Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 181

Org. Altay'ın hâtıralarında merâk uyandıran üç mes'ele

Org. Altay'ın Köşk'teki on bir günlük misâfirliğine dâir hâtıralarından yukarıda naklettiğimiz parçalarda husûsen merâkı mûcib olan üç mes'ele var:

Birincisi, Mustafa Kemâl'in “mânevî evlâdlar”ı var mıydı?

İkincisi, Âfet Hanım'ın Köşk'teki statüsü neydi?

Üçüncüsü, çıplak danslarla “Tek Adam”ı ve misâfirlerini eğlendiren, hattâ 29 Ekim 1925 Balosu'nda “Kemalist Rejim Bayramını çıplak dansla tes'îd inkılâbı” yapan Râfet Süreyyâ kimdi ve Köşk'te ne kadar kaldı?

Bilhassa ilk iki mes'ele hakkında birbiriyle mütenâkız ve çok şaşırtıcı bilgilerle karşı karşıyayız…

Mustafa Kemâl'in “mânevî evlâdlar”ı var mıydı?

İlk suâle bilâterddüd menfî cevâb verebiliriz:

Hayır, Mustafa Kemâl'in hiçbir evlâdlığı yoktu!

Bu cevâbın mesnedi, İsviçre Medenî Kānûnu'nun tercümesi olan 17 Şubat 1926 târih ve 743 sayılı Medenî Kānûn'dur. Bu Kānûnun 3. Faslı ve bu Fasıl'da münderic 253 ilâ 258. Maddelerde, “Evlâd Edinme” hükümleri tasrîh edilmiştir. Bunların içinden mes'elemizle alâkalı en mühimmi, 256. Maddedir:

“Evlâd edinme, evlâd edinen kimsenin ikāmetgâhı hâkminin müsâadesi üzerine yapılacak resmî bir senedle olur ve keyfiyet doğum kütüğüne kaydedilir. Kānûnî şartlar bulunmakla berâber, evlâd edinecek kimsenin çocuğu görüp gözettiği mâlûm veyâ evlâdlığa alınmak için dîğer herhangi muhik bir sebeb mevcûd olsa bile, hâkim, çocuğun menâfiine mugāyir gördükçe taleb olunan müsâadeyi veremez.”

Bu maddeden vâzıhan anlaşılıyor ki “evlâdlık” ancak Hâkimin (Sulh Hâkiminin) müsâadesi, yâni mahkeme karârıyle olur. Bunun için, mezkûr Kanûn dîğer maddelerinde tasrîh edilen şartlar yerine getirilecek, hâkim de bu husûsda mutmâin olacak, bunun üzerine resmî bir sened tanzîm edilecek ve “keyfiyet doğum kütüğüne kaydedilecektir”; ancak bundan sonradır ki filâncanın falancanın evlâdlığı olduğu beyân edilebilir. Böyle bir hukūkî muâmele yapılmamışsa, iddiâ kıymetsizdir, keenlemyekûn hükmündedir.

Hâlbuki Mustafa Kemâl, hiç kimse için böyle bir hukūkî muâmelede bulunmamıştır. Bunun aksi iddiâ ediliyorsa, buna dâir resmî evrâkın ortaya konulması lâzımdır. Şimdiye kadar böyle bir şey vâkî olmadığına nazaran, Mustafa Kemâl'in erkek veyâ kız “evlâdlıkları” olduğu iddiâsına kat'iyen îtibâr edilemez; hattâ bu çeşit iddiâ sâhibleri iftirâ suçu işliyorlar demektir…

Buna rağmen, garîbdir: “Evlâdlıkları” olduğu, bizzât kendisinden ve kızkardeşinden de rivâyet ediliyor… Mâmâfih, kendilerinin bu iddiâlarının da hukūken hiçbir kıymeti olamaz… Mâdemki “evlâdlık” edinmişler, nîçin bunun kānûnî muâmelesini yaptırmamışlar?

Üstelik, meselâ Makbûle Hanım, ayrı zamanlarda verdiği iki mülâkatında, bu husûsda, ağabeyine izâfeten, birbirini nakzeder sûrette iki farklı “evlâdlık” listesi beyân ediyor. Şöyle ki:

Makbûle Hanım'ın bitmiyen tezâdları

Daha evvel (22.6 ilâ 5.8.2018 târihlerinde) yine Yeni Söz'de intişâr eden “Mustafa Kemâl'in Âilesi Dîndâr mıydı?” başlıklı makalemizde, Makbûle Hanım'ın bir hayli komedyen ve yalana meyyâl bir hanım olduğunu, bundan nâşî birçok husûsda birbirini nakzeden beyânlarda bulunduğunu tesbît etmiştik. Bu mes'elede de aynı müşâhedemiz cârîdir…

 

Şâir gazeteci Şemsi Belli, Makbûle Hanım'ın ölümünden (18 Ocak 1956) birkaç ay evvel, büyük bir ihtimâmla rahim kanserinden tedâvî gördüğü Gülhâne Askerî Hastahânesi'nde, haftalarca onun yanına gidip gelerek kendisiyle uzun uzadıya mülâkatlar yapmış, bunları evvelâ Kasım 1955'de Milliyet gazetesinde tefrika ettirmiş, sonra Ağabeyim Mustafa Kemâl ismiyle kitap hâlinde bastırmıştı. 1988'de İnceleme Yayınları arasında çıkan Atatürk'ün Aşk Hayatı isimli kitabı da, geniş mikyâsda, Makbûle Hanım'la yaptığı mülâkatlara istinâd ediyor… Belli, Makbûle Hn.'dan naklen, Ağabeyine en fazla sevdâlı olan iki kadın sıfatıyle, Fikriye ve Nebîle Hanımları zikrediyor…
***  
 

 

Mezkûr makalemizde de bahsettiğimiz gibi, Makbûle Atadan, 18 Ocak 1956'daki ölüm târihinden birkaç ay kadar evvel, rahim kanserinden tedâvi gördüğü Gülhâne Hastahânesi'ndeki hasta yatağında, şâir gazeteci Şemsi Belli'ye “Ağabeyi Mustafa Kemal” hakkında fâsılalı görüşmelerle uzun bir mülâkat (daha doğrusu birkaç mülâkat) vermiş, Belli de, bütün konuşmaları o günün –kendi tâbiriyle- bir “ses makinesi”yle (teyple) zaptetmişti. Görüşmelerden birinde, Belli, Makbûle Hanım'ın başucunda, Abdürrahim (Tuncak) Bey'e tesâdüf ediyor ve aralarında şu muhâvere geçiyor:

“ ‘-Paşacığım, dedi, bu bey, Atatürk'ün mânevî evlâdı Abdürrahim beydir…'

‘- Atatürk'ün kaç tâne mânevî evlâdı vardı?'

“Düşündü:

‘- Dört tâne idi… Zühre, Afife, Abdürrahim, İhsan… Zühre sonra öldü… Hasta idi zavallı… Abdürrahim dört yaşına kadar ağabeyimin odasında yatardı…'

‘- Tarih?'

‘- Tarih, harbi umumî sıraları…' ” (“Ağabeyim Mustafa Kemal”, Milliyet, 22.11.1955, s. 3)

Makbûle Hanım'ın evlâdlık listesinde Zehra, Rukiye, Nebîle, Sabîha veyâ Âfet Hanımlardan hiçbiri yok! Hâlbuki 1952'de Feridun Kandemir'e (1895 – 1977) verdiği mülâkatta şöyle bir vak'a nakletmişti:

“Çocuk sevmezdi. Yalnız, bilmem nasıl oldu (Ülkü) yü sevdi. […] Ülkü'den başka çocuk sevmemiştir. […]

“Dolmabahçeden, bir hafta kalmak üzere Beylerbeyi sarayına gitmişti. Afet hanım, Nebile, Zehra filân da beraber… Birdenbire odaları paylaşamıyarak, (Bu oda benim, bu oda senin…) diye bir gürültüdür koparmışlar. Ben de, sabah kahvaltısına gitmiştim. Beni görür görmez, pürhiddet: (Nedir bu cehel-i cühelâdan çektiğim? Sabaha kadar birbirlerine girdiler, rahat vermediler, atacağım bunları…) diye köpürdü. (Sen babalarısın, nasıl atarsın? Her baba,  evlâtlarının kahrını çeker, sen de alışırsın…) diye teskine çalıştım. Baba lâfı pek hoşuna gitti. (Ya… Demek babalar çeker, çekmeli, öyle mi, peki…) diye yumuşadı.” (“Ağabeyim Mustafa Kemal”, Resimli 20. Asır, sayı 14, 15 Kasım 1952, s. 18)

Garâbet bu kadarla da kalmıyor; Makbûle Hanım, 1952'de Kandemir'e verdiği mülâkatta Ağabeyinin “mânevî evlâdları” arasında zikrettiği Nebîle'yi, 1955'de Şemsi Belli'ye verdiği mülâkatta, Ağabeyine pek âşık bir kız olarak bahis mevzûu ediyor…