Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 116

“Atatürk'ün Devlet Reisliği ve haricî siyaset hakkındaki mütalâalarını hemen o günlerde Dolmabahçe Sarayı'ndaki Başyaverlik odasında Başyaver rahmetli Celâl Öner ve Gaziantep mebusu Ali Kılıç hazır olduğu halde, Başvekil Celâl Bayar'a bildirdim. Haricî siyasete dair olanını da ayrıca o sırada Cenevre'de bulunan Hariciye Vekili Dr. Aras'a vekâlet eden rahmetli Şükrü Saraçoğlu'na söyledim.

“Bayar, bana:

‘- Hasan Rıza! Benim sana itimadım vardır; fakat sen de takdir edersin ki Devlet Reisliği meselesi çok mühimdir ve bu hususta tedbir almak için İsmet İnönü ve diğer arkadaşlarla mutabık olmamız lâzımdır; bunun için de bizzat kendisinin aynı şeyi bize de tekrar etmesi icap eder; herhalde umarım ki görüştüğümüz zaman meseleyi bana da açacaktır.'

cevabını verdi.

“Bundan sonra, Bayar, Atatürk'le birçok defa görüştü ve her yanından çıkışında bana: ‘- Söylediğim şeyden bu kere de bahsetmediğini' garip bir eda ile tekrarladı durdu.

“Halbuki Atatürk; esas vazifesi Hükûmetle Devlet Reisi arasında irtibat sağlamak olan Umumî Kâtibine ifade eylediği her mütalâanın asıl alâkalılara behemehal intikal edeceğini bilirdi; bu sebeple tekrarına lüzum görmeyeceği aşikârdı.

“Aslında, bizzat Bayar'ın meseleyi kendisine, hem de sıhhatinin mutlaka düzeleceğine emin olduğu cihetle, bu tarzda konuşmasından çok teessür duyduğunu arzetmek suretiyle açması gerekirdi; böylece benim ifademi kontrol etmiş olurdu… Maatteessüf, ricalarıma rağmen bunu yapmadı ve ben, kendisinin bilmem ama, hadiseyi nasılsa öğrenenlerden birçoklarının nazarında, ağır bir töhmet altında kaldım. Bunu şerefli vazifemin bir ‘acı cilvesi' olarak kabul ediyorum.” (Soyak 1973: II/760-761)

Soyak'ın siyâsî vasıyet rivâyeti mesnedsiz ve aklıselîme mugayirdir

Hasan Rıza Soyak, bu rivâyetini isbât etmek için hiçbir delîl gösteremiyor. Kendisi Hâtırât'ını kaleme aldığı esnâda, bahis mevzûu ettiği şahsıyetlerden Celâl Öner'in ölmüş olduğu onu rahmetle yâdetmesinden bellidir. Şükrü Saraçoğlu da 1953'te ölmüştü. Kılıç Ali, ondan bir sene sonra ölmüştür; fakat onu têyîd eden bir beyânı ortada yoktur. Kaldı ki İnönü muhâlifi ve ahlâken hiç îtimâd edilemiyecek bir şahsıyet olan Kılıç Ali'nin böyle bir mes'elede şahâdetinin ne kıymeti olabilir?

Üstelik, Soyak'ın Hâtırât'ının ilk baskısı, 1973'te, yâni kendisinin 26 Ekim 1970'te ölümünden sonra yapılmıştır. Binâenaleyh kimsenin onunla bu iddiâsını yüz yüze tartışma imkânı kalmamıştır.

Dîğer taraftan, iddiâsı aklıselîme de muvâfık değildir. Zîrâ “Ebedî Şef”, bu kadar mühim bir mes'eleyi, kendisini her hafta muntazaman ziyârete gelip Hükûmet işleri ve siyâsî gelişmeler hakkında bilgi veren Başvekîline değil de, Umûmî Kâtibine nîçin söylesin? Üstelik, mâlî mes'elerle alâkalı bir vasıyetnâmeyi bizzât kaleme almışken, bu mevzûda da bir vasıyetnâme kaleme alamaz mıydı?

Sonra, halefi nîçin Fevzi Çakmak olsun? İnönü, hem Parti, hem de Ordu câmialarında ondan çok daha fazla desteklenen bir şahsıyetti. Nitekim sonraki gelişmeler de bunu isbât etmiştir. Şâyed İnönü'nün bir takım kusûrları var idiyse, öyleyse tâ Selânik günlerinden beri onunla nasıl teşrîk-i mesâî yapabilmiştir? Soyak'ın saydığı bu kusûrların ise, nefsânî ve indî olduğu meydandadır…  “Gerek Hükûmette ve gerek Parti başında selâhiyet ve mesuliyet sahibi arkadaşlarının sıfat ve haklarına lüzumu kadar, hattâ bazan hiç itibar etmiyormuş”… Nitekim İnönü, ona, Devletin başına geçtikten sonra hiç îtibâr etmemiştir… Bir de, Efendisi değil de, İnönü, Totaliter Şeflere özenmiş imiş…

Bayar, Soyak'ı tekzîb etti

Geriye bir tek Celâl Bayar'ın şâhidliği kalıyor… O, Hasan Rıza Soyak'ın Hâtırât'ını okuyor ve “Büyük Şef”in kendisine İnönü halef olmasın diye hiçbir telkînde bulunmadığını, bahis mevzûu siyâsî vasıyetin, bütünüyle Soyak'ın bir uydurması olduğunu beyân ediyor:

“Hasan Rıza Beyin hâtıraları çıkmıştır. O hâtıralarda, Hasan Rıza Bey, Atatürk tarafından, filan reisicumhur olmasın diye kendisine telkinde bulunulduğunu ifade ediyordu. Onu bulup okuyabiliriz de. Hasan Rıza Bey, ‘Onun emrini Bayar'a söyledim' diyor. Çünkü o zaman benim sıfatım hem Başvekil hem de Halk Partisinin Atatürk'ten sonra ikinci reisiydi. İntihapla da, partiyle de ilgilenirdim.

“Meseleyi takip ediyorum. Hasan Rıza Bey, bu konuda bana atfen şöyle diyor: ‘Bu bir Reisicumhur seçimi meselesidir. Bunun şümulü geniştir. Buna karar verebilmek için size inanırım ama, bunu bana Atatürk'ün bizzat kendisinin söylemesi lâzımdır.' dedi ve yapmadı' diyor.

“Onun şahsî politikası bu. O şahsî politikasından bana da devretmek istiyor.

“İpekçi – Hasan Rıza Bey?

“Bayar – Evet. Fakat neden söylüyor, bilmiyorum. Bu, vâki değildir.

“İpekçi – Affedersiniz, sözkonusu şahıs İnönü müydü?

“Bayar – Ondan başkası yok tu zaten.

“İpekçi – Yani aslında İnönü olmasın diye herhangi bir isteği olmamıştır, sizce öyle mi?

“Bayar – O kadar olmamıştır ki, Atatürk, ben Başvekil olduktan sonra, -İnönü malûm çekilmiştir- oturup da ne lehinde, ne aleyhinde benimle her hangi bir meseleyi konuşmuş dahi değildir…” (10 Kasım vesîlesiyle İpekçi'nin Bayar'la yaptığı mülâkat, Milliyet, 11.11.1974, s. 9)

Mustafa Kemâl nîçin bâzı arkadaşlarıyle görüştürülmüyordu?

Ölümüne birkaç ay kala, Mustafa Kemâl'in etrâfına âdetâ görünmez bir sûr örülmüştü. Bu sûrun bekçileri, korumak iddiâsında oldukları insanın arzûsundan ziyâde kendi tercîhlerine uyan şahısları onunla görüştürüyorlardı. Onlardan biri olan Hasan Rıza Soyak, bu hâli, hastanın ömrünü uzatma endîşesiyle îzâh ediyor:

“İlk ponksiyondan [13 Ekim 1938] sonra, doktorlar, Hastanın mutlak istirahate olan ihtiyacının çok arttığını ileri sürerek, fazla meşgul edilmemesini, hattâ fazla konuşturulmamasını ve ziyaretlerin pek zarurî haller müstesna, tamamen menedilmesini tavsiye ettiler. Bu tavsiyeyi dikkatle yerine getirmek için rahmetli Salih Bozok, Ali Kılıç, Muhafız Komutanı İsmail Hakkı Tekçe, Başyaver Celâl Öner ile ben yatak odasının yanındaki odada gece-gündüz, sıra ile nöbet tutmağa karar verdik; iki oda arasındaki kapıyı açtık ve nöbete başladık.

“Bu hareketimiz, aleyhimizdeki cereyanın şiddetlenmesine sebep oldu. Büyük İnsan'ın fena âlemindeki hayatını mümkün olduğu kadar uzatmak kaygısı ile bir vazife duygusundan doğan çırpınmamız, bu defa da çok kötü yorumlara uğratıldı. Hakkımızda alttan alta, türlü isnatlarda bulunuldu ve bu cidden insafsız isnatlar, sonradan neşredilen bazı hatıralarda da tekrarlandı. (Meselâ Ali Fuat Cebesoy'un hatıralarındaki ağır sitemler…)” (Soyak 1973:II/761)

Soyak'ın bu îzâhatı iknâ edici değil…

Çünki, her şeyden evvel, onların kendilerine böyle bir vazîfe çıkarmak için hak ve selâhiyetleri yoktur. Onlar, korumakla mükellef oldukları ve şuûru yerinde olan hastanın irâdesine rağmen, ziyârete gelen şahsıyetler arasında bir ayıklama yapamazlar; hasta, kimi kabûl etmek istiyorsa, onu geçirmek zorundadırlar. Görüşme müddetine karâr verecek ise, onlar değil, hastanın başında 24 sâat nöbet tutan tabîblerdir.

Kaldı ki hasta, birinci ponksiyona (13 Ekim 1938) kadar, kısa müddetli, mahdûd ziyâretlere tahammül edebilecek vazıyettedir. Birinci komadan çıktıktan (21 Ekim 1938) sonra ikinci ponksiyona (7 Kasım 1938) kadar da, bu hâli devâm etmiştir. Nitekim, bu son üç haftalık devrede, 29 Ekim vesîlesiyle, Mareşal Fevzi Çakmak'la berâber Orduya Hitâbe'sini hazırlamışlar, Celâl Bayar'la berâber de, Meclis'in 1 Kasım 1938'deki Açılış Nutku'nu müzâkere etmişlerdir. Zâten, bütün bu devreler zarfında, meselâ Celâl Bayar ile Âfet Hanım, Makbûle Hanım ve sâir yakınları kendisine muntazaman kısa müddetli ziyâretlerde bulunmakta idiler. 

Velhâsıl, Mustafa Kemâl, birinci koma günleri ve ikinci ponksiyon sonrası hâric, hiç ziyâretçi kabûl edemiyecek vazıyette değildi. Şu hâle göre, Soyak'ın ve kendine fazladan vazîfe çıkaran zevâtın, yâni Kılıç Ali, Celâl Öner, İsmail Hakkı Tekçe ve Salih Bozok'un bu davranışlarının hüsniniyetli değil, siyâsî maksadlı ve muhtemelen halef seçimiyle alâkalı olduğuna hükmetmek, daha mantıklı görünüyor…

Ali Fuat Cebesoy'un bu günlerle alâkalı hâtıraları da, bu hükmümüzü têyîd eder mâhiyettedir…