Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 128

İnsan hayret ediyor: Bir ilim adamı nasıl bu kadar kusûrlu muhâkeme yürütebiliyor?

Kemalizmin mâhûd Dil İnkılâbının netîcesi olarak Türkçe (resmî dil mâhiyeti kazandırılmış Uydurma “Türkçe”) bugünki gibi laikleşmeden, yâni materyalistleşmeden evvel, insanlar merâmlarını hep bu tâbirlerdeki gibi ifâde ederlerdi. Türkçe konuşup da bunlardan ictinâb etmek o devirde imkânsızdı. Kemalist maârif siyâseti sâyesinde insanlarımız şimdilerdedir ki selâm veyâ “Allâh'a ısmarladık” yerine “iyi günler” (veyâ “bay bay”), “Allâh kahretsin” yerine “kahretsin”, “Elhamdülillâh” veyâ “Allâh'a şükür” yerine “şükür ki” yâhûd “şükürler olsun”, “aman yâ Rabbi” yerine “aman tanrım” (çünki aslında mübârek bir kelime olan “Tanrı” kelimesi, Kemalist dilde değersizleştirilmiştir), “İnşâallâh” yerine “umarım”, ilh… diyorlar.

Müslümanlık bu kadar basît bir hüviyet midir ki ağzından –üstelik dilin yapısı îcâbı- şu veyâ bu söz çıkana dahi hemen Müslümanlık şerefi bahşedilecektir?

Sakarya Muhârebesi esnâsında da İlhâd lâfzı sarfetmişti

Bu mülâkatta pek şaşırtıcı olan bir cihet ise, yine Dr. Öke'nin, Sakarya Muhârebesi esnâsında müşârünileyhin kaburga kemiğini tedâvi ederken ondan bir İlhâd lâfzı rivâyet etmesidir:

“Atatürk çok muztaripti. Kırılan kaburga kemiklerinden birinin ucu ciğerini tahriş ediyor, nefes aldırmıyordu. Hemen, güç halle tedarik edebildiğimiz plasterle kırık tarafı tesbit ettik. Rahat ettiler. Ata bu sırada: ‘- Allah da Konstantine yardım ediyor, fakat ben böylece de çalışabilirim…' buyurdular.”

“Dînin münâsebetsiz formalitelerinden nefret ediyormuş”

Ya şu “dinin, münasebetsiz formalitelere boğan şuursuz telâkkilerinden nefret duymuş bir insandı” tesbîtine ne demeli?

Bu “münâsebetsiz formaliteler” namaz, oruç, hac gibi ibâdetlerden başka ne olabilir? Atay'dan “Kemalizmin, Ahkâm Âyetlerini lağvettiğini” öğrenmiştik; Dr. Öke'den de Kemalizmin ibâdetleri dahi lâğvettiğini öğrenmiş bulunuyoruz… Kezâ Kemalizmin İslâm ahlâkı yerine “laik ahlâk”ı ikame etmiş bulunduğu Necmeddin (Sadık) Sadak'ın resmî Sosyoloji ders kitabında îzâh edildiğine, yine 1930'ların resmî Tarih ve Felsefe ders kitaplarında Materyalizme îmân ve Kur'ân-ı Kerîm'in, Hz. Muhammed'in (ki onlar ısrârla “Muhammed” diyorlardı) kendi tefekkürünün mahsûlü olduğu telkîn edildiğine göre, İslâmdan geriye bir şey kalıyor mu?

1954'e kadar Kılıç Ali de böyle bir rivâyette bulunmamıştı

İkincisi, bizzât Kılıç Ali'nin, 1954 evveline kadar aynı intihâî komaya giriş ve ölüm ânlarını anlattığı hâtıralarında böyle bir rivâyet görülmüyor. Bu vâkıa da, Kılıç Ali ve (onun tâbiyesini benimseyen) arkadaşı Soyak'ın, “Vealeykümüsselâm” rivâyetini, sâfderûn Müslümanlara karşı Kemalist Propagandanın bir kozu olması için uydurduklarının bedîhî bir delîlidir.

En başta, Nizamettin Nazif'le konuşmasında böyle bir sözden dem vurmuyor da, müdâvî ve müşâvir tabîblerin raporuna göre “derin koma içinde terk-i hayât eden Büyük Şef”in ölümüne romantik bir hava katmaya çalışıyor:

“[Saray'ın bahçesindeki çakıl taşlarını çiğneyerek ve arı kovanı uğultusuyla Katafalkı tavâf etmeye gelen halkın bu seslerini dinlerken,] birden Kılıç Ali elini dizine vurarak doğruldu: ‘- Son dakikası görülecek şeydi!' dedi. ‘Kumanda eder gibi öldü. Dalgındı. Birdenbire gözleri açıldı; gözbebekleri ışıldadı; tıpkı cephedeki gibi, bir emir vermek ister gibi dudakları kımıldadı… Fakat bir şey söylemedi ve son nefesini verdi. Tam bir Şef, bir Başkumandan gibi!'”

Onun bu romantik tasvîri, Nizamettin Nazif'e çok têsîr ediyor ve onu röportajının spotu yapıyor…

 

Resimde soldan sağa: Mustafa Kemâl'in Manastır Askerî İdâdîsi'nden, Macedonia Risorta Locası'ndan, M.R. İTK'sından arkadaşı Ali Fethi Okyar, Selânikli Salih Bozok, M. K., Kılıç Ali…
Siyâsî şartlar öyle îcâb ettirince, Efendi'sinin komaya girmeden evvelki son sözünün “Vealeykümüsselâm” olduğunu uyduran, bir nevi dâimî muhâfız sıfatıyle ona hemen her yerde refâkat eden (“Mûtâd Zevât”tan) Kılıç Ali (İstanbul, 1890 - a.y. 14 Temmuz 1971) idi…
***  

 

 

 

 

 

 

1953'teki tasvîr

Derken, aradan 15 sene geçiyor, o zamâna kadar Etnoğrafya Müzesi'nde bekleyen tâbut Anıtkabr'e taşınacağı gün (10 Kasım 1953), Milliyet gazetesinin 1. ve 6. sayfalarında, Velînîmetini bir destan kahramanı şahsıyetiyle tanıtan makalesi çıkıyor… Bilvesîle siyâsî muârızlarına  ateşli oklar da gönderdiği işbu makalesinde, M. Kemâl'in bir ahlâk nümûnesi, hattâ “insân-ı kâmil” olduğunu iddiâ ediyor. Onun satırlarında, Kemalizm, tam bir “dîn” hüviyeti kazanıyor:

“Ah mübarek Atatürk! Millete de, sana da çok yazık oldu! Sen canlı eserlerin ile bir mukaddesat olarak kalplerimizde yatıyorsun! […] Türk milletinin büyük evlâdı! Sen ölmedin; inandığın ve bir ferdi olarak daima iftihar ettiğin Milletin kalbinde yaşıyorsun! Müsterih yat Aziz ve eşsiz canım Atatürk!”

İşte “Atatürkün Son Dakikaları” başlığını taşıyan bu makalede, 15 sene evvel Nizamettin Nazif'e beyânında olduğu gibi, yine son sözünün “Vealeykümüsselâm” olduğuna dâir bir rivâyette bulunmuyor; “son dakîkaları”nı aşağıdaki acemî ifâdelerle tasvîr ediyor:

“Yarabbi o ne kötü, o ne meşum dakikalardı. Zavallı Atatürk aylardanberi ölümle pençeleştikten, ölümle bir çok mücadelelerden sonra nihayet ecelin pençesinden kendisini kurtaramamıştı. Saat dokuzu çalarken yine baş ucunda idik. Beş dakika sonra o güzel gözler, daima nur saçan mavi gözler nihayet hayata gözlerini kapamıştı. Şimdi Atatürk mütevazı yatağında artık sessiz sedasız yatıyordu…”

 

Kılıç Ali, 1953'te, henüz “vealeykümüsselâm” efsânesini tedâvüle sokmamıştı…
*** 
 
 

 

 

Sene 1954: Kılıç Ali, “vealeykümüsselâm” efsânesini tedâvüle sokuyor

Lâkin aradan bir sene daha geçiyor, yine Milliyet'te, yine “Atatürk'ün Son Dakikaları” başlığını taşıyan bir başka makale neşrediyor ve 16 sene sonra birden hatırlayıveriyor ki son sözü “Sâat kaç?” değil de “Vealeykümüsselâm” idi!

Dîğer bir tuhaflık da şu ki 1955'de basılan Son Günleri kitabının Cemal Kutay'a verdiği basılmamış ilk versiyonunda da, böyle bir rivâyet hiç bahis mevzûu değildi:

“8 Kasım Salı günü sabah 6-8 nöbeti bendeydi. Hekimler adına da nöbetçi olan Dr. Abravaya Marmaralı ile Ata'nın yatak odasının yanındaki salonda dertleşiyorduk. Berberi Mehmet koşarak geldi, bir fenalık geçirmekte olduğunu söyledi. Yerimizden fırladık; yanına girdiğimizde, iki eliyle yanlarına tutunarak istifra etmeye çalışıyordu. Hasan Rıza da gelmişti. İkimize bakarak sordu: ‘- Saat kaç?' Bu, O'nun son sözü olmuştur. Koma hâli, her an artarak, hayata gözlerini kapadığı 10 Kasım 1938 Perşembe saat 9.05'e kadar devam etti. Dakikadan dakikaya sönüyordu.” (Kutay 1981: 154)