Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 126

O senelerde, onun Müslümanlığından dem vurmak, kabaca gülünç sayılıyordu

İkinci sebeb ise, böyle bir rivâyetin –yine o devrin şartları muvâcehesinde- (Fransızcasıyle) pek “grotesque (grotesk)” kaçacağıdır. Aynen Kılıç Ali'nin îzâh ettiği vechiyle:

“…Eğlence ve içkiyi, bunların hepsini, çok sevdiği milletinin huzurunda ve onların arasında sadece bir vatandaş gibi açık olarak yapardı. Onun için aleyhinde yapılan propagandaların hiç birisine ehemmiyet ve kıymet vermezlerdi. Ben hâtıralarımda sırası geldikçe Atatürk'ün içkisinden ve eğlencelerden bahsediyorum. Yakın arkadaşlarımızdan biri bunu hoş görmemiş, bana: ‘- Niçin bunları açık olarak yazıyorsun? Bence hiç de muvafık değil!' demişti. Bu, arkadaşımın kendisine mahsus bir düşünce idi. Ona derhal cevap verdim: ‘- Niçin yazmıyayım? ‘Atatürk Cuma namazından çıkmış gelirken…' veyahut da ‘Namaza gidiyorduk, o sıralarda…' ilh…. diye riyakârane yazmış olsam buna sen inanır ve yazdıklarımın samimiyetine kani olur musun?' demiştim. Ahbabım bunun üzerine beni haklı bulmuş ve: ‘- Doğru yapıyorsun!' demeğe mecbur olmuştu. (Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetleri, İstanbul: Sel Yl., 1955, ss. 78-79)

Bu yazdıklarına rağmen, Kılıç Ali, böyle “grotesque” bir yalan uydurmuştur, ki bunu hemen biraz aşağıda göreceğiz.

O zamanlar kimse böyle bir gülünçlüğe kalkışmadı

 Velhâsıl, hayâtının bu son devresi için, biraz yukarıda îzâh ettiği sebeble, Kılıç Ali'den veyâ nöbetleşe baş ucunda bekleşen Hasan Rıza Soyak'tan, Salih Bozok'tan, her hafta ziyâretine gelen Başvekîli Celâl Bayar'dan, Makbûle Hanım'dan, “Çankaya Hanımlarından”, v.s. böyle bir rivâyet sâdır olmuyor… Kezâ “Ata”larının üzerine titreyen müdâvî, müşâvir ve yerli-yabancı sâir tabîblerinden de…

Dahası, Makbûle Boysan/Atadan (ve ayrıca Selânikli Hacı Mehmet Somer) ile berâber, Mustafa Kemâl'in –köklü iki Selânikli âileden gelmediği- “Yörük” asıllı olduğu efsânesini uyduran (Cemal Kutay ayarında tahrîfkâr “târihçi”, Doğuş Locası müntesibi ve –muhtemelen- 33 dereceli) Enver Behnan Şapolyo'dan dahi böyle bir rivâyet vâkî olmuyor… Nasıl olabilirdi ki aynı kitapta “Ata”sının Ateist olduğunu rivâyet eden bir müellif, böylece kendi kendini tekzîb etmiş olmaz mıydı?

Akîdesi, İlhâddı

(Daha evvel, “Dîn Aleyhdârı Kemalist Târih Kitapları Nasıl Yazıldı?”, “Mustafa Kemal'in  Masonluğunda Merâk Edilen Mes'ele: Loca Matrikülünde Nîçin İsmi Yok?”, “Mustafa Kemâl'in Âilesi Dîndâr mıydı?” gibi makalelerimizde de bahis mevzûu ettiğimiz vechiyle,) Şapolyo'nun, ilk baskısı 1944'te Berkalp Kitabevi tarafından yapılan Kemâl Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi isimli kitabının 1958'deki 3. baskısının 304-305. sayfalarında naklettiğine göre, Ankara'da 2-11 Temmuz 1932 târihlerinde akdedilen 1. Târih Kongresi esnâsında, 8 Temmuz 1932 Cuma akşamı Marmara Köşkü'nde verilen çaya o da dâvetlidir ve burada “Ebedî Şef”in büyük iltifâtına mazhar olmuştur. “Şef”inin konuşmalarını dikkatle not etmektedir… Çaydan bir sohbet ânında, “bir genç”, (“M. Kemal Paşa Hazretlerine”): “- Dinlerin cemiyet üzerinde ne tesirleri var?” şeklinde bir suâl tevcîh ediyor… Gerisini onun kaleminden tâkîb edelim:

“Bu suale de hiç kızmadan, geniş bir toleransla cevap verdi: ‘- Yavrum! İnsanlar ilk devirlerinde pek âcizdi. Kendilerini koruyamıyorlar, hiç bir hâdisenin de sebebini bilmiyorlardı. Kendilerini koruyacak bir kuvvet aradılar. Nihayet insanlık, vicdanında bir kuvvet yarattı. O da işte ‘Allah'tır. Her şeyi ondan beklediler, ondan istediler. Hastalıktan, felâketten korunmayı hep Allahlarından istediler. Fakat modern çağlarda insan, her şeyi Allahtan beklemedi. Ancak cemiyetten bekledi. Her şeyin koruyucusu, insan cemiyetidir. Bizi koruyan, müreffeh surette yaşatan, cemiyettir. Bu sebeple cemiyete ehemmiyet vermek, onu kuvvetlendirmek ve yaşatmak lâzımdır. Artık bunun [bugün] için her türlü tekâmül, huzur ve emniyet membaı, cemiyettir.' dediler. Bu fikir spiritüalist-mâneviyatçı ve Dürkhaym içtimaiyatının fikirleriydi.”

“Bu fikir, hem spiritüalist-mâneviyatçı, hem de Dürkâymcı [yâni Durkheim felsefesine muvâfık]” imiş! Bu têvîle kargalar bile güler!

 

Kemalist “târihçi” Enver Behnan Şapolyo'nun Kemâl Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi isimli kitabının 1958 baskısının 304. sayfası… Mustafa Kemâl'in, Allâh akîdesinin, insanların, sığınma ihtiyâcıyle uydurdukları mevhûm bir varlık olduğu şeklindeki îzâhı, sayfanın son paragrafında başlıyor…
*** 

 

 

Son sözünün “vealeykümüsselâm” olduğu iddiâsı

Kılıç Ali, 1955'te neşrettiği Son Günleri'nde (ss. 84-85), M. Kemâl'in intihâî komaya giriş ânlarını tasvîr ederken böyle bir iddiâ ortaya atıyor:

Dr. Marmaralı ve Hasan Rıza Soyak'la berâber yanına girdiği zaman onun bir tasa istifrâ etmeye çalıştığını ve buna muvaffak olamadığı için “sıkıntıdan mütemadiyen: ‘- Hay Allah kahretsin!' dediğini” görüyorlar.

“Bu suretle safra çıkarmakla meşgul olurken bir aralık Hasan Rıza ile bana doğru baktı: ‘- Saat kaç?' diye sordu. Hasan Rıza: ‘- Saat 7 efendimiz.' cevabını verdi. Artık Atatürk mütemadiyen: ‘- Saat kaç?' diye soruyor, Hasan Rıza Bey de: ‘- Saat 7 efendimiz.' diye saati tekrar ediyordu. Bu tarzdaki muhavere birkaç defa tekrarlandı. […] Son ‘Saat kaç?' sualini müteakip birdenbire kendini arka üstü yataklarına attılar. Aynı anda da fena halde bir titreme başladı. O kadar titriyordu ki âdeta dişleri birbirine vuruyordu. Bu sırada yetişmiş olan Neşet Ömer Beyle doktor Abravaya icabeden tedavileri yapıyorlar ve bir takım fennî tedbirler almakla meşgul oluyorlardı. Profesör Neşet Ömer Bey, bir aralık Atatürk'e: ‘- Dilinizi göreyim efendim!' diye seslendi. Neşet Ömer Beyin bu seslenmesi üzerine Atatürk dilini yarıya kadar çıkardı. Neşet Ömer Bey: ‘- Biraz daha uzatınız efendim!' dedikten sonra da Neşet Ömer Beye baktılar: ‘- Vealeykümüsselâm!' diyerek gözlerini kapatıverdiler. Bir iki dakika sonra sevgili Atatürkümüz artık kendinden geçmiş ve maalesef bu defa açılması imkânı olmayan bir komaya girmiş bulunuyordu.”