Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 127

Bu iddiâ, İslâm, Kemalizme payanda yapılmak istendiği zaman ortaya atıldı

Nice Müslümanı uydurma ithâmlarla îdâm sehpalarına gönderen veyâ hayâtlarını karartan “İstiklâl Mahkemeleri” isimli Engizisyon Mahkemelerinin maşalarından biri olan Kılıç Ali'nin bu iddiâyı ortaya attığı seneler, “Tek Adam”ın “dîni bütün bir Müslüman” olarak gösterilmeye çalışıldığı senelerdir. Çünki Totaliter Resmî Temessül İdeolojisini ayakta tutabilmek için İslâmın ona payanda yapılmasına şiddetle ihtiyâc vardır. Bu çerçevede, Bayar'la sıkı işbirliği hâlinde olan Cemal Kutay, 1940'lı senelerin ortalarından beri “Kemalist Müslümanlık” propagandasının bayrakdârlığını yapmakta, Makbûle Atadan, Ağabeyini “dîndâr” göstermek maksadıyle, Celâl Bayar ve DP iktidârının himâyesi altında, câmilerde Ağabeyinin rûhu için Mevlid okutturmakta (30 Kasım 1953 ve 14 Kasım 1954'te Süleymâniye Câmii'nde), bu ikiyüzlü propagandaya Mevlidleri naklen neşreden Ankara ve İstanbul Radyoları da âlet edilmekte, “Ebedî Şef” devrinin Riyâset-i Cumhûr Umûmî Kâtiblerinden ve Üniversitede İnkılâp Târihi dersinin ilk hocası Yusuf Hikmet Bayur da bu kervanın başını çekenler arasında bulunmaktadır. (Buna mukabil, İnönü, Falih Rıfkı, Behçet Kemâl, Hüseyin Câhit gibi Kemalizmin sâfiyetini muhâfaza etmek isteyenler bu kervana katılmamışlardı…)

Soyak'ın Hâtırât'ındaki farklı ölüm sahnesi

Hâtırât'ı ölümünden (1970) sonra (1973'te, Yapı ve Kredi Bankası tarafından) neşredilen Soyak'ta da 2. komaya giriş ânlarının tasvîri ana hatlarıyle benzer olmakla berâber, mühim farklar da mevcûddur. Şöyle ki: Soyak (II/771), def'alarca “Sâat kaç?”, “Sâat 7 efendim!” muhâveresi cereyân ettikten sonra, “biraz sükûnet bulunca [kendilerinin] onu yatağa yatırdıklarını, başucuna sokulup ‘-Biraz rahat ettiniz değil mi efendim?' diye sorunca da ‘- Evet!' diye cevap verdiğini” rivâyet ediyor. Yâni bu rivâyette, Kılıç Ali'nin rivâyetinden farklı olarak, “kendi kendini yatağa atma” ve “titreme” hâlleri yok; ayrıca fazladan bir muhâvere ilâve edilmiş. Bir dîğer fark: Dr. İrdelp'in isteği üzerine, evvelâ dilini yarısına kadar çıkarıyor, “- Lütfen biraz daha uzatınız!” deyince de, aksine dilini çekiyor, zîrâ artık hiçbir şey anlamıyor:

“Nafile! Artık söyleneni anlamıyordu; dilini uzatacağı yerde tekrar tamamen çekti; başını biraz sağa çevirerek Dr. İrdelp'e dikkatle baktı ve “Aleykümesselâm” [metinde, bu imlâyla kaydedilmiş] dedi; son sözü bu oldu ve ikinci ponksiyondan tam 30 saat sonra komaya girdi.” 

Bu rivâyet sahîh olsaydı dahi, bir kıymeti olur muydu?

Bu rivâyetin aynen sahîh olduğunu kabûl etsek dahi, şu husûsları dikkat nazarından kaçırmamak lâzım:

Mekanik bir şekilde sâat hakkında durmadan aynı suâli tekrâr etmesi onun artık aklî melekelerinde zaaf başladığının alâmetidir. Dilini iyice çıkarması istendiğinde bilakis onu tamâmen çekmesi de bunu têyîd ediyor ve zâten bizzât aynı râvî, “artık söyleneni anlamadığını” beyân ediyor. Bu, artık kat'î sûrette aklının başında olmadığının delîlidir. İşte tam da bu hâldeyken ve tamâmen komaya girerken, gayet alâkasız bir şekilde ağzından “Aleykümesselâm” (Kılıç Ali'ye nazaran “Vealeykümüsselâm”) kelimesi çıkıveriyor… (Soyak'ın bu kelimeyi arkadaşından aktardığını tahmîn etmek zor değil…)

Kemalist Propagandanın zavallılığı

Şimdi bunun ne mânâsı var? 1923 senesinden sonraki hiçbir nutuk veyâ beyânında Lâfz-ı Celîli (lehte bir kanâatle) telâffuz etmiyen, aklı başındayken hiçbir Müslümanlık kelâmı sarfetmiyen birisinin, aklının başından gittiği bir ânda, ağzından, mekanik bir şekilde böyle bir kelimenin sâdır olmasının ne kıymeti olabilir? Böyle bir rivâyetten, olsa olsa,  hiçbir ilmî veyâ aklî tenkîde tahammülü olmıyan, dâimâ bin bir yalanla, tahrîfle, göz boyamayla, efsânelerle, hattâ tedhîşle koca bir Milleti bir asırdır iğfâl eden Kemalist Propagandanın zavallığına hükmedilebilir…

“Vealeykümüsselâm” rivâyetinin uydurma olduğunun delîlleri

Kaldı ki bu “Vealeykümüsselâm” rivâyetini sahîh kabûl etmek için de hiçbir mûteber sebeb yoktur. Zîrâ:

Birincisi, 1955'de Kılıç Ali böyle bir iddiâda bulununcaya kadar hiçbir görgü şâhidi böyle bir rivâyette bulunmamıştır.

Gazeteci Nizamettin Nazif, 19 Kasım 1938'de Saray'da görüştüğü tabîbleri İrdelp ve Diker'den veyâ Kılıç Ali ve Cevat Abbas'tan, Başyâver Binbaşı Celâl Öner'den veyâhud müstahdem (muhtemelen berber) Mehmet'ten böyle bir söz nakletmiyor. Muhtemeldir ki o günün İslâma karşı büyük bir alerji duyulan siyâsî veyâ neşrî vasatında böyle bir yalan uydurmak kimsenin aklına dahi gelmemiştir.

1938'de ve sonraki 17 sene zarfında, böyle bir rivâyet tedâvülde değildi

Son nefesine kadar ona refâkat edenlerden Muhâfız Alayı Kumandanı İsmail Hakkı Tekçe, Hâtırât'ında, ondan “son söz” mâhiyetinde hiçbir şey rivâyet etmiyor. (Hasan Pulur'a anlattığı hâtırâtının 13. ve son tefrikası, Milliyet, 22.11.1968, s.5)

Dr. Belger, Ünaydın'a: “Son komaya girmezden bir an önce Atatürk'ün son suâli: ‘- Saat kaç?' demek oldu” diyor ve buna başka bir şey ilâve etmiyor. (1959: 47)

Cemal Granda da o zaman Saray'daki arkadaş ve tanıdıklarından onun son sözünün “Saat kaç?” olduğunu öğrenmiş:

“Atatürk'ün berberi Mehmet, birdenbire fenalaştığını ve kendisini kaybetmeye başladığını haber verince Hasan Rıza Soyak, Kılıç Ali, Neş'et Ömer ve Abravaya, Atatürk'ün başucuna koşmuşlar. Atatürk onlara ‘saat kaç?' diye sormuş. Onlar da saatin yedi olduğunu söylemişler. 9 Kasımı dalgın bir halde geçiren Atatürk, dakikadan dakikaya sönmeye başlamış…” (Granda/Gürkan 2014: 216)

Falih Rıfkı'nın topladığı bilgi de böyledir:

“Fakat ikinci ve son komadan uyanamadı. Kıvranmalar, çırpınmalar içinde yanıyordu. Kendini kaybetmeden son sözü: - Saat kaç? olmuştu. Belki de bir önceki komadan sonra uyumuş olduğunu söyleyenleri kontrol etmek istiyordu. 10 Kasım sabahı yüzü gittikçe renk değiştiriyor, hançere hırıltısı artıyordu. Saat dokuzu beş geçe sert bir asker bakışı ile başucundaki hekime doğru döndü, gözlerini açtı, son nefesi idi.” (1980: 491)

Enver Behnan, son ânları hakkında öğrendiklerine akl-ı selîme mugayir bir mâhiyet kazandırıyor:

“Atatürk koma halinde birdenbire gözleri açıldı. [Bozuk cümle!] Ve sonra yavaşça sordu: ‘- Saat kaç!..' [Yanlış imlâ!] Kendisine cevap verdiler. Sustu ve bir daha konuşmadı. Saat kaç? O'nun son sözüdür. Saati niçin sormuştu? Bilmiyoruz. Zamansız ebediyete intikal ederken zamana ait fânî suali bu oldu. Daha hayata doyamamış yapacak çok işleri vardı… [Tekrâr bozuk cümle!]” (1958: 547)

Üstâd-ı Âzam Mim Kemal Öke'nin sakîm muhâkemesi

Prof. Dr. Mim Kemal Öke ise, son sözleriyle alâkalı hiçbir rivâyette bulunmuyor. Her ne kadar “Ebedî Şef” intihâî komaya girerken onun baş ucunda  bulunmuyorduysa da, bütün müdâvî ve müşâvir tabîbler devâmlı olarak birbirleriyle temâstaydılar ve hastayla nöbetleşe meşgul oluyorlardı. Binâenaleyh “Vealeykümüsselâm” dediğini ona nakletmiş olsalar, hâtıralarında o da böyle bir söze mutlaka yer verirdi. Çünki kendisi, daha o günün İslâm aleyhdârı siyâsî vasatında dahi, “Tek Adam”ı Müslüman gösterme gayreti içindeydi. Aralık 1938'de, Banoğlu'na mülâkatında, “Ata”sının Müslümanlığına şöyle bir muhâkemeyle delîl getiriyor:

“…Âlemşümûl insanlık prensiplerini [bu, Masonların mümeyyiz sloganlarındandır] memlekette realize etmiye çalıştı. Taassupla, şuursuz tevekkülle mücadele etti. [Bunlar, hep masonî üslûbdur…] Aynı hislerle (din ile) devlet işini birbirinden ayırdı. Laisizmi ilân etti. Bunu birçokları yanlış anladı. Belki onu bununla dinsiz telâkki edenler oldu. Fakat Atatürk son nefesine kadar ‘Aman Yarabbi! İnşallah…' sözlerini defaatle tekrar etmiştir. Şurası muhakkaktır ki Atatürk, dinin, münasebetsiz formalitelere boğan şuursuz telâkkilerinden nefret duymuş bir insandı.”

 

Ölümcül hastalığı devresinde Mustafa Kemâl'in müdâvî tabîblerinden ve kadîm dostlarından, Üstâd-ı Âzam Ord. Prof. Dr. (Operatör) Mim Kemal Öke ve Kemalist Üniversite'nin muhâcir Yahûdi Akademisyenlere kurdurulmasını müdâfaa eden makalesi (Akşam, 13 Temmuz 1934, ss. 1 ve 2; Vakit gazetesinden naklen)… Makalesini Yahûdi akademisyenlere şu hitâbla bitiriyor: “Muhterem meslekdaşlarım, ilim ve irfanımızın genişletilmesi için davet edildiniz. Memleketimizde sizin bilgi ve tecrübelerinizden istifadeye çalışmamak için hiç bir sebep yoktur. Deruhde ettiğiniz vazifenin güçlüğünü düşünerek sizlere muzahir olmak, her Türk hekiminin vazifesidir. Size bu itibarla da sevgi ve saygı ile bağlıyız. Eğer yanlış telkinler altında yanlış bir kanaat edindinizse, tashihi de sizin için borçtur.!”
***