Mustafa Kemâl’in hastalığı, ölümü, cenâzesi 198

“Sesimle, dişiliğimle Ata'nın üzerinde iz bırakmıştım”

“Bir yaz sabahıydı. İstanbul Polis Müdürü evime kadar geldi, bir haber iletmek istiyordu. Atatürk Ankara'dan geliyormuş. Gelmeden önce haber göndermiş; ‘Safiye Köşke (Florya Köşkü'ne) gelsin' demiş. Polis Müdürü: ‘Köşk'ten gelip sizi alacaklar. Evden ayrılmayın. Bir yere gidecekseniz de, haber bırakın…' diye sıkıca tembihte bulundu.

“İşte yine mutlu günler kapımdaydı. Öyle anlaşılıyordu ki, sesimle, vücudumla, dişiliğimle, Ata'nın üzerinde birtakım izler bırakabilmiştim! Yoksa bir daha arar mıydı? […] Köşk'ten gönderilen bir yaver beni almaya geldi. Birlikte Florya Köşkü'ne gittik. […] Beni görünce konuşmasını yarıda kesti. […] Beni yanı başına oturttu; biraz sonra da şarkı söylememi istedi. (s. 20)

 

“On yedi yaşında ve en güzel çağımdaydım… O büyük adamın yalnızlığını paylaşan bir kadın olmuştum…”
***  
 

“O büyük adamın yalnızlığını paylaşan bir kadın olmuştum”

“Bir zaman sonra, Atatürk'ten çağrılar alan, sofrasında belirli bir yeri olan, kimileyin o büyük adamın yalnızlığını paylaşan bir kadın olmuştum. O kendini tümüyle ülke ve toplum sorunlarına adamıştı. Bense, ne onun silâh arkadaşıydım, ne de mücadele arkadaşı… Ama onu dinlendiriyor, oyalamaya çalışıyordum. O, görkemli salonlarda kurulan sofralarda arkadaşlarıyla ülke sorunlarını tartışırken kızar, öfkelenirdi. Ben, konuşulan konuları dinler, ama pek anlamazdım. Ata'nın yanındaki yerimi ve görevimi iyi kavramıştım. Bu nedenle sınırımı aşmıyordum. Atatürk de benim bu ölçülü hallerimden pek memnundu. […] (s. 21)

“Birçok kadının kocası, Atatürk'ün, eşlerine hoşlanarak bakmasından gurur duyarlardı”

“Dönemin tanınmış ya da tanınmamış birçok kadını, onun sofrasında görülürdü. Ve bu kadınlar, Paşa'dan iltifat görmek için çevresinde adeta pervane olurlardı. Hatta birçok kadının kocası, Atatürk'ün, eşlerine hoşlanarak bakmasından gurur duyarlardı… İşte o kadınlar, Ata'nın bana mültefit davranması yüzünden kıskançlık duygularına kapılıyorlardı. O kıskançlıkla birtakım yakıştırmalar yapıyorlardı. […] (s. 21)

“Kadınlara serbest yaşama hakkı verdiniz! İstediğimle düşer kalkarım!”

“Bir gün, Bursa'da, Çelik Palas Oteli'nin açılış gecesi dolayısıyla Atatürk'ün sofrasında oturuyordum. Beklemediğim bir anda bana döndü ve ‘Safiye!' dedi. ‘Sen yangın yerlerinde önüne çıkanla ilişki kuruyormuşsun! Hızlı bir hayat yaşıyormuşsun, doğru mu?'

“Hiç ummuyordum böyle bir soruyla karşılaşabileceğimi! Ama alttan alta işlenmiş bir oyunla karşı karşıya olduğumu anlamakta gecikmedim.

“Atatürk, bu sorunun, o sofrada yanıtlanmasını istediğine ve açık açık sorusunu yönelttiğine göre, bir bildiği olmalıydı. Alacağı yanıtla kendisini değil de, başka birilerini tatmin etmek istiyordu belki… Yoksa benden yana bir kuşkusu yoktu. Böyle bir dedikoduya inansa, bir daha sofrasına çağırmazdı sanırım. Durumu kavramıştım:

‘- Paşam, dedim, siz, Türk kadınına her türlü hakkı tanıdınız. Özgür yaşama hakkını verdiniz. Ben de bir Türk kadını olarak, kimseye zarar vermeden, kimseleri incitmeden, onuruyla oynamadan, özgürce yaşama hakkına sahibim. Ama o söz bir iftiradır!' dedim. [Sâfiye Hn., ondan evvel, bir iki erkekle daha berâber yaşamış… “On altı yaşındaydım ve Kavalalı Hüsamettin adında, benden kırk iki yaş büyük birine âşıktım.” İlh… (ss. 31 v.d.)]

“Atatürk sert bir biçimde elini sofraya doğru uzatarak; ‘Buyrun efendim, işte cevabı!' dedi. Sesinden, biraz da dedikoduyu yapanlara öfkelendiği belli oluyordu. (s. 22)