Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 197

“On üç yaşımda onun sofrasındaydım”

“(Öksüzler Yurdu'nda büyüdükten sonra) 1931 yılında ilk plağımı doldurmuştum. Bu plak birdenbire beni üne kavuşturmuş, halkın yakından tanıdığı bir sanatçı yapıvermişti. Ardından gazinoculardan peş peşe öneriler gelmeye başladı. […]

“Aynı günlerde Ata'ya benim plaklarımı dinletmişler. O da, ‘Bu kızı bir gün yakından dinleyelim', demiş. Hemen bana haber ilettiler. ‘Paşa çağırabilir, hazır ol!' dediler. […]

“(Bir iki ay sonra) bir gün Çiftlik Parkı'ndaydım. Atatürk'ün yaverlerinden Rusuhi Bey vardı, o çıkıp geldi. Patronum Ziver Bey de yüreklendirdi. Beni alıp Şişli'de bir eve götürdüler. Ev, vali yardımcısı Nuri Bey'e aitti. Atatürk'ü yemeğe çağırmışlardı, salonun ortasındaki masanın başında oturuyordu. Yaverler bizi kapıda karşılayıp içeri aldılar. Yanında ‘mutat zevat' diye tabir edilen birtakım kişiler vardı ki, bunlardan birinin Kılıç Ali olduğunu sonradan öğrenecektim. Paşa'nın üstünde beyaz renkli spor bir gömlek vardı. Kravatsızdı. Yanına çağırdı beni. O güne dek onun hakkında hep birtakım söylenceler işitmiştik: Gözlerine bakanın gözlerinin ışığı sönüyor, diye anlatılırdı. Bu yüzden olacak gözlerine bakmamaya çalışıyordum. Yaklaşıp elini öptüm yalnızca. Yanındaki sandalyeyi gösterdi, oturdum. Hiç yüzüne bakmıyorum. İçimde bir korku rüzgârı esip duruyor… Bu kez Atatürk çenemi kaldırıp yüzüme baktı. Sanki yüzümü mavi iki alev yaladı. Dünyanın şapka çıkardığı adam işte karşımdaydı. Hem de en hükmedici, en büyüleyici, en sevecen, en yakışıklı haliyle karşımdaydı. Üstelik gözlerimi de kör etmemişti alevli bakışları.

“Paşa, bana bakıp: ‘Senin sesin pek güzelmiş, öyle diyorlar' dedi. ‘Bir şarkı söyler misin?' […]

“Şarkıyı okudum, bitirdim. Şarkı bitince Paşa kadehinden bir yudum aldı ve yıllarca hiç aklımdan çıkmayacak olan şu sözleri söyledi:

‘Bu kızın sesi ilerde daha da güzelleşecek. Onunla meşgul olsunlar. Kadife gibi bir sesi var.'

“Ata'nın, bana sofrasında yer verdiği gün, henüz on üç yaşındaydım. […] (ss. 14-16)

 

(Akşam, 18 Teşrînisânî 1937, s. 4)
13 yaşında gazinolarda şarkı söylemeye başladı ve hemen “Tek Adam”ın dikkatini çekti. “Küçük yaşına rağmen, ona yakınlık gösterdi ve hayatının içine soktu…”
*** 
 

 

“Sonraki yıllarda Atatürk'le yakınlığımız daha da arttı”

“Sonraki yıllarda Atatürk'le yakınlığımız daha da arttı. Aradığı, sorduğu, hayatının içine soktuğu, zaman zaman gizlerini [sırlarını] paylaştığı biri oldum. Bütün bunlarında ötesinde, küçük yaşıma karşın [rağmen], Ata'nın gösterdiği yakınlığı koruyabilme çabam, olgun bir kişiliğe büründürmüştü beni. Susmasını, beklemesini, yerinde konuşmasını öğrenmiştim. Atatürk'ten sonra girdiğim çevrelerdeki tanıdığım insanlar karşısında kendime güvenim tamdı; ilişkiler daha kolaydı artık. […] (s. 16)

“Yaşım on yediydi… Vücudumun kadınsı çizgileri yeni yeni ortaya çıkmaktaydı…”

“On yedi yaşına basıncaya dek, yani aradan geçen dört yıl boyunca Atatürk'ü hiç görmemiştim. […]

“Bir hayır kurumu yararına konserler vermek üzere Ankara'ya çağrıldım. [Sene 1935…] Ankara'da ikinci günümdü ki, Paşa'nın yaveri Rusuhi Bey aradı. Atatürk, Marmara Köşkü'nde beni bekliyormuş. […]

“Konser bitti. Marmara Köşkü'ne gittik. Atatürk, her zaman çevresinde bulunan kişilerle oturmuş rakı içiyordu.

“Yaşım on yediydi, evet… Mavi renkli dekolte bir elbiseyi, biraz da kadınca bir içgüdüyle giymiştim. Yanımda ünlü keman üstadı Nubar Tekyay vardı. Atatürk'ün yanına ulaşınca elini öptüm. Elimi bırakmadı. Masadakilere dönüp: ‘Size demiştim, bu kız çok güzel olacak diye… İlerde daha da güzelleşecek…'

“Masada Atatürk'ün tam karşısına gelecek şekilde bize yer açtılar. Çok geçmeden Atatürk benden bir şarkı istedi. […]

“Atatürk çok keyiflendi ve kahkahalarla gülmeye başladı. ‘Öyleyse gel beni öp!' dedi.

“Büyük bir coşku ve istekle kalkıp, önce Atatürk'ün elini, sonra da yanaklarını öptüm!

“O gece bana bol bol övgüler yağdırdı Atatürk. On yedi yaşında ve en güzel çağımdaydım. Vücudumun kadınsı çizgileri yeni yeni ortaya çıkmaktaydı. (ss. 17-19)

 

“O geceden sonra daha sık görüştük Ata'yla”

“Atatürk, bir ara, poker bilip bilmediğimi sordu. Biraz bildiğimi söyledim. Birlikte kalktık. Poker oynadık. Oyun bittiğinde sabah oluyordu. O geceyi Marmara Köşkü'nde geçirdim. Paşa beni çok sevmiş ve gönül okşayıcı sözler söylemişti. O geceden sonra daha sık görüştük Ata'yla. Ve her görüşmemizde hep onun övgü dolu sözleri, adeta nisan yağmurları gibi yağıyordu üstüme. […]

“Yaşadığı çağa damgasını vurmuş bu büyük insanla baş başa iki gece geçirdik. Heyecan dolu, şiir yüklü, tozpembe iki gece… O gecelerin unutulmaz anıları ruhumun derinliklerine sindi. Başkalarıyla asla paylaşamayacağım, kıskançlıkla koruduğum ve kalbimin en gizli köşelerinde sakladığım anılarımla sarhoş bir halde İstanbul'a döndüm. […] (s. 19)