldiğini bildiriyor, “dînlere” (hakîkatte sâdece Müslümanlığa) ictimâî hayâtta hiçbir söz hakkı tanımıyor, dînî inançları vicdânlarda mahbûs kalmaya, binâenaleyh ademe mahkûm ediyordu. Kemalizmin bu sözcüsüne nazaran, kanûnlar, hiçbir sûretle Dînden mülhem olamaz, dînî bir endîşeyi kāle alamaz; kānûn vaz'ında esâs olan Laiklik, yâni Materyalizmdir:

 “Mâdemki târihte Deterministiz, mâdemki icrââtta Pragmatik Maddiyetciyiz, o hâlde kendi kānûnlarımızı kendimiz yapmalıyız! Kendi cemâatimizi mâverâ-yı dünyâya taallûk eden her türlü endîşelerden, her türlü lâhutî [ilâhî] hayâllerden müberrâ olarak [kılarak], kānûnlarımızı, bu günün îcâblarını, maddî zarûretlerini göz önünde tutarak yapmalıyız! […] Onun içindir ki, biz her şeyden evvel Lâikliğimizi îlân ettik. […]

“…Lâiklikten maksadımız, dînin memleket işlerinde müessir ve âmil olmamasını têmîn etmektir. […]

“Biz diyoruz ki, dînler, vicdânlarda ve mâbedlerde kalsın, maddî hayât ve dünyâ işine karışmasın! Karıştırmıyoruz ve karıştırmıyacağız! (Bravo sesleri, alkışlar).” (TBMM Zabıt Cerîdesi, 5.2.1937, Devre: V, Cild: 16, İctimâ: 2, 33. İn'ikad,  ss. 59-61. Bu metinde, istisnâî olarak, onu iktibâs ettiğimiz Zabıt Cerîdesi'ndeki imlâya riâyet etmedik; doğru telâffuza uygun imlâyı tercîh ettik. Esefle hatırlatmamız lâzım ki Dil Kurumu'nun, bir asırdır devâm eden Türkçeyi tahrîb harekâtında kullandığı mühim bir vâsıta da, tahrîfkâr imlâdır…)