Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 194

“Beni çok sevdi, ama kıskananlar çok oldu”

“Her an susabilir, anlatmaktan vazgeçip bizi kapı dışarı edebilir. Onu, yer yer oradan oraya atlayarak konuşmasına, bazı kelimelerin yaptığı çağrışımlarla konuyu akışından koparmasına rağmen, anlayarak ve telaşlanmadan dinlemeliyim: ‘Çok sevdi ama kıskananlar, karışanlar çok oldu. Masada, yemekte oturuyoruz. Dolu geliyorlar hep. Askerler de var. Birlikte masada oturuyoruz. Kimisi diyor ki, amaan evlenme sen bununla.'

“Latîfe Hanım çok çekti”

‘Ben Avrupa'da yetiştiğim için öyle evlenme düşüncelerim yoktu. Çünkü Avrupa'da derler ki, aaa Türkler çok karı alır. Ben de derdim ki, Alman kadınları da çok koca alır! (Esprisine kendi de gülüyor). Ben 22-23 yaşında bir şeydim. (Pasaportundaki tarihe göre o vakitler 24 yaşında olması gerekiyor.) Latife Hanım'dan da uzaktı. Bizimki 926'dan, 927'ye kadar sürdü.'

‘Ben düşünmezdim ama etrafındakiler düşünüyor, söylüyorlar. Sakın evlenme, falan. Çünkü Latife Hanım'la da bozulmuştu ya. O zavallı kadın çok çekti, ben yoktum o zamanlar.'

“Beni kıskananlar: Âfet Hn. ve dîğerleri”

‘Beni çok sevdi, çok kıskandılar, düşman oldular. Bir tanesi Afet'ti. Talebeler çoktu o zaman. İsviçre'ye gidip lisan öğreneceklerdi. Bizi gönder, diye. Afet beni tabii dehşetli kıskanıyor. Mesele orda başladı. Ordaymış, ancak bir ay evvel onunla da yatıp, kalkmış. Beni gördüğünde bıraktı. Gayet tabii ki o kız dehşetli kıskandı. Genç bir kadın. Ağlamış, sızlamış. Duyduğum vakit acıdım. Çünkü benden evveldi. Gayet tabiidir ki, kıskanıyor değil mi ya? Kabahat kimde? Gazi'de. Çünkü ikimizi.... O gidecek zaten, bir ay dur da, sonra beni yakala.' ..... [Bu paragraftaki sansürler, Neyyire Hn.'a âid…]

"Bir tanesi çok çirkindi, ama akıllı kızdı. Tayyareci, tayyare ile uğraşan."

“Etrafta ne kadar çok kadın var!”

“Atatürk'le yaşadığı bir yıllık beraberliği sırasında etrafında ne kadar çok kadın olduğuna dair hatıralar canlanıyor Süreyya Hanım'ın anlattıklarında. Yalnızca bunlar da değil. Önce Ankara'da, ‘Çankaya'da, pek güzel bir yer değildi' diye tarif ettiği evde oturdukları, sonra Atatürk'ün kendisini İzmir'e götürdüğü ve tarihle çakışan hatıraları da: ‘Onun üç tane defteri vardı. Fransızca yazılmış. Kendisinin yazdığı. Katibi Tevfik [Bıyıklıoğlu] beye oku derdi. O, Fransızca bilmezdi. Bana verirdi, bak görüyor musun ne güzel okudu derdi. İşte kıskançlık çıkardı dehşetli.'

“İzmir'de birlikteydik”

‘O İzmir'e gittiğimiz vakitte, İzmir'deki yolda öldürmek istemişler. Hemen büyük mahkeme oldu. Büyük paşaları İstanbul'dan oraya getirdiler. Hepsini mahkemeye çektiler.' [Haziran 1926…]

‘İzmir'de birlikteydik. Katibi Resuhi vardı, yok yaver miydi? O da Latife Hanım'ın akrabası. Tabii o da onlara yardım etmek istedi değil mi ya? Onun için de onu buna, bunu ona kattı. Halbuki ben öyle şeyler bilmiyorum. Arkadaşlarımı bilirim. Balo, bunlara gidiyorum.'

‘Beni İzmir'de okula yerleştirdi. O, filanca işim var diyip gidiyor. Dönüşte seni alırım, dedi. Mektepde akortlu piyano da yoktu. Daha her şeyi eksikti doğrusu. Yalnız bir müdire vardı, fena kadın değildi.'

“Titreyen uzun parmaklı, buruşuk derili elleri masanın üstünü yine kurcalıyor. Karmaşık yığından bir iki fotoğraf daha çekiştirip uzatıyor:

 

(Neyyire Özkan'ın röportajı, Aktüel, 19 Eylûl 1991, sayı:11, ss. 18-24; Hasret Yıldırım'dan naklen)
“Onu ben terkettim; çünki…”
*** 
 

 

 

 

‘Bakınız, bu Atatürk'le İzmir'de oturduğumuz vakitte bulunduğumuz devlet konağı.' Parmağı ortada bir pencerede sabitleşiyor: ‘Bu da yatak odası!' Dinlediklerimi ve gördüklerimi belleğimde sıralamaya çalışıyorum ama nafile!

“Fotoğrafları bırakıp mürekkebi yayılmış bir telgrafı işaret ediyor bu kez: ‘Bu, Atatürk'ün telgrafı bana. Çünkü ayrılmıştım, İzmir'de bekliyordum, telgraf yazmış.' Bir başka fotoğraf daha geliyor: 15 kişilik bir devlet erkânını belgeleyen fotoğrafın sol önünde Atatürk, sağ ön tarafında da tek kadın olarak Süreyya Hanım yürüyor. Ve yaprakları dağılmaya yüz tutmuş küçük bir cep defterinde, Atatürk'ün el yazısı olduğunu söylediği eski Türkçe notları uzatıyor.

“Beni ağlattı”

“Süreyya Hanım'ı, o ana kadar doğrudan soramadığım soruyla çekip çıkarıyorum belgelerin arasından: ‘Sevdiniz mi Atatürk'ü?'

“Evet ya da hayırla başlayabilecek bir cümle yerine, ‘İyi ama beni ağlattı' diye başlıyor. Sır kutusunda biraz daha derindeyiz, diye düşünüp dikkatle dinliyorum:

“Maalesef çok içerdi”

‘Atatürk, maalesef çok içerdi. Sabaha kadar, sabahın dördüne kadar içki içerdi. Gelen arkadaşları durmadan masada kavga ederlerdi.

“Onu öldürecekmişim diye mahkemeye çıkardılar”

‘Yalnız bir sefer yanımda, bu, seni öldürür dediler. Benmişim öldürecek olan! Dediklerinde, kalktı, benim el çantam vardı; çantamın içine bakıyor, sakın beni öldürme, bende revolver (Küçük Silâh, Toplu Tabanca) var, dediğinde benim için bitmişti. Başladım ağlamaya, dehşet ağlamaya. Ondan sonra da ne yapacağımı bilemedim.'

‘Gönder beni Avrupa'ya, ben gitmek istiyorum, burada durmak istemiyorum, diye kalktım. Birden, gece saat dörtte yatmışız, sabahleyin telefon geliyor; Süreyya Hanım, mahkemeye. Ne mahkemesi, ne diye? Niçün? Kalktım, giyindim. Arabasını hazırladılar. Şoförü geldi önümüzden, beni zaptiye vekaletine götürdüler. İki kişi demiş ki o yabancıdır, Almanya'dan geldi, belki Gazi'yi öldürür. Öyle şey söylenir mi? Ankara'da oldu bunların hepsi.

“İsmet Paşa beni barıştırmak için uğraştı”

‘Böyle olunca, istemem ben dedim, kalmam burada. Ondan sonra beni yandaki yatak odasına götürdü. Ağlıyorum. Sonra birisini yanına aldı. Beni illaki göndersin dedim. İsmet Paşa beni çok barıştırmak istedi. Çok yardım etti. Ama bir defa ben Avrupa'da yetiştiğim için öyle alaturka şeylere alışamıyorum. Sen beni öldürürsün, dediği an bana çok ağır geldi.'