Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 164

İslâmın amansız hasımlarından, Kemalist “Dîn İnkılâbı”nın yemînli propagandacısı, “Ebedî Şef”inin Resmî Cenâze Merâsimi Kumandanı, uydurma “cenâze namazı”nın mürettibi, Kemalist kültür jenosidinin başlıca fâillerinden Orgeneral Fahrettin Altay (sağda), (Nadir Nadi'nin tâbiriyle) “Kemalist İnkılâbların têmînâtı” Mareşal Fevzi Çakmak (solda) ile berâber, “Ebedî Şef”lerinin gûyâ “Cumhûriyet” Âbidesi önünde, kadîm devirdeki gibi, heykele tâzîm ziyâreti esnâsında… “Büyük Şef”ine yaptığı yemîn şuydu:
“- Türk Ordusu, vücûde getirdiğin Büyük İnkılâbı hırz-ı cân etmiştir! Bu (Dîn) İnkılâbını da öyle yapacaktır!”
*** 

 

 

Altay'ın Münâfıkça risâlesi, Ata'sına verdiği sözün bir mahsûlüydü

Kemalizmin havârîlerinden biri olan Fahrettin Altay, onun her şeyini olduğu gibi “Dîn İnkılâbı” projesini de başından îtibâren hemen benimsemiş ve ona harâretle destek olmuştu. 1959'da neşrettiği Münâfıkça risâle, aslında, Ocak 1932'de câmilerde başlatılan “Dîn İnkılâbı”nı muvaffak kılmak için Ata'sına verdiği sözün bir mahsûlüydü. Onun bu sözünü, 2014'te neşredilen Milletimize Revâ Görülen Kültür Jenosidi isimli kitabımıza (ss. 329-330), Cündioğlu'nun araştırmasına istinâden, kaydetmiş idik. Oradan (bâzı üslûb ve bilgi hatâlarını tashîh ederek) iktibâs ediyoruz:

Cündioğlu, Hâfız Saâdeddîn Kaynak'ın Hâtırât'ı ile Yâver M. Celâl Bey (Öner) ve Özel Şahingiray'ın Nöbet Defterleri'nden naklediyor:

8 Şubat 1932 Pazartesi günü, Ramazan Bayramı'dır. İstanbul câmilerinde ve daha birçok şehirde, “Ezân”la berâber Bayram namazı hutbe ve Tekbîrleri de “Öztürkçe” olarak okunmaktadır. Bayramın ilk akşamı, Ordu Müfettişleri Dolmabahçe Sarayı'na dâvet edilmişlerdir. Fahrettin (Altay) Paşa, İzzeddîn Paşa, Şükrü Nâilî Paşa ile (Mason ekâbirinden) Dâhiliye Vekîli Şükrü Kaya, (Mason ekâbirinden) Hasan Cemil Çambel, Refik (Saydam) Bey, (Mason ekâbirinden) Cevâd Abbâs Gürer ve takrîben 20 kişilik bir saz hey'eti, işret sofrasının hâzirûnu cümlesindendir. Saâdeddîn Kaynak, o gece, Miralay Cemîl Saîd Dikel'in Türkçe Kur'ân'ından muhârebe, askerlik ve şehâdet ile alâkalı bir demet Âyet okur. Bunlar, Kur'ân-ı Azîmüşşân'ın aslı yerine Türkçe Kur'ân'ı ikame etme denemeleridir. Bunun üzerine Fahrettin (Altay) Paşa ayağa kalkarak şu mukābelede bulunur:

“…Türk Ordusu, vücûde getirdiğin Büyük İnkılâbı hırz-ı cân etmiştir [canı gibi gözetmektedir]! Bu [Dîn] İnkılâbını da öyle yapacaktır! Maddî ve mânevî iki kuvvete dayanan Ordu, şimdiye kadar mânâsını anlamadığı mânevî kuvvetin ne olduğunu bu inkılâbla daha iyi anlıyacak ve bunu bilerek düşmana öyle hücûm edecektir!” (Dücane Cündioğlu, Türkçe Kur'ân ve Cumhuriyet İdeolojisi, İstanbul: Kitabevi Yl., 1998, ss. 94, 160, 243-245'den naklen)

Kemalist Rejim, câmileri havralara benzetmek istiyordu

Altay'ın, Ata'sına verdiği sözün bir mahsûlü olarak kaleme aldığı risâlesinden yaptığımız aşağıdaki iktibâs, hem risâlesinin  “Dînî Islâhatın Esâsları Hakkında Lâyiha” ile alâkası, hem de onun bütünü hakkında bir fikir vermeye kâfîdir:

“Namazda oturmak, Kur'ân-ı Kerîm'de ibâdet erkânından gösterilmemiştir. İnsan istediği gibi oturabilir. Eskiden entari ve şalvar giyildiği için yerde oturulabilirdi. Zaman geçtikçe âdâb-ı muaşeret ve giyim değişmiş ve oturmanın da buna uyması zarureti hâsıl olmuştur. Pantolonla diz çökmek zor ve elbiseyi yıpratıcı olduğundan sandalye ve sıralarda oturmak umûmî ihtiyaç hâline gelmiştir. Din zorluğu reddettiği için namaz kılarken oturmayı kolaylaştırmak aykırı değil, uygun bir harekettir. Sandalyede ve sıralarda oturulabilir. Cuma namazlarında iki hutbe arasında hatip basamakta oturur ki bu bir nevi sıra demektir. Bugün imamlarımızın bile kıyafeti Hz. Muhammed'in kıyafetine benzemediğine göre, namazda oturmak da O'nun oturduğu tarza benzemeyebilir; sıra üzerinde oturmak caizdir.

“Namazda ayakkabı çıkarmak da şart değildir. Cenaze namazları ayakkabı ile kılınmaktadır. Yalnız temiz olması şarttır. Camilere ayakkabı ile girilmesi secde yerlerini kirletmemek içindir. Ayak basılacak yerlerle secde yerleri ayrılacak olursa, temiz ayakkabı ile ibadet mümkündür.

“Camilerde şu tarzda değişiklik, bugün için ihtiyaç hâline gelmiştir: Kapıdan mihraba doğru geniş bir yol ve bu yoldan yanlara doğru dar yollar ve bu dar yollar arkasında sıralar ve bunlarla dar yolların arası beş-on santim yükseklikte secdelik (secde yerleri), sıraların altında şapka koyacak yerler. Cami kapısında da ayakkabı silecekleri bulunur. […]

“Camilerimizin bu tarzda tanzimi hem temizliğe, hem de herkesin kolayca girip namaz kılmasına ve bu suretle namaz kılanların çoğalmasına müsâid olur. Bu hâl zamanın gösterdiği bir ihtiyaç karşılığıdır. Sırada oturanların ayakları yerde ve secde yerleri önlerinde bulunur, ayağa kalkar rükûa varır ve secde eder ve bunları bir daha tekrar ettikten sonra yine sırada oturur. Bu şekil, er-geç bir gün kabul edilecektir. İlh…” (Altay 1959: 35-36; Kadir Mısıroğlu'nun Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri isimli kitabının 2. cildinden naklen)

Mü'minler, havraya benzetilmiş câmilerde, sıralarda oturup “iki sıra arasındaki yerden beş-on santim yükseklikte secdeliklere secde edecekler” imiş… Böylece İslâmın namaz şiârıyle oynamayı bir tarafa bırakalım, kim böyle bir canbâzlığa muvaffak olabilir? Adamların zekâ seviyesi bu kadar!